Mahir Güven’in Prix Goncourt du Premier Roman, Prix Régine-Deforges, Prix Première gibi önemli ödüller kazanan “Ağabey” adlı ilk romanı Can Yayınlarınca yayımlandı. Kitabı, çevirmeni Ebru Erbaş ile konuştuk.

Ebru Erbaş

Ağabey’i çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Aslında benden önce editörüm karar vermişti. Ben yine gecikmiş bir dosyayı yetiştirmeye çalışırken o, “seni acayip bir iş bekliyor,” diye heveslendirmeye başlamıştı. Nihayet kitabı görünce ben de çok sevdim. Özel bir dili var, altından kalkabilir miyim, diye biraz ürksem de çeviri açısından iddialı bir metinle boğuşmanın heyecanı ağır bastı. Editörümün de sırtımdan itmesiyle Mahir Güven’in dünyasına daldım. Sonuçta zorluklarına rağmen bugüne dek en severek çevirdiğim kitap oldu, kendimi şanslı hissediyorum, Ağabey’i çevirdiğim için.

Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?

Çeviriyle lisenin çeviri kulübünde tanıştım, süreli yayınlara çeviriler yapmaya başladım. Basılan ilk işim, Varlık dergisine çevirdiğim Henri Michaux şiirleriydi. İlk kitap çevirilerim de lise sondayken yayımlandı. Üniversite döneminde çalıştığım çeviri bürosu gerçek bir okul oldu benim için, o zamanlar fiilen aynı ofiste, usta-çırak ilişkisiyle yetişme imkânı vardı. Mezun olunca bir müddet medyada çalıştım, sonra uzun yıllar özel sektörde yöneticilik yaptım. Çeviri de keyfekeder, düşük yoğunluklu olarak varlığını sürdürdü. Son birkaç yıldır diğer işleri bıraktım, esas olarak çeviriyle uğraşıyorum.

Edebi eserler ağırlıklı olmakla birlikte farklı türlerde kitaplar da çeviriyorum. Lisansım siyaset bilimi üzerine, beşeri ve sosyal bilimler çevirmeyi de seviyorum. Kitap çevirisi haricinde hemen her alanda ticari çeviriler de yaptım. Beyaz yakalı yıllarımda hukuki, diplomatik metinler işimin parçasıydı. Farklı çeviri alanlarında edindiğim birikimler birbirini besliyor, örneğin roman çevirirken aradığım bir çözümü hukuk dilinden hatta tıbbi metinlerden aşina olduğum bir kalıpta bulduğum oluyor.

Öncelikle sevdiğim kitapları çevirmek istiyorum tabii, ancak salt okur gözüyle beğenmekten biraz farklı bir sevgi bu. Çeviri tekniği açısından bir kaynak metin olarak ele aldığımda yukarıda değindiğim gibi metnin sergilediği özgün nitelikler, çevirmenden beklediği yaratıcılık, hatta bazı zorluklar da heves uyandırıcı olabiliyor. Bunu benim çevirmem ne fark yaratabilir, bir şey katabilir miyim dolayısıyla ben de zenginleşerek çıkabilir miyim bu süreçten? Öte yandan çevirmenler olarak her ne kadar münzevi bir yaşam sürsek de bu aslında bir ekip işi; birlikte çalışacağımız yayınevi, editör de önemli. Çevirmenin maddi, manevi haklarını gözeten, çevirmen dostu yayınevleriyle ve yetkin, titiz, işine heyecanla yaklaşan editörlerle uyumlu çalışabiliyorum. Ve son kertede bu bir iş yani biz de ekmeğimizin peşindeyiz ve ne yazık ki mevcut koşullarda yukarıdaki kriterleri karşılayan işler hayatı idame ettirmeye yetmiyor. Benim çok sevdiklerim çok satmıyor özetle. Dolayısıyla çarkı döndürebilmek ve seve seve yüksek edebiyat çevirebilmek için arada çok satacak birkaç işle de değirmene su taşımak gerekiyor, yakalayabilirsem tabii. Bu açıdan editörler de zorlu metinlerden erinmemiş, emektar çevirmenleri kollamalı.

Bir çeviri rutinim olmasını çok isterdim, hayatta herhangi bir rutinim olmasını çok isterdim ama maalesef çok dağınığım. Rutin kafayı rahatlatır, dinginlik verir, gereksiz teferruattan arındırır, odaklanmayı, verimli çalışmayı sağlar, yaratıcılığı besler aslında, bense ancak dışsal dayatmalarla yakalayabildiğim rutini kendi öz disiplinimle sürdürebilmekten acizim. Üstelik bu pandemi koşullarında ahali eve tıkılınca hem de bir anne olarak çalışma düzenim iyice bozuldu. Çoğunluk evden çalışmaya geçerken zaten evden çalışmakta olan çevirmen arkadaşlarımın çoğu da benim gibi son dönemde verimlerinin düştüğünden yakınıyor. Velhasıl neredeyse daima bir gecikme-yetiştirme adrenaliyle ama ağır ağır çeviriyorum. Araştırmaya dalarım, ayrıntıda boğulurum, içime sinmeden bırakmam. Soğutur soğutur bir daha okurum, bu işin bir sonu olmasa da. Sesli, müzikli ortamda kafamı toplayamam; dışarıda, farklı mekanda yerimi yadırgarım; kendi masamda, sessiz sedasız çalışırım, rutinden sayılırsa.

Ağabey’in çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Ağabey’i çevirmenin ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum, araya başka işler de girmiş olabilir. Zorlu olduğu kadar zihnimin ve dilimin sınırlarını genişleten, çok keyifli bir süreçti. En çok, yazarın kullandığı argo, sokak dili ve farklı alt kültür jargonlarına uygun karşılıklar üretmekte zorlandım. Güncel dilin canlılığını yansıtabilmek, anakronizme ya da “lanet olsun dostum” tarzı, sadece çeviri metinlerde yaşayan bir argo temsiline düşmemek için çok titizlendim. Üstelik romanın geçtiği kültüre ve coğrafyaya ait bazı unsurların bizde karşılığı da yok, mesela Türkiye’de mağribi göçmenler olmadığından o insanları nitelemek için farklı farklı sözler de üretmemişiz. Esasen mesele salt bir söz dağarcığından ibaret de değil, o dile özgü kalıplara, söyleyiş tarzlarına, yaygın kullanımlara nüfuz ederek kendi armonisinde akıtabilmek önemli. Türkçede bu alanda kaynaklarımız hem çok kısıtlı hem de büyük ölçüde güncelliğini yitirmiş durumda. Büyük Argo Sözlüğü için Hulki Aktunç’u şükranla anıyorum ancak argo dilin belki de kendini en hızlı yenileyen alanı, vefatından beri kimse el atmamış olduğundan bu çok değerli çalışma neredeyse tarihi bir kayda dönüşmek üzere, buradan sözlükçülere sesleniyorum. Filiz Bingölçe’nin Kadın Argosu Sözlüğü gibi farklı alan argoları üzerine yapılmış çalışmalardan TDK’nin tarama sözlüklerine, Tietze’nin lugâtine kadar ulaşabildiğim tüm yazılı kaynakları taradıysam da çoğu kez aradığımı sosyal medyada buldum. İkinci el oto satıcılarının forumlarından Youtube’daki varoş gençliği videolarına kadar, envai çeşit ortama dadandım. Tüm bunları kişisel tarihimden gelen aşinalıkla harmanlayarak okunabilir bir kıvam tutturmaya çalıştım.

Gerçi ilk romanıymış Ağabey ama çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı Mahir Güven? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?

Belirttiğiniz gibi ilk romanı olduğundan ben de Mahir Güven’i Ağabey ile tanıdım ve çok sevdim. Üstelik çok özel bir deneyim yaşadım, çeviri dosyasını ilk olarak yazarı okudu. Mahir Güven kendi Türkçesine pek güvenmiyor gerçi ama annesine de okutmuş. Anneden onayı alınca tamamdır, dedik. Yeni kitabı yakınlarda çıkacak sanırım, heyecanla bekliyorum.

Mahir Güven orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?

Mahir Güven özellikle sokağın diliyle yüksek Fransızcayı harmanlayarak oluşturduğu özgün dille dikkat çekiyor. Eleştirmenlere Céline’i, Romain Gary’yi hatırlatıyor, nitekim bu iki yazara da göndermeler var Ağabey’de. Sokağın diline yukarıda değinmiştim ama Fransa’daki ve diğer ülkelerdeki eleştirmenlerin göremediği bir diğer kanaldan daha besleniyor dili ki o da Türkçe. Güven Fransa’da büyümüş, orada okumuş ama kulağında annesinin, ninesinin türküleri, masalları var, ozanlardan dizeler var. Zaman zaman bunlardan devşirdiği imgeleri, deyimleri ve Türkçenin müziğini, temposunu da Fransızcaya ustalıkla yedirerek özgün bir tat yakalıyor.

Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?

Parçalardan ziyade akış halinde bir roman Ağabey, aradan bir şeyler çekip koparmak zor. Yine de babasını betimlemesi, konuşturması, polis sorgusu sahnesindeki gerilim, finaldeki aksiyonda yakaladığı tempo ilk aklıma gelenler ve benim de çok keyifle çevirdiğim pasajlar. Ve tabii epilog çok etkileyici, boğazımızda bir yumrukla bırakıyor bizi.