Ebuzer Kalender

Elinde bileti, ağzında sigarasıyla ayakta dikilen Veli saatine baktı. Daha kırk dakikası vardı. Biletini pantolonunun arka cebine sokup küçük otogarın karşısındaki öykü kafeye yürümeye başladı. Biraz hikâye dinlemek istiyordu. İnsanlar kitap okumayı bıraktığından beri, sesli öykülerin yer aldığı makinalar ilgi görmeye başlamıştı. Basılı kitap devri de kapanmak üzereydi; anlaşılan buna en çok ağaçlar sevinecekti, bir de kitabı satmayan yazarlar…

Ucuz bir kahve alıp cebindeki onluk banknotu bozuk parayla değiş tokuş eden Veli, kafenin uzak köşesindeki masalardan birine yürüdü. Karton bardağını ve elindeki bozuk paraları kirli beyaz masaya koyduktan sonra sağ üst köşesinden yırtılıp da kauçuğu gözükmeye başlamış sandalyeye kendini bırakır gibi oturdu. Sandalyenin metal ayağı, karo zeminde sürüklenip ses çıkardı. Komşu masalardan dönüp Veli’ye bakanlar oldu. Veli suçlu bir çocuk gibi sindi. Üzerindeki dikkatler dağılınca, cebindeki kulaklığı çıkarıp daha önce kaç kişinin kullandığı belli olmayan öykü makinasının eskimiş kulaklığının yerine taktı. Masanın üzerindeki bozuk paralardan birini alıp makinaya attı, kulaklığını taktıktan sonra kolu çevirdi. Yumuşak bir kadın sesinin telaffuz ettiği öykünün başlığını duyunca bıyık altından gülümsedi:

AT TARAĞI

“Selam ortak.” deyip içeri giren Seyit PVC ofisteki sandalyelerden birine oturuverdi ve sehpadaki şekerliğe uzandı.

“Aleykümselam evlat.” diye karşılık verdi Davut. Kollarını masaya koyup sırtını dikleştirdikten sonra devam etti: “Hamo dedem derdi ki önemli olan hikâyelerdir insanlar değil, bunu bilesin.”

“Hı, Hamo dede mi. O kim be!” dedi Seyit. Şekerlikten aldığı ucuz mini meybonlardan birini ambalajından çıkarıp ağzına attı. Şeker damağına değerken ağzını şapırdattı.

“Zaten çok olanın kıymeti yoktur be evlat. Hem insanoğlundan çok ne var ki şu dünyada! Göster bana.” dedi Davut ve gözlerini büyütüp ellerini yana açtı. Seyit dudağını büküp kaşlarını çattı, “Evlat mı?” diye mırıldandı ve ne oluyor burada der gibi kapıya doğru baktı. Davut devam ediyordu: “O yüzden ölürler, öldürülürler, köleleştirilirler, aşağılanıp hor görülürler. Sonra kitleler halinde bir araya gelip belirli bir kişi ya da zümrenin rahatı için didinip dururlar. Milyonlarca insan neden tek bir kişinin peşinde koşar ki! Peşinde koştukları insanlar mı çok değerlidir yoksa kendileri mi değersiz?”

“Haydaaa… Ne anlatıyorsun abi sen?” dedi Seyit göz kırparak.

“Dokunamayacağın yaraların oldu mu hiç?” dedi Davut ve işaret parmağını Seyit’e doğru uzattı. “Yarana dokunmaya başladıysan iyileşiyor demektir.”

Seyit ağzındaki küçülmüş şekeri dişlerinin arasında hınçla ezdi, şeker çıtırtılar eşliğinde parçalanırken “Yahu sikecem şimdi yaranı da, dedeni de, ebeni de… Sarhoş musun ne?” dedi, “Geldim iki dakika şuraya ki bir çay içelim diye!” Elini savurup oturduğu yerden kalktı ve “Hamo kim lan?” diye çıkıştı.

“Ööööffff, oğlum bi dur ya!” deyip masaya vurdu Davut. Eliyle işaret edip “Otur hele.” dedi. Seyit söylenerek gönülsüzce tekrar oturdu. “Bir sabredemedin değil mi? Ne tez canlı adamsın.” deyip kafasını salladı Davut.

“Suçlu ben mi oldum şimdi, deminden beri saçmalayıp duruyorsun.” dedi Seyit ve ayak ayaküstüne atıp kıçını Davut’a döndü.

“Yahu arkadaş role girmeye çalışıyoruz şurada. İçine ettin atmosferin.”

“Ne rolü be?”

“Teklif geldi geçenlerde, bir dizide oynayacağım.”

“Valla mı?” dedi Seyit belli belirsiz gülümseyerek. Heyecanlanmıştı, hemen yanaştı ve ellerini masanın üzerine koydu. “Ne dizisi, neden daha önce demedin?”

“Kesinleşmesini bekledim.” dedi Davut ve sırtını iyice koltuğa yasladı. Ayak ayaküstüne atarken sağ elinin küçük parmağını kulağına götürdü. Kulağını kaşırken ağzını yayarak “Ya aslında çok da önemli değil.” dedi, “Bir aşiret dizisi. Dizide sürekli özlü sözler eden bir adamı oynayacağım.”

“Haaaa, şimdi anlaşıldı neden böyle mal gibi konuştuğun. Yahu arkadaş yaşım kırk oldu, daha çevremde bu dizilerdeki gibi hayat dersi vererek konuşan kimseyi görmedim… Eeee, başka kim oynayacak dizide?”

Davut kulağından çektiği parmağına baktı, yapışkan koyu sarı sıvıyı masanın altına sürdü ve “Benden başka birkaç sinirli adam olacak dizide, üç tane de sürekli ağlayan kadın. Biraz da şive yapacağım.” dedi.

“Yapsana biraz.” dedi Seyit ve ağzı açık beklemeye başladı.

Davut toparlanıp boğazını temizledi. “Civan kurban olam etmeyesan, buraya illa ki gelecaksan.”

“Çok iyi ya!” dedi Seyit ve eliyle baldırına vurdu. “Gırtlağı da mükemmel yapıyorsun. Bir de dar kesim takım elbise giyip beline tabancayı soktun mu tam role girersin.”

“Tabi abi, orası şart yani.”

“Sürekli ağlayan kadın dedin de aklıma geldi.” dedi Seyit parmağını şıklatarak. “Eğer dizide bu rol için oyuncu ihtiyacı olursa haberim olsun. Bizim komşu Seher Abla var, çok iyi ağlıyor kadın.”

“Oyuncu mu o da?”

“Yok.” dedi Seyit kaşlarını kaldırarak, “Ama kadıncağız sürekli ağlar.”

“Niye ki?”

“Ne bileyim valla.” dedi Seyit dudağını bükerek. “Bir hastalığı varmış galiba. Cıraying Sendromu mu Kıraying Sendoromu mu ne. Kadın sürekli ağlıyor. Bana sorarsan bunun sebebi hastalıktan ziyade kadını her gün döven kocasıyla yokluk.”

“Tamam abi olursa haber ederim, yapımcıyla aram iyi.”

Bu sırada elinde tepsi, çırak girdi içeri. Tepsideki çayların birini sehpaya birini de masaya bıraktıktan sonra gitti. Seyit çayından ilk yudumu aldıktan sonra “Dizinin adı ne?” diye sordu.

“At Tarağı.” dedi Davut çayına attığı tek şekeri karıştırırken.

“At Tarağı mı? İlginç… Farklı çağrışımlar da yapıyor sanki. Neden At Tarağı?”

“Ya aslında dizinin ismi eski bir geleneğe dayanıyor.” dedi Davut çay tabağına dökülen azıcık çayı çöp kovasına boşaltırken. “Eskiden gelin bohçalarının vazgeçilmez ve özel parçalarından birisi şimşir taraklarmış. Bu bohçalara işçiliği en güzel taraklar konurmuş. Eğer gelin ve damat tarafında bir pürüz çıkar ve gelin tarafı nişanı bozmak isterse bohçadaki tarağı damat tarafına gönderirmiş. İşte bu olaya ‘tarak atmak’ denirmiş. Dizide de birbirine delice âşık iki nişanlı var. Ancak kız, zalim babasının ‘At tarağı!’ baskısıyla nişanı bozmak zorunda kalır. Oğlan da kızın başkasıyla seviştiğini düşünerek kahrolur ve iki aile birbirine düşman olur. Böylece…”

Lafını tamamlayamadan masanın üstündeki cep telefonu çaldı. Gelen çağrıya bakınca huzursuz bir el hareketiyle kaptı telefonu Davut. Arayan yapımcıydı. Toparlanıp boğazını temizledikten sonra telefonu açtı.

“Aloooo. İyi günler efendim, merhabalar.”

“…”

“Teşekkür ederim, sizler nasılsınız?”

“…”

“İptal mi? Yapmayın, o kadar da hazırlanmıştım oysa. Üzüldüm şimdi.”

“…”

“Evet, oynarım tabi ki!”

“…”

“Neredesun? Yanina geleyirum da. Ha bizum uşak yok idur yanumda, o gelemayi.”

“…”

“Beğenmenize sevindim. Peki ne zaman başlayacak o proje?”

“…”

“Tamam ben sizden haber bekliyorum o zaman.”

“…”

“Teşekkürler, iyi günler efendim.”

Davut yüzünü buruşturup elindeki telefonu savurur gibi masaya bıraktı ve “Siktir ya!” dedi.

Seyit’in de yüzü düşmüştü, “Ne oldu be?” diye sordu ürkek bir sesle.

“Dizi iptal olmuş.” dedi Davut ve iç geçirip yüzünü sıvazladı. Seyit bir şey diyemedi. Davut alnını ovaladıktan sonra devam etti. “O kadar çalıştık oysa… Neyse, yeni bir proje varmış. Bir Karadeniz dizisi. Adam bana Karadeniz şivesi yapabiliyor musun diye sordu. Sözde o dizide oynatacakmış beni. Ama dizi için pratik yapmak gerek.” dedi Davut ve ayağa kalktı. Seyit’e elini uzattı ve “Hadi horona duralım.” dedi.

Seyit garip garip baktı arkadaşının yüzüne ve bir şey demeden çaresiz kalktı ayağa. El ele tutuşup horona durdular. Çırak da katıldı onlara. Horon tepe tepe dükkânın kapısından çıktılar. Sokağın karşısında bir kemençeci ile tulumcu belirdi. Başladılar çalmaya. Bu sırada horon halkası da giderek genişliyordu. Yol trafiğe kapandı, horona katılmayan küçük bir kalabalık da el çırpıp ayaklarıyla tempo tutuyordu. “Ha uşak ha, ha, ha!” nidaları göğe yükseliyordu. Davut artık kendini role hazır hissediyordu…

***

Davut iyi bir oyunculuk çıkarmasına çıkarmıştı ama çekimleri iki ay sonra başlayan dizinin ömrü kısa oldu. Sadece üç bölüm oynayan “AT TARAĞU” adlı dizi reyting kurbanı oldu. Dizi bitse de Davut rolden çıkamadı. Kendisini Karadenizli bir tüccar sanmaya başladı. Heves edip bir de kemençe aldı. Evde yaptığı rahatsız edici pratikler neticesinde alt komşusuyla arası açıldı. Bir akşam şikâyete gelen komşusuyla tutuştuğu kavgada yenik düştü. Başına aldığı kemençe darbesiyle yaralanıp hastaneye kaldırıldı. Hastaneye ziyarete gelen Seyit’e, eğer ölürse kemençesiyle gömülmesini vasiyet etti. Üç gün sonra da beyin sarsıntısından ölüverdi. Seyit zor da olsa arkadaşının vasiyetini yerine getirdi. Defin işlemlerinden on gün sonra “Ha uşak ha, ha, ha!” sesleriyle uyanan mezarlık bekçisi, Davut’un kabrinin başında horon tepen üç mezar hırsızı buldu. Hırsızlar horona durmakta haklıydı çünkü mezardan çok güzel kemençe nameleri geliyordu. Büyüleyiciydi notalar. Dayanamayıp bekçi de durdu horona. Horondan bitkin düşünceye kadar oynayan bu adamlardan hırsız olanları hapse, bekçi olanıysa deli hastanesine tıkıldı. Ancak olanlar tez duyuldu ve Davut’un mezarı bir türbe haline getirildi. Adına da Kemençeci Baba koydular. Her gece bu mezardan göğe yükselen kemençe nidalarının eşliğinde horona duranlar dileklerine ve sağlıklarına kavuştular…

Öykü bittiğinde Veli, “Hayatımda böyle saçma şey dinlemedim! Hem bir bok da anlamadım.” diye geçirdi içinden. Öyküyü sonuna kadar dinlediğine de pişman oldu. “Neden böyle bir hikâye yazmışlar ki.” diye düşündü. Ardından omuzlarını silkti ve masadaki bozuk paralardan birini daha makinaya attı.

SEVGİLİYE MEKTUP

Aslında sevgi sözcüklerinden pek anlamam. Ama seni kalabalıklar içindeki yalnızlığı sevdiğim gibi seviyorum. Hep mutlu edersin beni; tıpkı aylar sonra giydiğim pantolonumun cebinde bulduğum büyük bir banknot gibi. Sensizlik zor… Sensiz arkasına basılmış bir ayakkabı gibiyim, ya da üzerine yemek dökülmüş beyaz bir gömlek. Sulanmış yufka ekmeğin kuru kalmış kenarlarıyım sanki, birazdan tavuklara yem olmayı bekliyorum. Ya da acemi bir kasap elinde kırk yerinden delinmiş bir deriyim de üç paraya satılıyorum. Tadım yok; su çekilmiş çaya ya da gazı kaçmış kolaya benziyorum.

Seni nasıl anlatsam… Kışın ortasında, bembeyaz karlar arasında, yolları kapanmış, bacasından eğri dumanlar tüten briket evimdeki sobanın üstünde, alüminyum çaydanlığımın ağzından buharlar fışkırtarak ve kapağının dans ettirerek kaynayan kuşburnu çayımsın. Seni koyuyorum bardağıma, demini almışsın. Kan kırmızısı. Macunları kurumuş, soğuk alan mavi çerçeveli tek katlı penceremin önüne geçiyorum. Cam buğulu, köşelerine kar birikmiş. İçiyorum seni, kokun burnuma dolarken sıcaklığın boğazımı gıdıklayıp içime akıyor. Buruk tadın tüm benliğimi kaplıyor. Buhar buhar tütüyorsun. Nasıl oluyorsa, macunu dökülmüş küçük bir aralıktan dışarı sızıyorsun. Çayımın tadı kaçıyor, bırakıyorum kenara. Sonra karlar üzerinde benden uzaklaşan ayak izlerine dönüşüyorsun; küçük adımlı minik ayak izleri. Kirletmiyorsun karları ve uzaklaştıkça burun sızımı, yutkunmalarımı ve nihayetinde gözyaşlarımı da peşinden sürüklüyorsun. Ama sonra seviniyorum, yollar kapalı gidemezsin diyorum. Sen de vazgeçmiş olacaksın ki köşe başında bir ağaca dönüşüyorsun. Çıplaksın, üzerine karlar örtmüşsün. Üşümenden korkuyorum, çıkıp dışarı sana sarılmak istiyorum. Ama kapının önüne karlar yatmış, çıkamıyorum. Bu sırada piç bir rüzgâr geçiyor sokaktan. Kafasına göre esiyor, etrafında dolanıp sarkıntılık yapıyor. Üzerindeki karları döküp de çıplak bedenini görünce köpek gibi uluyup ıslıklar çalıyor. Sonra çıplak bedenini yalamaya başlıyor. Korkuyorsun, tir tir titriyorsun. Ardından çırpınıp, rüzgârın kollarından kendini kurtarmaya çalışıyorsun. Ama olmuyor, işi biten rüzgâr pantolonunu çekip keyifli ıslıklar öttürerek yoluna devam ediyor. Sense kolun dalın kırılmış öylece duruyorsun ve sonunda gözümün önünde kuruyup gidiyorsun. Oysa sana söyleyeceklerim dilimde, hatta daha da beride kafamda kalıyor. Daha çiçekler açacaktın, tomurcuklar verip meyveler doğuracaktın. Sonra ben dallarına salıncaklar kuracaktım…

Şimdi bir oduncu yaklaşıyor, elinde ağzı parlayan bir baltayla. Gözünü kırpmadan kesiyor seni, ama biliyorum ki canın artık acımıyor. Senin yerine ben acıyorum. Çatırdayarak devriliyorsun. Kim bilir, belki vücudun birileri ısınsın ya da doysun diye yanacak; belki de bir evin direği ya da bir tavanın merteği olacak. Nihayet çıkıyorum evimden ve sana doğru yürüyorum. Yerdeki kökün bir mezar taşına dönüşüyor. Üzerine uzanıyorum. Toprağını gözlerimle suluyorum. Sen benim mezarımsın, beni sana gömsünler istiyorum…

Ses sustuğunda Veli yutkundu. Böyle başlayan bir öyküden böyle bir son beklemiyordu. Satırlarda burnunu sızlatan bir şeyler olsa da öyküdeki uyumsuzluk canını sıktı. Kafasını salladı ve makinaya bir bozuk para daha attı…

ÖYKÜ KAFE

Girdiği kafenin arka masalarından birine sinmiş, otobüsünün kalkış saatini bekliyordu. Dinlediği birkaç öyküden sonra harcadığı zamana ve paraya üzüldü. Yazdığınız öyküleri sikeyim diye geçirdi içinden. Ve sonra, kendisinin daha iyilerini yazacağını düşündü. Hatta bundan emindi. Çünkü yazma hususunda mazisi parlaktı. Ortaokulda, yerli malı konulu kompozisyonda sınıfının birincisi olmuştu. Ayrıca Yeşilay haftasında, sigaranın zararları hakkında yazdığı şiir de il genelinde üçüncülük almıştı. Okulun merdivenlerinin sahanlığında, ellerini ve kollarını sallayarak nasıl da okumuştu o güzel şiiri önündeki kalabalığa?

Dumanını yel alır
Parasını el alır
İçmezsen sigara
Sağlığın kar kalır…

Ah sigara sigara
Koydun beni dumana
Senin gibi illetin
Okuyayım canına

Sigaranın külünü
Döktü kedi sütünü
Anam kızdı babama
Saçma şu meret tütünü

Amca gel içme sigara
Bak kanser olursun sonra
Ona vereceğin parayla
Git sevindir bir fukara…

Gülümsedi. Montunun iç cebindeki sigara paketini yokladı. Sonra düşünmeye başladı. Nasıl olabilirdi öyküsü? Belki de kendisi gibi, öykü kafesinde zaman öldüren bir adamın hikâyesini yazmalıydı. Zaman düşünce aklına, saatine baktı. Bakmasıyla gözleri kocaman açıldı. Nasıl da dalmıştı böyle? Otobüsünün kalkış saati gelmiş de geçiyordu. Oturduğu yerden ayağa fırladı. Masanın üzerindeki bozuk paraları unutarak otogara koştu… Peronu boştu. Yazıhanede aldı soluğu. Otobüs kalkalı on dakika olmuştu. “Dönemezler mi?” diye sordu deskin ardındaki zayıf ve yaşlı adama. Yaşlı adam elindeki elmayı ısırıp birkaç kez çiğnedikten sonra “Cık.” dedi. Umudu yoktu ama yine de sordu: “Peki, beni bir araçla otobüse yetiştiremez misiniz?” Soru başkasına sorulmuştu sanki, cevap gelmeyince tekrar etti cümlesini. Bu sefer de soru soran başkasıymış gibi aksi yöne bakarak cevap verdi yaşlı adam yorgun kelimelerle: “Mümkün değil, şu an otobana çıkmıştır otobüs.”

Çaresiz geçti ve bir banka oturdu. Kendine kızdı bir süre, şansına sövdü. Ama sonra “Vardır bunda da bir hayır.” diye düşündü, “Belki otobüs yolda kaza geçirecekti ve ben ölecektim.” Derin bir iç geçirip yazıhaneye tekrar yaklaştı. Bir sonraki otobüs seferi için bilet aldı. Daha üç saati vardı. Otogardan çıktı. Dışarıdaki insan kalabalığına karıştı. Karnı açtı, oysa otobüste dağıtılacak keke hazırlamıştı kendisini. Karşı caddedeki dönerci çekti dikkatini. Dalgındı. Yolun karşısına geçerken çığlığa benzer bir korna ve keskin bir fren sesi son duyduğu şeyler oldu. Altında kaldığı otobüsle birlikte sürükleniyordu…

Öyküyü bitiren Veli’nin nabzı hızlanmıştı, tedirgin oldu. Gergince gülümsedi. Şaşırmıştı, etrafını süzmekten kendini alamadı. Son öykünün kahramanı kendisiydi sanki. Ama sonuçta karşıda bir otogar vardı ve bu kafeye onun gibi daha niceleri gelip öyküler dinlemiş olmalıydı. Bunları düşünüce rahatladı ve öyküdeki kurgunun zekice olduğunu düşündü. Yavaştan toparlanmaya başladı. Önce kulaklıklarını çıkardı, küçük bir daire şeklinde sarıp montunun iç cebine soktu. Ardından kollarını yana açıp sandalyeye yaslanarak iyice gerindi ve ağzını kapatmaya gerek duymadan esnedi. Sonra elini montunun cebindeki telefonuna attı. Ekrana bakmasıyla gözlerinin büyümesi bir oldu. Otobüsü kalkmak üzereydi. Telaşla fırladı ayağa. Masanın üzerindeki bozuk paraları almayı bile unuttu. Dışarıya nasıl çıktığını anlayamadı, karşıya geçtiği sırada keskin bir fren sesinden sonra neden insanlarının başına toplandığını da.

Kendine geldiğinde doğrulmaya çalıştı ancak çıkan sese bakılırsa kafası bir tahtaya çarpmıştı. Oldukça dar ve karanlık bir yerdeydi. Korktu. Gözü nihayet karanlığa alıştığında yanında bir şey durduğunu fark etti. Bir kemençeydi bu. Dudakları titremeye başladı, midesi bulanıyordu. Bir yandan da olanlara anlam vermeye çalışıyordu. Gerçek miydi bu yaşananlar? Bir süre gözlerini kapatıp durdu öylece, sakinleştiğini hissediyordu. Gözlerini açtığında “Gerçek ne ki?” dedi kendi kendine. Derin bir iç geçirdi. Sonra gerçek olamayacak kadar sıra dışı şeyler yaşanırken gerçek ve düşü birbirinden ayırmanın mümkün olamayacağını, belki de bu yaşananların ve hayatının tamamen bir düşten ibaret olduğunu düşündü. Belki kendisi de bir bozuk para karşılığında dinlenen bir hikâyenin kahramanıydı da birçokları gibi aynı kurgunun tekrarını yaşıyordu. Sonra bunları düşünmenin anlamsızlığı geldi aklına. Olanlar değişecek miydi sanki. “Amaaann siktir et.” diye mırıldandı ve kemençeyi eline aldı. Kemençe çalmasını bilmediği gerçeğine inat yayı tellere sürtmeye başladı. Çıkan melodilerin güzelliği karşısında şaştı kaldı. Keyifle gülümsedi ve kendini müziğin ritmine bıraktı…

Ebuzer Kalender