Zeynep Tandoğan

Hayati Sönmez’e

Coğrafyalar sınırlarla adlandırılıyor, tellerle gencecik erlerin nöbetinde birbirinden ayrılıyordu. Oysa dağların ötesine kara kara kazanlar kuruluyor berisine sarı sarı başaklar diziliyordu. Su kenarlarında öbek öbek genişleyip kandan arta kalan bebelerle, kaderin takipçisi babalarla, suskun annelerle çoğalıyorduk; köydür, kasabadır, şehirdir diyerek. Şimdilerde daire daire büyümekte, sınırları evlerin kapısına çekmekteyiz. Bir haneden bir haneye selam durulduğu, bir çocuktan bir çocuğa misket yuvarlandığı, oyunların kuralına göre oynandığı zamanlardan bir zamandı.

Anne, sabah yumurta, kuşluk vakti yemiş, öğle pilav, ikindi gözleme, akşam pilav üstü, akşam ertesi pat pat mısır, kimi akşam da pıt pıt patates sürdüğü; çay demlediği… çay demlediği… kahve taşırdığı, ekmek ısladığı, helva kavurduğu aş ocağının nöbetçisi yuvasının dişisiydi. O akşam annenin çizik attığı kestanelerin sobanın üstünde çıkardığı ‘çat’ sesleri odaya hoşluk yaymıştı. O sırada bir yaşındaki Ali’nin sobaya yanaşması, iki eliyle sarılıp çığlık koparması, köşede televizyona gömülmüş babayı yerinden zıplattı. Zıplatması ile ağzında köpüklerle yere kapaklanması bir oldu. Anne kestane maşasından Ali’ye uçtu, kapı ağzındaki kovaya daldırdı; döndü dizini nöbetteki babaya yastık, ağızdan köpüreni çocuğa merhem etti…

Baba, Ali’nin doğumunun ertesi asker ocağına teslim olduydu. Mordan pembebeyaza dönen ılık, kıpırtılı oğlunun boynuna gömdüğü başını nasıl çekti de adını duymadığı bir bucağın nöbetine vardıydı. Eksi yirmi derecede beyaza duran gecenin nöbetinde kendi gölgesinden korkup zıplamış, bir karaltı tarafından yere kapaklanırken “tüfek omza!” yere düşürdüğü kendi silahında kafayı çatlatmış idi. Gece nöbetinden köpük nöbetine terhis olmuştu…

Köpüren babanın, uçan annenin yavrusu Ali, uzun süre bazen yoğurtlu bazen halis yağlı, teslim vaziyet eller havada gezdi. Soba yanığında el ayasının ipeğini yitirdi. Ara ara dilini yuttu; üç gün sustu iki gün konuştu. Ali sustu yürüdü duydu büyüdü. Sese durduğunda, tavşanın karda korkulu adımlarını, kadınların efkarını, adamların çaresiz sigara dumanlamasını duydu. Coğrafyanın tıkırtısını, çatırtısını, patırtısını duydu. Pususunu, narasını duydu. Dünyanın önce ses sonra söz olduğunu duydu. Çocuk Ali sese nöbetledi, söze koştu. Üç gün duyduğunu iki gün söyledi. Dağın yamacından ardını, suyun akışından ötesini bildi. Suskulu günlerinde babasına yasladı başını, boynunun ılığına gömdü. Kadere yürüyen babaların hikâyesini duydu. Annesinin ninnisinde sallandı. Kapı önünde adımladı. Ali sustu yürüdü duydu büyüdü. Yedisinde mektebe yollandı. A’dan başlayıp Anneye, B’den Babaya vardı. Ağzındaki boşluktan harfleri üfleyip kalemden kâğıda Zıplatıp noktaladı alfabeyi. Kimi gün çıt çıkarmadan, kimi gün paldır küldür, harften kelime kelimeden cümleyi tümledi. Harflerin nöbetinde duyduğu tüm sesleri içeri buyur etti. Tek bir sözcük atlamadı. Tümünü yuttu. Ağzı mühürlü üç gün uyudu iki gün konuştu. Soğuk suya avuç açar gibi, çınarın gölgesinde uyur gibi, babasının şakasından kaçar gibi, annesinin eteğini tutar gibi, ısıtılmış eve uyanır gibi, ekmeği elinden düşmez gibi, babasının kokusu boynundan uçmaz gibi, şu dağın ardına sınırlar çizmez gibi, sınırlara gencecik erleri dizmez gibi, yüzümüze kapıları kapamaz gibi yumuşacık ılık ılık konuştu. İki gün söyledi üç gün sustu. “Yok olmaz, ikiye üç hesaba uymaz!” dediler, öte mektebe almadılar. Annesi gözyaşı akıttı. Baba sustu köpürdü. Ali güldü… Meselleri annesinin ninnisine kuyruk etti uçurdu. “Konuş deyince ses, sus deyince pus edecek!” dediler, asker ocağına da almadılar. Baba güldü…

Zeynep Tandoğan