Levent Mete

“Ay Doktor Bey, kızlık elden gitti!”

“Ha?” diye bir ses çıktı ağzımdan, “Ne? Ne oldu?”

“Kızlık elden gitti.”

Saçı başı dağılmıştı. Gömleğinin düğmeleri neredeyse beline kadar açıktı. Üzerine bir ceket giymiş ancak onun da önünü iliklememiş, rüzgârın çatılarda uğuldadığı soğuk kış sabahında öylece çıkıp gelmişti.

“Kim yaptı bunu sana?” diye sordum, gayrı ihtiyari böyle bir cümle çıktı ağzımdan.

“Kimse yapmadı, kendim istedim.”

“Nasıl yani?”

“Oğlan çok yakışıklı Doktor Bey” derken gözlerini kaçırdı.

Bir an sanki aklım boşaldı. Ne diyeceğimi bilemedim. Kendi isteğiyle bir ilişki yaşadıysa niye şimdi böyle sabahın köründe gelip bana açılma ihtiyacı duyuyordu? Şaşkınlığımı atlatıp kafamı toplayınca aslında belki de şikâyet edip yardım istemekten çok yaptığıyla öğünen, neredeyse meydan okuyan bir hali olduğunu düşündüm. Büyük bir kayba uğramış, çok önem verdiği bir şeyi yitirmiş gibi “elden gitti” diye ifade ediyordu ama aynı zamanda yüzünde müjde verir gibi bir mutluluğun, hınzırca bir neşenin izleri vardı. Bir çeşit teşhircilik hatta belki bir tür kışkırtıp baştan çıkarma girişimi de olabilirdi.

Ama sonra, karşımda çayını yudumlayıp bu arada üstünü başını düzeltip kendine çekidüzen verirken söylediklerini dinledikçe aklımdan geçenlerin hiçbirinin gerçeğe uymadığının farkına vardım. Karşımdakini anlamaktan çok önyargılarım arasında seçim yapmaya çalışıyordum. Kendisini fazlasıyla etkileyip heyecanlandıran bir olay yaşamış, gelip benimle paylaşmıştı. Yalnızca bu kadardı. Yardım istemek ya da etkilemek gibi bir amacı yoktu. İçi dışı bir olmanın en ileri hali olmalıydı bu. Her türlü sınırın çok ötesinde, ancak bir çeşit anormallik ya da kavrayış zayıflığı diye adlandırılınca kabul edilebilecek bir durumdaydı. Belki de bir akıl hastalığı vardı. Karar vermeye çalışıyor, ne kadar uğraşsam da hiçbir kalıba yerleştiremiyordum. Farklı birisiydi, sonunda kararımı verip rahatladım. Tuhaf, olağandışı ama kesinlikle zararsızdı. Şu ya da bu amaçla başkalarına yönelmiyor, kendi bildiğince ve kendi kabuğunun içinde yaşıyordu. Beni gafil avlayıp aklımı karıştıran şey bu kabuğun tümüyle saydam olmasıydı. Sanki kalabalık bir caddeye bakan camdan bir evin salonunda sere serpe dolaşıyor, mutfağa, banyoya, tuvalete girip çıkıyor, bütün bunları etrafta kimse yokmuş gibi bir rahatlıkla yapıyordu. Yarım saatlik konuşma içinde neredeyse bütün heveslerini, endişelerini, hayat planlarını, güçlü ve zayıf yanlarını öğrenmiştim. Onu uyarma ihtiyacı duyuyor, aman dikkat et, kendini böyle apaçık ortaya koyma, insanın iyisi kötüsü, dünyanın bin bir türlü hali var kıvamında akıllar vermemek için kendimi güç tutuyordum. Hatta bazı öğütler kaçtı ağzımdan, öyle yapma böyle yap gibi bir şeyler söyledim, bunları kimseye anlatma bence falan dedim. İlgisiz ya da umursamaz değildi, söylediklerimi dikkatle dinliyor ancak onaylayan ya da karşı çıkan bir cevap vermiyordu.

Emine, sağlık ocağının hemşiresiydi, en fazla birkaç haftadır tanışıyorduk. Okulu bitirip buraya tayin olmuştu. Henüz on sekizinde bile değildi. Onu tanıdıkça böyle beklenmedik davranışlara giderek alışacaktım. Yalnız ben değil çevredeki herkes alışacaktı ona. Ünlü ve zengin kişilere ve köyün delisine gösterilen türden özel hoşgörüden yararlanıyordu. Her ikisiyle de benzer yanları vardı. Tarzıyla ve yaptıklarıyla kısa sürede o çevrenin en tanınmış kişisi olmuştu ve delice denebilecek bir cüret ve rahatlıkla davranıyordu. Gençlerle voleybol oynuyor, dereye balık tutmaya gidiyor, korucunun mobiletiyle yollarda dolaşıyor, düğünlerde çalgıcılarla birlikte şarkı söylüyordu. Meydana at üstünde geldiği gün nasıl şaşırdığımızı hatırlıyorum. Sürekli çekip durduğu fotoğraflarla köy okulunda açtığı sergiyi duyurmak için davetiyeler hazırlamış, dolmuşla, otobüsle, traktörle kıyıdaki kasabadan dağ köylerine kadar her yere gidip gelmiş, insanlarla tek tek konuşmuş, serginin açıldığı gün okul bahçesinde ve çevresindeki çayırlıkta, yörenin ölçüleri içinde basbayağı bir izdiham oluşmuştu.

Köyleri dolaşarak yaptığımız muayeneler, aşılamalar, buna benzer bütün hizmetler onun ilişkileri, çabası ve akıl almaz canlılığıyla bir karnaval havası içinde geçiyor, insanlar hizmet almaktan çok sağlık ocağının olağanüstü hemşiresini ve yaptıklarını görmeye geliyorlardı.

Sürekli kitaplar dergiler okuyor, bunları yanında taşıyor, köy kahvelerine, okullara, kimi evlere dağıtıp topluyor, okuyup öğrendikleriyle alışık olmadığımız fikirler geliştiriyordu. 3Y logosuyla tanıttığı Yalnız Yaşayan Yaşlılar Projesiyle herkesin gönlünü kazanmış, “Çilek” ismini de ona bu bahaneyle sürekli ilgilendiği, evine girip çıktığı, ihtiyaçlarını gördüğü yaşlılardan biri, ormana çıkan patikanın sonunda keçileriyle tek başına yaşayan Ayşe Nine vermişti. “Dokuz köyün çileği” diyordu ona. Aslında dokuz köyün çiçeği mi demek istemişti, çilek derken kastettiği özel bir anlam mı vardı bilmiyorum, ama nasıl olduysa bu isim tutmuş, kısa süre sonra gerçek isminin Emine olduğu neredeyse unutulmuştu.

Bu arada düşündüklerine ve yaptıklarına duyduğu inanç ayrıca şaşırtıyordu beni. Örneğin o soğuk kış sabahının köründe gelip anlattığı yakışıklısını, hayatlarını birleştirmek için henüz çok erken olduğuna ikna etmişti. Önlerinde yaşanacak uzun yıllar, görülecek yerler, tanıyacakları insanlar vardı. Oğlanın pek yüksek bir kavrayışı yoktu, bunları ezberletilmiş gibi basit, renksiz bir dille sağda solda anlatıp duruyordu.

Ancak bu cüretkâr ve kendinden emin genç kız ne yazık ki ünlü ve zengin insanlar gibi koruyucu bir hale içinde yaşamıyordu ve köyün delisi gibi tehlikeli ve tekinsiz çağrışımların sağladığı dokunulmazlığa sahip değildi. Her tür tehlikeye açıktı bu yüzden, tacize tecavüze uğrayabilir, ahlakla ilgili bir yaftalamayla kaşla göz arasında bir linç kampanyasının hedefi haline getirilebilirdi.

Köyün muhtarı, “Aman bu kıza dikkat et doktor, sen onun ağabeyi sayılırsın, gözünü üstünden ayırma, bir cahillik yapıp başına dert açmasın” diye uyarmıştı beni. Ne demek istediği ortadaydı, aynı endişeyi ben de taşıyordum kısmen ama elbette bunu Çilek’e söyleyemezdim.

Ayşe Nine’yse ona duyduğu sevginin şiddetinden olsa gerek kökünden çözmeye niyetlenmişti işi, muayene edip kalbini dinlemeye çalışırken, birden elimi tutmuş, “Doktor Bey evladım, sen alsana bu kızı, birbirinize çok da yakışıyorsunuz, Allah ikinizi de nazarlardan saklasın” deyivermişti. Çilek’in ailesinin olmadığını, bir bakım yurdunda yetiştiğini de o sırada öğrenmiştim, olumsuz bir şey olarak değil, korunup kollanma ihtiyacını vurgulamak için söylüyordu.

Neyse ki korkulan olmadı, en azından orada çalıştığım iki yıl boyunca olmadı. İnsanlar giderek daha fazla benimsediler, daha çok sevdiler onu. Onun da hızı biraz kesildi. Köyün kızlarıyla daha çok vakit geçirmeye, arada biçki dikiş işleriyle, örgüyle nakışla da uğraşmaya başladı. Ama bunu bile kendi tarzında yapıyordu, ikinci yılın ortalarında falandı, bir defile düzenlediler, okul bahçesinde podyum gibi bir yer yapıldı, kızlar diktikleri elbiseleri giyip yürüdüler.

Bu arada nasıl olduysa sinemacı birileriyle tanışmıştı. Bir gün, “Artist oluyorum Doktor Bey” dedi neşeyle. Bir belgeselde Truvalı Güzel Helen’i canlandıracaktı. On beş gün izin alıp gitti. Döndüğünde tarzını biraz değiştirmiş, ilk kez makyaj yapmış, tırnaklarını boyamıştı. Sanki biraz daha dik duruyor, elini kolunu daha yumuşak hareket ettiriyor gibiydi. Ama yine aynı Çilek’ti özünde. Aynı şekilde rahat davranıyor, herkesin derdiyle ilgileniyor, yine köy meydanında voleybol oynuyordu.

Aramızdaki ilişkiye gelince başından beri her zaman sevdim onu, benim ve çevresindeki herkesin şansı olarak gördüm. Hayatımıza göz alıcı bir renk, bir canlılık, bir eğlence olarak girmiş, hepimizin neşesini ve mutluluğunu arttırmış, dünyayı daha çok sevmemizi sağlamıştı. Son derece iddialı sözler bunlar, biraz abartılı görünebileceğinin farkındayım. Ama onunla karşılaşmış olsaydınız hiç yadırgamaz, hatta belki daha fazlası olduğunu söylerdiniz.

O da beni sevmişti, gözümün ve elimin üzerinde olduğunun, benim için herhangi bir iş arkadaşından çok daha fazla anlam taşıdığının farkındaydı. Ama hep bir saygı mesafesinde durdu, son ana kadar “Doktor Bey” diye hitap etti, “Siz” demeyi sürdürdü.

Uzmanlık sınavını kazandığımı, birkaç ay içinde köyden ayrılacağımı öğrendiğince, “Ay Doktor Bey yapmayın, sizi çok özleyeceğiz. Nasıl alışacağız yokluğunuza?” derken fazlasıyla duygulanıp gözyaşları içinde kaldı. Ondan beklenmeyecek bir davranış değildi. Yakın çevresindeki hemen herkes için aynı tepkiyi verebilirdi.

Asıl tuhaf olan benim tepkimdi, daha doğrusu gizlemeyi başarsam da içimde kopan fırtınaydı tuhaf olan. Ben onun yokluğuna nasıl alışacaktım? O sırada henüz bunun ne anlama geldiğinin farkında değildim. Muhtarın dediği gibi bir ağabeyin çok sevdiği kız kardeşine duyduğu yakınlık olarak görüyordum hissettiklerimi.

Yola çıkacağım gün, yine o günkü gibi sabahın köründe çıkıp geldi. Yine öyle soğuk bir kış sabahıydı. Ocağın hizmetlisi sobayı tutuşturmaya çalışıyordu. Kahvaltımı henüz bitirmiş, buz gibi odada üzerimden çıkarmadığım paltomla çayımı içiyordum.

Elinde küçük bir bavul, yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Hizmetli onun bu halini neye yorduysa birden yaptığı işi bıraktı, odadan çıkıp gitti.

“Ben de sizinle gelebilir miyim Doktor Bey? Şu film işindeki adam telefon etti, yine bir belgesel çekiyorlarmış, küçük bir rol, hafta sonu gelirsen konuşabiliriz dedi.”

O an ilk kez bana karşı hissettiklerinin ağabey kardeş ilişkisinin ötesine geçtiğinin açıkça farkına vardım. Bakışında, duruşunda, ses tonunda her şeyi ortaya koyan bir fazlalık vardı. Bir saat sonra İstanbul’a doğru yola çıkmıştık. Elbette aslında yollarımız ayrıydı. Ben büyük bir hastanede yeni bir işe başlayacaktım. O iki gün sonra çalıştığı köye geri dönecekti. Yine de bir arabada yan yana oturup birlikte yol almak karışık duygular uyandırıyor insanda.

Aşk değildi fakat. Belki ben zaten aşka uygun birisi değilim. Daha sonra da kimseye aklımı başımdan alacak kadar yakınlık duymadım, kimseye kapılmadım. Bir ilişki ihtimali üzerine akıl yürütmek diyelim, yaptığım buydu. Çilek’le geçirilecek hayatın elbette çok eğlenceli olacağını düşünüyordum. Hiç bitmeyecek bir canlılık, sürprizler, yenilikler, iki oyun arkadaşı gibi neşeyle ve hevesle paylaşılacak günler. Birlikte çocuklar yetiştirmek, her şeyin tadını birlikte çıkarmak.

Ama bir taraftan da onun gibi özgür ve başına buyruk bir kadınla yaşanacak zorluklar geliyordu aklıma, heveslerinin peşinden koşabilir, günün birinde beni artık beğenmemeye, sıkıcı bulmaya başlayabilirdi. Yol boyunca bir taraftan konuşup onunla sohbet ederken, aynı zamanda aklımda bir durum muhasebesi sürüp gidiyor, toplamalar çıkarmalar birbirini izliyordu.

İstanbul’a vardığımızda hâlâ belirsizlikler içinde kıvranıyor, kendimi hiçbir karara varacak gibi hissetmiyordum. Ama öte yandan bir ayrılık korkusu sarmıştı beni. Onu kaybedersem nefes almaya devam edemeyip boğulacakmışım gibi hissediyordum. Mantıklı değildi ama böyle bir durum oluşmuştu. Bu yüzden bir türlü ayrılamadık, çeşitli bahanelerle birlikte geçen zamanı uzatmaya çalıştım. Bana sanki korkularımın ve kararsızlığımın farkındaymış gibi geliyor, bu da telaşımı iyice arttırıyordu. Bir lokantada yemek yedik, bir kahvehanede çay içip tavla oynadık, sahil boyunca yürüdük, yine bir kahvehanede çay içtik, yine yürüdük, bir kez daha yemek yedik. Bu arada saat epey ilerlemişti. Onun gerilimini de hissediyordum. Yaşayacağımız geleceğin adını koymak üzereydim, ama bir türlü gereken adımı atmıyor, sürekli erteliyordum. Bir süre sonra artık ne yaparsam yapayım o gün o kararı veremeyeceğimi anlamıştım. Daha fazla uzatmanın alemi yoktu. Bir olasılık bir yerde oturup bir şeyler içmeye başlamaktı. Ancak alkolün etkisiyle duygusallaşacağımı, daha sonra pişman olacağım bazı erken hamleler yapacağımı hissediyordum.

Sonunda ayrıldık. Birbirimize birer telefon numarası verdik ve henüz bir karara varılmamış olduğunu tasdik etmek ister gibi dostça ve mesafeli biçimde kucaklaştıktan sonra ayrı yönlere doğru yürüyüp gittik.

O gece kâbuslar içinde geçti, uçurumlara yuvarlanıyor, bataklıklara saplanıyor, ayılarla, aslanlarla boğuşuyor, köpekbalıklarına yem oluyordum. Bitiş çizgisindeki pankartta “Karar Anı” yazan bir otomobil yarışına katılıp sonuncu oldum.

Sabah sakin bir ruh haliyle uyandım. Sanki korkunç bir fırtınaya yakalanmış, saatlerce mücadele edip hayatta kalmaya çalışmıştım, sonunda rüzgâr dinmiş, hava yatışmıştı. İçimde, çok derinlerde belli belirsiz bir sızı kalmıştı yalnızca. Kararsızlığım fırtınadan sonraki ölü dalgalar gibi giderek küçülüyor, önemini kaybediyordu.

Verdiği numarayı aramadım. Başka şeylerle ilgilendim, kendimi işe verdim, yeni arkadaşlar edindim, taşrada geçen zaman boyunca özlediğim büyük şehir hayatına günden güne daha çok karıştım. Geride kalan iki yıl, köyler, köylüler, ormanlar, çayırlar, dereler, tarım toplumunun ve doğal hayatın bütün güzellikleri ve zorluklarıyla birlikte o çok farklı ve olağanüstü kızın da içinde olduğu bir transatlantik gibi belleğin sularına gömülüp gözden kayboldu. Unuttum onu. Dört yıl sonra asistanlığımı tamamlayıp iç hastalıkları uzmanı oldum. Bu arada kısa süren bazı ilişkiler yaşamıştım. Serviste birlikte çalıştığım doktorlardan biriyle ilişkimiz diğerlerinden daha uzun sürmüş, evlilik planları oluşmaya başlamıştı.

O sıralarda bir gün hiç beklemediğim bir şey oldu, birlikte gittiğimiz sinemadan çıkarken kalabalığın arasında Çilek’i görür gibi oldum. Arkasından seslenip koştum, o değildi, aslında ona hiç de benzemeyen bir genç kızdı. “Eski bir arkadaşa benzettim” diye açıklayıp özür diledim. Olur böyle şeyler. Öylece geçip gidebilirdi. Ama gitmiyordu. Dört yıl önce birlikte geçirdiğimiz gün bütün görüntüleriyle, sesleriyle, duygularıyla birlikte geri dönmüştü. Sokaklarda yalnız başına ama sanki onunla birlikteymişiz gibi yürüyor, varlığını yanımda gerçekten hissediyormuş gibi oluyordum. Bir fark vardı yalnızca, artık kararımı vermiştim. Onu bir daha asla bırakmamalı, neredeyse hemen bulup yanına gitmeli, evlenmeli, çoluk çocuğa karışmalı, ne gerekiyorsa yapmalıydım. Dört yıl önce içime gömdüğüm soru cevabıyla birlikte dönüp gelmişti. Anılar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor, saçı başı dağılmış halde karşıma dikilip “Kızlık elden gitti” dediği o soğuk kış sabahı, köy meydanından at üstünde geçip gidişi, düğünlerde söylediği şarkılar, konuşmaları, gülmeleri, kendinden fazlasıyla emin halleri, neşesi, bazen hiç beklenmedik çocuksu tedirginlikleri birbirini izliyordu.

Ne çok konuşacak şey birikmişti kim bilir? Bu arada neler yapmıştı? Belgesel filmlerde küçük roller oynamaya devam ediyor muydu? Aynı sağlık ocağında mı çalışıyordu? Belki başka bir yere tayin olmuştu.

Köyü arayınca onun işten ayrılmış olduğunu öğrendim. Ayşe Nine ölmüştü bu arada. Muhtar, Çilek’in artist olmak için İstanbul’a gittiğini söyledi. Aklıma gelen bütün ihtimalleri zorlayıp izini sürmeye çalıştım. Ancak hiçbir sonuca ulaşamadım. Belki yine de bir ipucu bulurum diye, biraz da hiç olmazsa anılarımı şöyle bir tazelemek için gidip birkaç günümü köyde geçirdim ve muhtarın hiçbir işe yaramayan öğütleri dışında elleri boş olarak geri döndüm.

Altı ay sonra o kızla evlendik. Olanları anlatmadım elbette, bazı sıkıntılar yaşadığımı, neyse ki artık işleri yoluna koyduğunu söyledim ona. İkimiz de üniversitede kalıp akademisyen olduk. Bir kızımızla bir oğlumuz oldu bu arada. Çocuklar büyüdü, şimdi artık emekliliğe doğru yaklaşıyoruz.

Geçen gün internette dolanırken Çilek’i gördüm. Eski heyecanları duymadım elbette, insan yaşlandıkça duyguları köreliyor. Yine de “Aman Allah’ım bu o” diye bir cümle çıktı ağzımdan. Herkes gibi o da yaşlanmış, biraz şişmanlamıştı. Bakışları değişmemişti ama, aynı canlı, güvenli, kendinden emin ifadeyse gözlerini üzerime dikmiş gülümsüyordu.

Bir belgeseldi bu yine, İstanbul’un gece hayatını anlatıyordu. Yine o küçük rollerden birini oynadığını sandım önce. Bu kez rol değildi, bir pavyonda çalışıyordu Çilek, oradaki hayatın nasıl olduğundan söz ediyordu. Yine yıllar önceki gibi iyimser, neredeyse o zamanlar olduğu kadar mutluydu, şikâyet etmiyor yalnızca olanları anlatıyordu. Adının nereden geldiği sorulunca yüzünde bir hüzün dolaştı yalnızca, “Eski hikâye” dedi, “Sonradan kendim uydurmadım, yıllar önce bir köyde hemşire olarak çalışırken bir yaşlı teyze koydu bu ismi bana.”

Bir de özel hayatında hiç âşık oldu mu diye sorulduğunda söyledikleri elbette bana dokundu biraz. “Olmuştum bir zamanlar ama adamın kanatları kısaydı” derken gülümsedi, “Yani korkaktı sizin anlayacağınız, cesaret edemedi, kaçtı gitti.”

Şimdi artık nerede olduğunu biliyorum, gitsem konuşsam mı diye düşünüyorum birkaç gündür. Belki onu nasıl her yerde aradığımı, işi gücü bırakıp izini sürdüğümü anlatır, sandığı kadar korkak olmadığımı gösteririm ya da yalnızca oturup eski güzel günlerden söz ederiz.

Hikâye bu şekilde bitebilirdi. Yazmayı burada kessem, kimsenin yalan söylüyorsun aslında öyle olmadı o işler diyecek hali yok. Ancak gerçekten de öyle olmadı işler. Son bölümü tamamen kafadan uydurdum. Belki olanları bu şekliyle kabullenmek bana daha kolay gelecekti. Yine de içim rahat etmedi. Biraz tutuk ve rahatına düşkün birisi olabilirim ama yalancı değilim. İşin doğrusu şöyle: aynı serviste çalıştığım o doktor kızla gerçekten evlendik, ikimiz de üniversitede kalıp akademisyen olduk, bu da doğru. Ancak Çilek’in izini çok daha önce buldum ve olaylar bambaşka biçimde gelişti.

Evlendikten bir yıl sonra oğlumuz dünyaya gelmiş, bazı zorlukları olsa da hayatımın en güzel dönemlerinden biri başlamıştı. Akşamları eve koşarak geliyor, uyuyuncaya kadar oğlumla ilgileniyor, küçük bir çocukla birlikte olmanın tadını sonuna kadar çıkarıyordum. O günlerden birinde akşam yemeğinde televizyon ekranında beliriverdi Çilek. Daha doğrusu önce sesini duydum, tıpkı köy düğünlerinde yaptığı gibi kendini müziğe sonuna kadar kaptırmış şarkı söylüyordu. Delice akan bir ırmağın sularıyla ya da köpükler içinde kalmış denizin dalgalarıyla sürüklenmek gibi bir şeydi bu. Öylesine içtenlikle feryat edip aynı zamanda ritme sadık kalmayı becermek çok az kişiye nasip olur.

İnsanlar sevdiler onu, bir zamanlar birlikte çalıştığımız köylerde yarattığı etki daha büyük ölçekte bir kez daha ortaya çıkıyordu. Bu noktada olup bitenler ayrıntılı biçimde anlatılsa bir değil on hikâyeye yetecek malzeme çıkar. Ancak amacım lafı uzatmak değil. Sadede gelirsek, Çilek kısa sürede ülkenin sevilen sanatçılarından biri oldu. Bazı filmlerde oynadı, televizyon programlarına çıktı, özel hayatıyla dillere düştü, evlendi, boşandı, yeniden evlendi, bu evliliklerden çocukları, yaşı ilerlerken ilgi çeken ve eleştirilen genç sevgilileri oldu. Tam anlamıyla bir yıldız hayatı yaşadı. Şimdi sahnede kullandığı ismi söylesem hepiniz hemen tanır, vay canına Doktor Bey’in onunla böyle bir geçmişi mi varmış diye hayret edersiniz. Gerçi bu kadar ipucu verdikten sonra kimden söz ettiğim anlaşılmıştır zaten.

Bizimkiler onun hayranlarından olduğumu elbette biliyorlar. Evde bütün kasetleri, CD’leri, her çeşit kaydı var. Katıldığı programları mutlaka izliyorum. Geçtiğimiz yıl zorluklar içinde geçmiş çocukluğunu, fırtınalı gençlik yıllarını ve nasıl başardığını anlattığı kitabı yayınlandığında hemen gidip aldım, bir solukta okudum. Özel hayatında kullandığı Çilek isminden ve nereden geldiğinden de söz ediyor orada, ilk aşkının korkak birisi olduğunu söyledikten sonra o tuhaf benzetmeyi de orada yapıyor. “Kanadı kısa” sözü nedense çok ağır geldi bana, daha derin daha ileri bazı küçük düşürücü anlamları varmış gibi hissetmeme neden oldu. Bu yüzden ilk kez kızdım ona, uygun hamleyi uygun zamanda yapamamış olabilirdim ama yine de böyle aşağılamasına hiç gerek yoktu diye düşündüm. Pavyonda çalıştığını söylediğim bölümü duyduğum kızgınlığın etkisiyle uydurdum. Yoksa o kadar kötücül biri değilim, hele Çilek’in kötülüğünü hiç istemem. Kendimi tanıyor, yetersizliklerimi biliyor, onun yaptıklarını, yüreği pişmanlık ve kıskançlıkla kavrulan bir eski aşığın değil, kız kardeşini çok seven bir ağabeyin gözleriyle izliyorum. Yani en azından çoğu zaman böyle olduğumu söyleyebilirim.

Ve son bir söz: gidip Çilek’i gördüm sonunda, kitabı imzalatmak için yarım saat kuyrukta bekledim, sıra bana gelmek üzereyken heyecandan çarpıntılar içinde kaldım, neredeyse bayılacak gibi oldum. Önce göz ucuyla bakıp, “İsminiz neydi?” diye sordu. Sonra birden dönüp, “Doktor Bey” dedi, “Sizsiniz değil mi?”

“Evet, benim” derken kekeledim, dilim tutuldu.

“Nasılsınız? Ne yapıyorsunuz?” dedi ya da buna benzer bir şeyler söyledi. O sırada kalbim kulaklarımın içinde atmaya başladığından ne dediğini anlayamadım. Kafamda hazırlayıp günlerdir prova ettiğim konuşmayı yapmak bir yana düzgün bir cümle bile kuramadım. Tam anlamıyla elim ayağıma dolaştı, “İyiyim, görüşürüz, ararım” gibi kelimeler çıktı ağzımdan. Kitabı masanın üzerinde unutmak üzereyken son anda kendimi toparlayıp dönüp aldım. Dışarı çıktığımda dayak yemiş gibi hissediyordum, neye yoracağımı bilmediğim derin bir utanç ve pişmanlık vardı içimde.

Levent Mete