21.Mart.21
Derya Sönmez’in ilk kitabı Sırça Kanatlar, 18 öyküden oluşuyor. İlk kitap acemiliği denen şey yok Sırça Kanatlar’da. Durmuş oturmuş, dinlenmiş bir dili var Derya Sönmez’in. Sağlam kurgularla çatılmış, nerede başlayıp nerede biteceğini iyi bilen öyküler bunlar. Özellikle bitişlere değinmeli.
Kitabın belki de en karanlık öyküsü olan “Ay Karanlık” şöyle bitiyor:
“Adamla birlikte yol da uzaklaşıyordu şimdi. Önce dik bir yokuşu tırmandı, bayır aşağı indi, sonra hiçbir yere sapmadan upuzun bir düzlük boyunca devam etti. Ve nihayet bir tepenin ardında kayboldu. Gülderen Hanım güneşten kamaşan gözlerini kapadı. Adam gözkapaklarının içinde bir süre daha ilerlemeye devam etti.”
Gülderen Hanım’ın gözkapaklarının altında adamın yürüyüşünü devam ettirmesi gibi, Sırça Kanatlar’daki öyküleri devam ettirebiliyoruz zihnimizde. Kısa öykünün çok önemli bir marifetidir bu. Bazen bunu yapayım derken, yani öykünün sonunu açık bırakayım derken ve öyküler okuyanın zihninde sürsün isterken, öykü bitişlerini pat diye kestiğimiz de olur. Bu bir risktir, iyi ayarlanması gerekir. Derya Sönmez iyi kotarmış bu ayarlamayı. Öyküler öyle yerlerde bitiyor ki sayfayı kapatıp gözümüzü yumduğumuzda öyküler “bir süre daha ilerlemeye” devam ediyor.

Derya Sönmez’in öyküleri yıllardır basılı ve e-dergilerde yayımlanıyor. Aşinayım onun öykülerine. Kitapta yer alan bazı öyküleri daha önce okumuşluğum (hatta bazılarını yayımlamışlığım) var. Fakat kitap bütünlüğü içerisinde tekrar okuyunca, bir bütün olarak kitabı okuyup bitirdiğimde öykülerin sinematografik olduğunu ilk kez fark ettim. Sahne sahne canlanıyor öyküler.
Sözcük ekonomisi, kurgusu, dili ve ayrıntılarla kurduğu atmosferle iyi bir öykü kitabı Sırça Kanatlar. Öykülerin ne anlattığından açmayacağım, çünkü kısa öyküde asıl başarı nasıl anlatıldığında gizli. Derya Sönmez kısa öykünün matematiğini bilen bir yazar. “Nasıl”ın içini doldurmuş bu öyküleriyle. Umarım hak ettiği değeri görür Sırça Kanatlar.
23.Mart.21
BİRLİKTE OKUMA ÖNERİSİ:
Babamı Kim Öldürdü (Édouard Louis)
ile
Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam (Jean-Louis Fournier)
Elbette ton farkları var. Ve fakat ortak pek çok nokta barındırıyor bu iki kitap. İkisi de otobiyografik öğeler taşıyor. İkisi de babayla hesaplaşmayı içeriyor (İkisi de hesaplarını görüyorlar, alacak verecek kalmıyor artık Baba ile). Alkol, Fransa, yoksulluk… ve daha bir sürü şey.
Benim favorim Fournier. On sene önce okusaydım bu iki kitabı, o zamanki favorim Louis’nin metni olurdu.
24.Mart.21
Çelik’in “benim ahımı aldın, ahım da seni alsın” ya da F.D.’nin “buralardan gitme, buralar gitsin sen gitme” demesine benzer numaralar yapanlar var edebiyatta. Şarkıda tamam ama öyküye yakışıyor mu diye bir düşünmek lazım.
İşin kötüsü, bu türden laflar hep [ama hep] çok tutar.
***
Ankara’ya kar yağdığında zaman şaşıyor bende. Pencereden dışarı bakarken onbeş yıl önceki Ankara’ya bakıyorum sanki. Onbeş yıl önce karlı bir günde pencereden dışarı bakan kendimi görüyorum camda. Karlı havalarda yürürken bir an Beytepe’deyim sanıyorum. 2002 yılının pis kışındayım sanki. Kar, zaman algımı bozuyor benim.
25.Mart.21
“Elmayı sesinden soydum, harflerinde yıkandım
her yere gidiyorsun dediler, kendimi yağmur sandım”
Haydar Ergülen
[Kuşların Göğü Önünde, The Poet House, 2021]
26.Mart.21
Geçenlerde bir Netflix dizisi izledim: Gözlerinin Ardında. Netflix dizilerinin artık bir fıkra formatını almış politik doğrucu temsiliyet şablonuna [bir siyah, bir beyaz, bir Temel, bir Fransız] şerh düşmekle birlikte fena başlamadı dizi. Ve fakat müthiş bir gerilimle başlayan hikayenin tek numarası ruh göçü denilen olaydı. Böylece vasatın biraz üstünde bir diziye saatlerimizi vermiş olduk.
Yasal Uyarı: Dünlüğün bundan sonrası Samanta Schweblin’in romanı “Kurtarma Mesafesi” ile ilgili sürpriz bozucu ayrıntılar içermektedir. Fakat ne gam, devam ediniz, çünkü “Kurtarma Mesafesi” öyle sürprizle filan yürüyen bir metin değil katiyen.
Samanta Schweblin’in “Kurtarma Mesafesi” adlı romanı da ruh göçü denilen olaya dayanıyor. Fakat bunu büyük bir numaraymış gibi, bir “sürpriz” gibi sunmuyor. O yüzden “spoiler” sayılmaz bunu söylemek.
Ey okur, Samanta Schweblin kimdir? Onca kitap arasından neden bu kitaba el attık? Bu soruları yanıtlamaya çalışalım önce.
Kaş’ta, gidebildiğimiz son tatilde, Türkiye için Koronodan Önce [KÖ] 1 yılının yazında okumuştum Samanta Schweblin’in öykü kitabı Ağızdaki Kuşlar’ı. O zamandan beri defaatle yazdım, söyledim: Son yıllarda telif olsun, çeviri olsun okuduğum öykü kitapları içinde apayrı bir yeri oldu bendenizde. Karanlık, tekinsiz atmosferli öyküler vardı Ağızdaki Kuşlar’da. İşbu sebeple, Samanta Hanımın romanının çıktığını görünce hemen el atmış bulunduk.
Birkaç saat içinde, gerim gerim gerilmekten karnıma ağrılar girerek ve galiba kasılmaktan bacağım tutulmuş bir halde bitirdim “Kurtarma Mesafesi”ni. Yine tekinsiz, karanlık bir atmosfer kurmuş Samanta Schweblin. Bir korku-gerilim filmi izler gibi okuyorsunuz romanı ama bu kadarla kalmıyor elbette. Yukarıda andığım diziden ayrılan bir yanı var. O da şu: Roman, illa ki okuyana bağlı olarak değişecek olan birçok alt metin sunuyor. Ve katman katman [adeta bir lahana gibi] açılıyor. Kitabın kapağını kapattıktan sonra da [tıpkı Derya Sönmez’in öykülerinde olduğu gibi] devam ediyor hikaye. İleriye doğru değil elbette, hikaye bitti sonuçta, fakat derine doğru. Katmanlar açılıyor, kapanıyor. Açılıyor, kapanıyor.
Çok bariz olarak açılan ve kabaca “anne olmak” ya da “ebeveyn olmanın marazi yanları” olarak isimlendirebileceğimiz katman, belki [belki değil belki değil] en üstte duruyor. Fakat oradan kapitalizm, taşra, yabancı düşmanlığı [öteki düşmanlığı], çevre kirliliği gibi meselelere kadar gidebilen bir roman var karşımızda. Katman katman açılan ve okumayı bitirdikten sonra da süren.
İnsan bir edebiyat metninden başka ne bekler ki zaten?

Ağızdaki Kuşlar’ı okuduktan sonra yazarın birkaç söyleşisine el atmış, birini de çevirmiştim [Bkz: Samanta Schweblin ile söyleşi: “Normallik büyük bir yalandır”].
Bu söyleşinin ilk sorusu şöyle: “Eserlerinizde en çok hangi tür ilişkileri ele almakla ilgileniyorsunuz?”
Samanta Schweblin’den el cevap: “Bilhassa en doğal ilişkilerimizle ilgiliyim: Anne babayla çocuk arasındaki bağ ya da çiftler arası ilişkiler. Ama gerçekte, bu ilişkilerde yeni bir şeyler bulabileceksem ilgileniyorum: Daha önce aklıma getirmediğim şeyler, doğal olanın oldukça tuhaf ya da anormal bir hal almaya başladığı o çizgi.”
Bir başka soru: “Genellikle yakın insan ilişkilerini analiz edip bunların nasıl garip ve ürpertici olduklarını gösteriyorsunuz. Aileyi kurgusal bir eserde bu kadar iyi bir konu haline getiren şey nedir?”
Samanta Hanım’ın yanıtı: “Bu kendimi içinde bulduğum içgüdüsel bir alan. Aile bizim şekillendiğimiz, ilk trajedilerimizi yaşadığımız yer. Henüz dünya hakkında hiçbir şey bilmezken aile içerisinde bir şeyler öğrenmeye başlıyoruz. Çocuk açısından görünen bu. Ebeveynlerin bakış açısından bakıldığında ise daha da büyük bir trajedi çıkıyor ortaya: Ebeveynlerin duydukları sevgiden daha samimi, daha iyi niyetli bir sevgi olamaz. Yalnızca iyi niyet taşırsınız. Ama sonunda, çocuklarınızın hayatta kalması için onları korur ve onlara şekil verirken aynı zamanda onları deforme edersiniz, engellersiniz, korkular ve aile meseleleriyle boğarsınız. Ne kadar çabalarsanız çabalayın, başka türlü bir trajedi çıkacaktır ortaya. Çocuklarınızı korurken inciteceksiniz de. Bence bu ilginç bir ikilem.”
Aslında tüm söyleşi, ama bilhassa bu iki soru-cevap iyi bir anahtar “Kurtarma Mesafesi” için.
Onur Çalı