Güneş tepede, gökyüzü bulutsuz bir mavilik içinde, ufuk çizgisinde iki bulut kendi halinde süzülüyor sadece. Kumral Saçlı bugün gözükmedi nerede acaba? Ne yapıyor? Daha önemlisi yanında biri var mı? İnsanın aklına her şey geliyor. Zihnim böyle durumlarda AVM’lerde meşhur bir kombi markası sponsorluğunda oynanan kötü tiyatro oyunlarına benziyor. Hayalimdeki tiyatro oyununda başrolü ben, Kumral Saçlı ve Kumral Saçlı’nın eski sevgilisi paylaşıyor. Oyunda her şey çok klişe, hepimiz repliklerimizi bağırarak söylüyoruz bu yüzden birbirimizi duyamıyoruz ve sağlıklı iletişim sağlanamıyor. Oyunun konusu ise şöyle: Ben uzun uğraşlar sonunda Kumral Saçlı’yla tanışıp ona duygularımı açıklıyorum. Kumral Saçlı’nın eski sevgilisi tam bu noktada ortaya çıkıyor. O da onu ne kadar çok sevdiğini söylüyor. Kumral Saçlı’nın kafasını haliyle karışıyor. Üçümüz arasında gerilim her sahnede artıyor. Seyirci oyuna bayılıyor, gözyaşları sel oluyor. Oyunun ortasında bu klişe yumağından sıkılıyorum. Repliğimi söylemeyi reddediyorum. Kumral Saçlı’nın elinden tuttuğum gibi sahneyi terk edip tiyatrodan dışarı çıkıyoruz. Bizim ardımızdan salonu sessizlik kaplıyor, seyirciler ve eski sevgili sahnenin ortasında bok gibi kalıyor. Yaşananları oyunun bir parçası sanan seyircilerden biri ayağa kalkıp alkışlamaya başlıyor ardından tüm salon hem ağlayıp hem alkışlıyor. Biz ise arkamıza bakmadan yürümeye devam ediyoruz. Alkış sesleri yankı halinde peşimize takılıyor. Sesler bir noktadan sonra kesiliyor. Üzerinden “Gerçeklik” yazılı bir kapının önüne geliyoruz. “Ne berbat bir oyundu bu böyle” diyorum Kumral Saçlı’ya, fakat yanıt vermiyor. Aradan birkaç saniye geçtikten sonra Kumral Saçlı “Sanırım ben seninle gelemeyeceğim” diyor. Şaşırıyorum “Tiyatro yüzünden mi? Yanımda kal lütfen, başka bir oyun daha yazarız” desem de, Kumral Saçlı “Biliyorum ama ben henüz hazır değilim galiba” deyip yanımdan ayrılıp geri dönüyor. Kumral Saçlı, güzel bir gün batımı gibi kapının önünde beni bırakıp gidiyor. Bir süre onun gidişini izleyip tek başıma kapının önünde kalıyorum. Gerçeklik kapısını aralayıp hayalleri geride bırakıyorum.

Can Öktemer

Şimdi, kendi gerçekliğimle baş başayım. Gerçek dünya berbat bir yer. İnsan burada uzun süre kalmamalı. Herkesin aynı anda konuştuğu ve hiç kimsenin hiç kimseyi dinlemediği uzun aile yemekleri gibi burası; geleli beş dakika oldu ve hemen sıkılmaya başladım bile. Havanın güzelliğini fırsat bilip dışarıda yürümek üzere evden çıkıyorum. Gözüme karşı apartmanın dairesine asılmış satılık ilanı çarpıyor. Şaşırtıcı olan satılık ilanı değil, ilanın üzerinde emlakçının gülümseye bir fotoğrafı var. Günümüzde bir şeyin fotoğrafının olması onun güvenirliğini arttırıyor sanırım. Instagram’da da bu iş böyle size ait bir fotoğrafınız varsa gerçek olma ihtimaliniz artıyor. Ne tuhaf. Takım elbiseli, üçgen şeklinde kesilmiş sakalıyla emlakçı dosta güven veriyor, dairenin alımını artırıyor demek ki. Ya da doğru dürüst bir mesleği olmayan biri olarak tüm bunlar bana garip geliyordur. Radyo, Televizyon ve Sinema mezunuyum. Ne iş yaptığımı hâlâ bilmiyorum. Olacak şey değil ya, günün birinde televizyon kanalına bir görüş vermem gerekirse, görüntümün altına ne yazılır diye düşünüyorum: Can Öktemer / Hiçbir şeyin uzmanı. “Evet, Can Bey hiçbir şeyin uzmanı olmayarak, son gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?” Böyle birinin görüşünü dinlemek ister miydiniz? Hiç sanmam. Optik okuyucu kutucuklarını doldurup gelecek beklemeye kalkınca sonuçlar böyle oluyor. Geçenlerde yeniden İngilizce dil sınavına ve ALES’e başvurdum. Akademik geleceğiniz optik okuyucuları doğru doldurmanıza ve dışarıya çorba içmeye çıkmış beş arkadaşın hangi çorbayı ve kaç kola içtiğini doğru yanıtlamanıza bağlı.

Sınırları çizilmiş bir mesleğimin olmaması nedeniyle zaman zaman kendimi anlatmakta, tarif etmekte zorlanıyorum. Geçenlerde Linkedin adlı siteden iki arkadaş daveti isteği aldım. Biri, Yetenek Sizsiniz programına katılmış tekvandocu. Profil resminde kafasıyla kiremit kırdığı bir fotoğraf var. Diğer istekte ise, şair, yazar, edebiyatçı, hayat uzmanı bir öğretmen. Profil fotoğrafında eli çenesinde ciddi bir şekilde bakmış. Bu insanlarla nasıl bir ortak yanım olabilir? Sanırım bir yerlerde yanlış yapmıştım ama nerede. Biyografimi değiştirmem gerekiyor belki. Şu nasıl olurdu: “Ankara’da doğdu, Ankara’da yaşıyor, galiba öyle de devam edecek…” Oğuz Atay karakteri cümlesi gibi, hükmen mağlup bir kariyer özeti…

Melankoli rüzgarlarını arkama alıp yürümeye devam ediyorum. Telefonumdan müzik açıyorum. Seçtiğim parça çalmadan önce araya tereyağı reklamı giriyor. Sabırla bekliyorum. Tereyağı reklamı bitiyor araba lastiği reklamı başlıyor bu sefer de. “Kış lastiğini yenilemeyi unutmayın” uyarısını yapıyor. Ulan ne lastiği, benim ehliyetim bile yok, arabaları da hiç sevmem. Damardan yürüyüşçüyüm ben! Tam moda girip klip tadında yürüyecekken reklam yağmuru beni duygu durumundan çıkarıyor. Hiçbir yerde rahat yok. Artık dijital dünyadan hoşlanmıyorum bunu biliyorum. Sabahtan akşama kadar yazışmaktan, “çevrimiçi” sanat gezilerinden, filmlerden şundan bundan çok sıkıldım. Evet, yaşlanıyorum. Her belirli yaş bariyerini aşmış insan gibi nostaljiğim ve huzuru geçmişte arıyorum. Tereyağı reklamları arasından fırsat bulup Metallica dinlemeye çalışmak çok yorucu. Telesekretere mesaj bırakmanın havalı olduğu, herkesin “Ay, Işığında Saklıdır” filmindeki rastalı saçlı Toprak Sergen gibi gezdiği dönemleri özlüyorum. Evet, banka sırasında, dolmuşta, otobüste kovboy çizmesiyle yürümek, o saçlarla dolmuşçuya para uzatmak, para üstü almak, manavdan karpuz seçmek garip olsa gerek. Olsun insan özlüyor yine de, nedenini tam bilmiyorum. Geçmişte bir bok yok onu biliyorum. Lakin tarih dediğimiz şey, bitmiş ve nihayete ermiş bir süreç olduğu için bize bazı zaman aralıkları iyi geliyor. Tekrarını arzu ettiğimiz bir duygu durumunu hatırlattığın için şimdiden kaçıp geçmişe sığınıyoruz. Zaten bizim kuşak kahretmekle, nihilizm arası bir yere sıkıştı gitti. Yıllardır aynı şeylere kızarak, aynı sıkıntıları tekrar tekrar yaşayarak bağlarımızı kopardık sanırım. Nereye gitmek istiyoruz? Gidersek buranın hayaletleri de peşimize gelir mi? Herkesin bavul hazırlayıp otogarda önüne ilk çıkan otobüse binip uzaklara gitmek istediği bir yer burası artık.

Yoluma devam ediyorum. Güneş ışığı apartmanın duvarına dik açıyla düşmüş. Bu anı kaçırmak istemiyorum, telefonumla ölümsüzleştirmek istiyorum. Tam bu sırada, güneş ışığı hızla kayboluyor. Kafamı yukarı kaldırıyorum. Tepemde kara bulutlar hızla toplaşıp güneşi saklamaya başlamışlar. Birazdan yukarıda maraza çıkacak çok belli. Havanın güzelliğine aldanıp hazırlıksız yakalandım. Gerisin geriye eve doğru dönmeye hazırlanıyorum. Ben adım attıkça gök gürlemeye, rüzgar yaprakları ve poşetleri sağa sola savurmaya başlıyor. Yağmur damlacıkları arabaların camlarına düşmeye başladı bile. Damlacıklar kısa sürede sağanak da sulu kara dönüşüyor. Evin yakınlarındaki bir apartmana sığınıyorum. Bu şehirde başınıza her şey gelebilir. Kırık bir kaldırım taşına basıp ayağınızı kırabilir, kaldırım üzerinde motoruyla hareket eden bir kuryeye denk gelebilir, kafanıza yıldırım düşebilir, aynı gün içinde hem kışı hem baharı yaşayabilirsiniz. Kısa süre sonra karabulutlar dağılıyor. Güneş, bulutların arasından tekrar beliriyor. Kar yağışını sosyal medyada duyurmak ve kaydetmek için pencere önüne gelenler hayal kırıklığı yaşıyorlar. Benim gibi yağıştan saklanan başka insanlar kafalarını ürkekçe dışarı çıkarıyorlar. İşte tam bu anda, olabilecek en güzel mucizelerden biri yaşanıyor. Kumral Saçlı yolun karşısından, köpeğiyle bana doğru yürüyor. Elim telefonda yüzüm ise ona çevrili bir şekilde sabit kalıyorum bir süre. Kumral Saçlı yanımdan “simaen tanıyorum sizi” gülümsemesi gönderiyor bana. Gülümsemeyi boş bırakmıyor ben de ona “Aynı mahallede oturuyoruz, yüzünüz hiç yabancı gelmedi” gülümsemesi gönderiyorum. Kumral Saçlı ardında kubbede hoş bir gülümseme bırakarak evine doğru gidiyor. Ben bir süre onun gidişini izliyorum. Sonra da melankolik Richard Gere pozuna bürünerek evime dönüyorum. Kumral Saçlı’yla yine tanışamıyor, adını öğrenemiyorum ama bir köpeği olduğunu öğreniyorum.

Onun ardından ben de eve dönüyorum. Kendime hemen gün bitimi rakısı koyuyorum. Biraz önceki yağıştan kalan yağmur damlacıkları camdan süzülüyor. Bu sırada Kumral Saçlı da pencereden dışarıyı izliyor. Bir süre onu izliyorum, beni fark etmiyor belli ki kısa bir meteorolojik gözlem için pencere kenarına gelmiş. Gökyüzüne kısacık bakarak tekrar içeri geçiyor. Onu düşünerek yeni bir hayal kuruyorum: Püfür püfür esen deniz kıyısında, Kumral Saçlı’yla oturuyoruz mesela. Deniz dalgaları ritmik bir şekilde kıyaya vuruyor. Sofrada rakı, karides, kavun ve beyaz leblebi var. Yeşil erik de çıkmış. Garson onu da masaya bırakıp gidiyor. Fonda Birsen Tezer’den “Çal Kapımı” çalıyor. Arada denizden rüzgâr esiyor, masa örtüsünün kenarları kalkıp iniyor. Birsen Tezer’in sesi deniz kokusuna, deniz kokusu, anason kokusuna karışıyor. Kumral Saçlı’nın nemli saçları rüzgârla birlikte ahenkle hareket ediyor, arada saçlarını düzeltiyor. Ben hep onu izliyorum. Arada benim onu izlediğimi fark ediyor, birbirimize gülümsüyoruz. Gündüz denizde yüzmüş, plajda aylaklık etmiş, kitap okumuş, hamakta sallanmış, telefonu kapamıştık. Kumral Saçlı’nın yanık teni ela gözleriyle tam bir uyum yakalamış. Parçalardan manzaralar, benim için dünyanın en güzel fotoğrafı. Bu kareden hiç çıkmak istemiyorum. Zamanla ilgili ayarlamaları yapan yetkililere seslenip “Biraz daha uzatalım şu anı, biliyorum siz tekrarları sevmiyorsunuz ama en azından süreyi uzatalım” diyorum. Hayalin tam ortasında, telefonuma mesaj geliyor, kurduğum hayal orada kesiliyor. Araya yine gerçekliğin kaçak yayını girdi. “Kaplıcalara gelmek istemez misiniz? Uygun fiyata beş gün beş gece, kaplıca”. Mesajı hızla okuyup siliyorum. Olmaz olsun böyle gerçeklik. Her şey yalan şimdilik tek gerçek: Kumral Saçlı.

Can Öktemer