
Oyunculuğu, yönetmenliği ve çeşitli tiyatro oyunları ile tanıdığımız Zeynep Kaçar’ın ilk romanı Kabuk ile 2017’de tanışmıştık. Bu kitabıyla beğenileri üzerine toplayan yazarın dört yıl aradan sonra ikinci romanı Yalnız Doğan Kitap etiketi ile raflarda yerini aldı. Kabuk‘u okuduğumda kadın odaklı bir metin olması ve yazarın dilinin incelikleri bende büyük bir hayranlık yaratmıştı. Yalnız‘ı edindiğimde o heyecan yeniden canlandı. Feray’ı dinliyoruz bu romanda; bir kadının hayalleri nasıl bir bir yok olur, hayatı nasıl cehenneme döner?
Kaçar’ın Kabuk‘taki gibi bu kitabında da yine ev işlerine ve özellikle mutfağa hapsolmuş kadın figürü önemli bir yere sahip. Önceleri bunun çok da üzerinde durmayan genç kadın yıllar içinde ayırdına varır durumun. Evin içinden çıkmadan on dört yılını mutfakta geçiren bir kadının biriktirdikleri de elbette o orandadır. Kolay değil, evin her işine koşulmuştur yıllarca. “Bir ev hayvanıydım.” der Feray, “Perdenin kıvrımıydım. Halının püskülü, banyonun sabunu, en çok mutfağın çaydanlığıydım.” (s. 30) Sonraları bu durumu mücadele etme biçimi hâline getirir kendi kendine. Delirmemek için. Sevmese de sığınak olur mutfak ona. Ev işleri de bir tür kendini uyuşturma, acıları hissetmeme aracı hâline gelir zamanla. “Neyse ki halılar, koltuklar, sürekli tozlanan mobilyalar, yerler var silinmesi gereken ve çamaşırlar var yıkanmayı bekleyen, sonra ütülenmeyi ve sonra yerleştirilmeyi, bulaşıklar var kirlenip kirlenip yıkanması gereken, iyi ki varlar.” (s. 87) Ayrıca nerede, nasıl davranacağını, kocasına karşı görevlerini, bir kadın olarak günahı-sevabı da bilmeli ve ona göre hareket etmelidir. Her seferinde dozu daha da artan cezalarla öğrenir tüm bunları. Sonunda “görünmez” olmayı da öğrenir Feray. Evcilleştirilen bir vahşi hayvan gibi. Oysa ki içinde uluyan bir hayvan tüm gücüyle yükselmektedir ve her geçen gün çeperi daha da daralırken içindeki deli kız uyanır.
Roman zamansal açıdan çift koldan ilerliyor: 1989’dan ve 2018’den ileriye. Bir noktada birleşen olayların öncesini ve şimdisini aynı anda okuyoruz. Bölümler de isimlerini tarihlerden alıyor. Olaylar bir şimdi-bir geçmiş şeklinde anlatılıyor. 1989 yılından başlayıp 2018’e kadar gelen bölümler ile 2018 Aralık’tan 2019 Nisan’a kadar olan bölümler birbirinin devamı niteliğinde olmakla birlikte ayrı ayrı okumaya da müsait. Yazar bu bölümleri harmanlanmış şekilde bir arada sunmasa, 2018 yılına kadar olan ve sonrasında anlatılanlar kendi içinde bütünlüğü olan, ayrı birer küçük metinler olarak yorumlanabilir. Romanın biçimsel olarak bu bölünmüşlüğü olayların da özünü oluşturuyor nitekim Feray’ın hayatı da bir anda çıt diye kırılıyor. Sonrasında on yedi ve kırk altı yaşındaki hâlini ayrı ayrı izlemeye koyuluyoruz. Boşuna demiyor Feray, “Sanki zamanda bir sapma yaşandı ve ben ikiye bölündüm.” (s. 46) diye.
Metin boyunca iç sesini bastırmaya çalışan bir kadın çıkıyor karşımıza. Onu uyanık tutan, hayatta kalmasını sağlayan bir ses bu. Çünkü dış sesi susturulmuş bir kadının iç sesi konuşmaya devam etmek zorundadır. Şarkı söyleme ve sahnede olma isteği hiçbir zaman terk etmez onu. İstanbul’a yıllar sonra gittiğinde bastırdığı hayallerini bir bir hatırlar. “Çocuk gibiyim, her şeye bakmak, her şeye dokunmak, hep bu anda kalmak istiyorum. Veli’yle tanışmasaydım kesin Ortaköy’de yaşardım.” (s. 44) diye düşünürken hemen kendini durdurur. Zaman içerisinde kazandığı bir otokontrol biçimidir bu. “Sus diyorum. Sus. Öyle olmasaydı, böyle olmasaydı, öyle ve böyle oldu, mutlusun işte, ne istiyorsun daha Allah’tan, belanı mı?” (s. 44-45) diye azarlar iç sesini.
Veli, önyargılı bir adam. İstanbul’da gezerlerken Cihangir’e gitmek istemez örneğin. Dönmeler var orada, der. Yıllar sonra da yaşadıkları evi habersizce satar, yaşadıkları muhitin dönme dolduğunu iddia ederek. Olaylara semtler de eşlik eder böylece. İstiklal Caddesi, Feray’ın gençlik düşüdür mesela. Fakat seneler sonra, orayı da bıraktığı gibi bulamaz. Tıpkı kendi hayatı gibi orası da tanınmaz hâldedir. “Gençlik hayalim İstiklal’e ne olmuş? Vitrinlerde burma kadayıflar. Tarihi hacı bilmem ne tatlıcısı yazıyor. Yalana bak. Alışveriş merkezleri her yanda. Herkesin elinde poşet. Tahta iskeleler, bitmemiş birsürü inşaat. Üstüme üstüme geliyor kalabalık. Ne bir tiyatro afişi ne bir sinema ne bir kitapçı ne neşeleriyle neşelenebileceğim genç insanlar, hiçbiri kalmamış. Yüreğim dağlanıyor sıkıntıdan. Geçmişe ait tüm izler silinmiş. Başka bir evrende, bildiğim, sevdiğim hayalini aklıma kazıdığım caddenin zulme uğramış kötü bir kopyası burası.” (s. 63) Sadece kendi hayatını değil bir şehri de kaybettiğini de düşünen Feray’ın yalnız geçirdiği bir hayatı diriltme, kendini bulma ve hayallerinin peşinden gitme çabası bu roman. Aradaki kayıp onca yılı kapatıp orta yaşlı bir kadının gençlik hayaline dönme zamanı artık.
Nagihan Kahraman