
Yine geç kaldı. Ne çok baktım saate zamanı anlamadan. Yılların alışkanlığı normale dönüşürken tek kelime etmezsen böyle bekletirler işte. Daha çok beklerim. Necdet abi bekleyişin uzun süreceğini anladı, ikinci bira için yoklamaya geliyor. Yıllardır topallığını ne güzel saklar şu ufacık meyhanenin içinde. Tüm yaşamı buradan ibaret gibi, evli mi onu bile bilmem. Bembeyaz saçları fırça gibi, hiç açılmadı alnı. Hiç yaşlanmamış gibi. Bazı insanlar böyle oluyor, genetik demek ki. Bende şimdiden seyrelmeler var, hayırlısı.
“Niye dış tarafa oturdun? İçeri gel Yavuz.”
“İyi böyle abi ya, sağ ol.” Caddeyi seyretmeyi seviyorum desem, manyak bu der gibi bakacak, bir şey demeden gülümseyecek.
“İstiyor musun daha? Patates falan getireyim mi?”
“Yok onu arkadaş gelince söyleriz de ben bir bira daha alayım sana zahmet abi.” Necdet abi para vermiyormuşum da kendisi ısmarlıyormuş gibi bir havada konuşuyor benimle. Toy mu buluyor nedir? On yıldır da gider geliriz. Hoş, o herkese böyle. Allahtan erken açıyorlar, yoksa bu saatte nereden bulunur meyhane? Yeni nesil denen kafe bozmalarından bahsetmiyorum, onlar para derdinde. Necdet abi ne derdinde? Evde yalnız kalmamak için mi açıyor dükkânı? Para derdinde olan adam Ramazan’da kapatır mı? Enteresan adam Necdet abi.
Aynı enteresanlıkta olmayan bir fıçı birayı önüme bırakıyor. Tadı ne iyi ne kötü. Soğuk olması yeterli zaten bu paraya. İkinci bira geldi, Bahar gelmedi. İçeri doğru iki yan masadaki şu tip ne yapıyor? Huzursuz bir hali var. Nereden baksan yirmi yaş büyüktür benden. Onun saçlar tamamen gitmiş. Bir gözü sokakta olduğundan sürekli göz göze geliyoruz. Sigara içmediğinden içeri oturmuş belli ki. Sürekli bir şeyler karalıyor. Meyhanede bizden başka kimse olmadığından uzun uzun adama bakmak ayıp kaçar. Caddede daha ilginç bir şey yok ama yine de bakıyorum. Sonra vakit geçsin diye aldığım mizah dergisini çıkarmaya niyetleniyorum. Necdet abi yine bir garip bakacak. Bakarsa baksın.
Nedense eskiden aldığım keyfi alamıyorum bu dergilerden. Ben de yaşlandım, çizenler de. Suçu sadece kendimde bulmak haksızlık olur. Karşımdaki duvar boydan boya müdavimlerin fotoğraflarıyla kaplı. Bu fikrin Necdet abiden mi yoksa kafası kıyak bir müdavimden mi çıktığını merak ediyorum. Benimki de orada asılı. Yirmili yaşların özensiz bir fotoğrafı. Saçlarım ne kadar uzunmuş. Bir süre gözlerim başka bir fotoğraf arıyor. İki yan masamdaki adamın fotoğrafını. Bulamıyorum.
Orta yaşlı bir adam ve ondan pek de genç olmayan sarı saçlı bir kadın birbirlerine mesafeli, konuşmadan yürüyorlar. Aralarından insanlar geçiyor. Aralarında o kadar mesafe var ki caddede telaşsız ilerleyen otobüsler bile o aralıktan geçebilir. Görünüşleri ve mesafeleri ilgimi çekiyor. Birbirlerini tanıyor olmaları imkânsız. Onları izlediğim, bana doğru yürüdükleri beş dakikalık süre boyunca hiç konuşmadılar ancak ısrarla aynı hizada yürümeyi sürdürdüler. Ardından şaşırtıcı bir şey oldu. İkisi de dar kapıdan girmek üzere bir birliğin dağınık acemi erleri gibi kapıya aniden çark ettiler. Hiza bozuldu, kadın öne geçti. Kapıdan aynı anda geçmeleri zordu. Biraz kiloluydular. İkisi de jilet gibi kıyafetleriyle bunu kapatmaya çalışmışlardı. Muhtemelen onları benim kadar detaylı inceleyen başka bir deli olmayacağına göre bunu başarmış da sayılabilirlerdi. Adamın üstünde yazlık mat mavi spor bir ceket ve gri keten bir pantolon vardı. Kadın ise siyah rahat bir yazlık elbise içindeydi. Necdet abinin gelip onlarla ilgilenmesini bekler gibi bir halleri vardı. Bir süre kapının önünde ayakta durdular. Belki de bu iki yalnız ve tuhaf adamın ortasına oturmak istemediler. Meyhanenin geleneksel çizgisi dikkate alındığında, alışık olmayanların bu ortamdan çekinmesi normaldi. Ancak kararsızlıklarında başka bir tavır alma güçlüğünün etkili olduğunu seziyordum. Necdet abiyle konuştuktan sonra ortadaki masaya yöneldiler. Kadın daha siparişi vermeden, ilk hamle olarak televizyonun sesini kıstırdı. Adama içgüdüsel bir bakış attım. Televizyondaki İtalyan liginin orta sıra takımlarının maç özeti ilgimi çekmiyordu ancak bu aşırı kendine güven sanırım bir nebze rahatsız ediciydi. Yaşlı adam ve benim orada bulunmamamızı diler gibi bir hali olsa, bunu da anlayabilirdim ancak o yokmuşuz gibi davranıyordu. Pekâlâ, öyle olsun.
“Hey sana diyorum! Çok bekledin mi?”
Acelesi varmış gibi karşımdaki sandalyeyi çekip oturdu Bahar. Halbuki hiçbir acelemiz olmadığından akşamüstü demenin iyimser kaçacağı bu saatte buluşmuştuk. Milyonlarca insan iş yerlerinden farklı bir havayı teneffüs etmek için akşamı beklerken, biz işimiz gereği istediğimiz saatte çıkabiliyorduk. Hele yazın iyice kendini dayattığı bu günlerin pembe kızıl sıcaklığında, üniversitenin taş binasının serinliğine rağmen kimse durmazdı odasında. Necdet abi yalnız olmayışıma sevinerek ve sadece bilenlerin fark edeceği kadar topallayarak yanımıza geldi. Bahar, bira dedi. Ben üçüncüyü söyledim. Necdet abi gülümserken üst katın ahşap döşemesinde birilerinin gezdiğini anlatan sesler yankılanıyordu. Ne düşündüğümü anlayan Necdet abi, “Gençler var yukarıda ikide başladılar.” dedi.
“Çok beklemedim.” dedim.
“Yalancı! Kaçıncı biran?”
Gülümsemesi yüzündeki solgunluğu dağıtmıştı. Yine kime ya da neye kırılarak yanıma geldi, yol boyu kafasında neler kurdu tahmin etmek imkânsız. Neyse içince açılır.
Bu kolyeyi ilk kez görüyorum üstünde. Saçları her zamanki gibi kahve çekirdeği parlaklığında. Eski kıtalarda kadın, yeni kıtalarda çocuk.
“Çakırkeyif olmamak için kendimi dizginlemek zorunda kalacak kadar bekledim.”
“Laf mı çarptırıyorsun bana?”
Necdet abi biraları bıraktıktan sonra, hâlâ sessiz kaldığında cevap beklediğini anladım. Yıllar içinde tortulanmış sorunları bugün çözecekmiş gibi hevesle açmanın zamanı değil. Problemleri gölgede bırakmak iyi; üzerine ışık tutulunca koyulaşır, kararırlar. Bu yüzden konuyu değiştirmek istedim. Tuvalete gitmesi gerektiğini söyleyerek aynı anda o da buna yeltenmiş oldu. Çatışmaya onun da hali yok. Açıkta kalan omzundaki kızarıklık dikkatimi çekti. Çantasının askısı yapmıştır. Söyleyeyim dönünce. Genç bir kadının yürüyüşünü onun arkasından seyrederken onun da seni düşündüğünü bilmek gibisi yok. İyi ya da kötü. Fark etmez. Bu basit hazları sevdiğimden seviyordum burayı da. O gitsin gelsin, ben onu seyredeyim.
Fazlasıyla duygusallaşıp saçmalamamak için içmeyi yavaşlattım. Yüzünden belli ki, konuşacağı problemler var. Bir gün de olmasa olmaz. Yalnız başına oturan yaşlı adam kadına nazire yaparcasına yine televizyonun sesini açtırmış, Ferdi Özbeğen çalıyor bu kez. Kadının arabesk olarak değerlendirmesi muhtemel. Bahar’ın da öyle değerlendirmesi uzak ihtimal değil. İşin kötüsü artık kadının televizyonun sesini de kıstırması zor. Bir süredir oldukça yüksek sesle tartışıyorlar. Konuşma kavga iklimine döndü. Rüzgâr esiyor o taraftan. Adam rakıya döndü, evlilik alyansını yalnız başına takmış olan kadın ise biradan devam ediyor. Mezeler ortak değil, daha doğrusu kadın için meze kavramı yok. Kadın da rakıya geçse o kadar tehlikeli olmazdı aslında, uzlaşma ve anlaşma işareti olurdu. Birada ısrar etmesi, bir şeyler yememesi tehlikeli, ayrı yöne gitme işaretleri bunlar. İçinde bulunduğum çoğu ortamda yarım kıç oturduğumdan, ben de iyi bilirim bu hissi. Karşısında oturan adamın ise herhangi bir şeyi gerçekten umursayıp umursamadığını anlamak zor. Hayat onun önemseme yetisini elinden almış da artık geriye kalanlarla, daha çok hazla biraz da inatla yoluna devam ediyor gibi. Allah kimseyi yolundan ayırmasın. Adamın bacakları ayrık da değil, kapalı da. Kadın sinirli, üst üste attığı bacaklarının durmadan pozisyonunu değiştiriyor, arada daha hızlı sallıyor.
Yaşlı adamın bir an bana bakıp gülümsediğini düşünüyorum. Ortamızdaki çiftle dalga geçiyor aklınca. Bu müstehzi gülüşü nerede olsa tanırım. Ben de kinayeye iman edenlerdenim ne de olsa. Onun yaşında burada tek başıma olmak istemezdim. Kendisiyle barışık gözüküyor yine de. Keyif alır bir hali var yalnızlığından. Rakıya geçmiş. Önündeki kitaptan bir, rakıdan iki, şalgamından üç yudum alıyor. Nedense o an adamı babama benzetiyorum. Halbuki onu okurken görmüşlüğüm az, içerken görmüşlüğüm daha da azdır. Ona yönelik dizginleyemediğim bir merakı kamçılıyor adamın tavrı. Hayırlısı olsun bakalım. Yukarıdaki gençler kim acaba, Bahar’ın ya da benim öğrencilerden olmasın diye düşünürken Bahar’ın geldiğini ayrımsıyorum.
“Neye daldın bu kadar?” diyor. “Geldiğimde de dalmıştın.” diye ekliyor.
“Yok ya, televizyon.” diye gereksizce yalan söylüyorum.
“Kadına bakıyor olmayasın diyor.”
İki masanın ortasına bir yıldırım düşüyor. Bir süre susuyorum. İkinci birayı söylüyor, ben dördüncüyü söylüyorum. Orta yaşlı kadın belli ki duymazdan geliyor. Kavgasının yönü değişirse karşısındaki adam elinden kaçabilir. Kıskıvrak yakalamışken bu riski alamaz. Bahar uzun uzun gündüz canını sıkanları anlatıyor. Ben canımı sıkanları uzun zamandır anlatmıyorum. Hayatı iyi yerlerinden tutmazsam onun için, kırılacakmış gibi hissediyorum. Uzun süredir birlikte olmamamızın verdiği sıkıntıya eklenen alkol nedeniyle elimi bacağına atıyorum. Bacağının üstünde yolunu arayan elime olmaz diyor Bahar. Burada olmaz olarak anlıyorum. Gülümsüyor.
Yan masada kıyametler kopuyor, göz ucuyla baktığım Necdet abi bile biraz gergin. Neler görmüş geçirmiş. Silah sıkıldığı bile olmuş burada Necdet abinin söylediğine göre. Bir süre sonra kadın kalkıp gidiyor. Adam umursamaz, bir kadeh daha söylüyor ardından hesabı da istiyor. Yaşlı ve yalnız alkolikse onu böyle tanımlandığından habersiz, kendisine yiyecek bir şeyler söylüyor. Gözlerini ovuşturuyor. Epey okumuş olmalı. Kitabın adını görmeye çalışıyorum. Bahar’dan azar yememek için çok fazla bakamıyorum. Günün ağırlığı üzerimizden silinirken akşam serinliği çöküyor. Her yerde dinçleştirici bir koku. Trafiğin tozu dumanı, insan kalabalığı yok sanki etrafta. Kıyamet kopmuş da geriye sadece cansız nesneler kalmış gibi. Taze hissediyoruz yeniden. Birer tane daha söyleyecek oluyorum, Bahar, “Yürü eve” diyor. Okullu bir çocuk gibi başımı olur anlamında sallıyorum.
“Tabi öğretmenim, ben hesabı halledeyim.”
Kalkarken kitabın adını görmek için yaşlı adamdan tarafa son kez bakıyorum. Göremiyorum, belki yine karşılaşırız. Saate bakıyorum sekizi on geçiyor. Bahar beni dışarıda beklemeye karar veriyor. Karısı tarafından terk edilen adamın kol saatine bakıyorum, sekizi on geçiyor. Gözlerini ovuşturan yaşlı adamın kol saati sekizi on geçiyor. O an sarhoş kafamda bir ışık çakıyor. Ya zamanda ya da aklımda bir şeyler kırılmış olmalı. Bu adamlara ve Bahar’a itiraf etmesem de kadına neden uzun uzun baktığımı anlıyorum. Kitabı anımsıyorum. Fotoğraf panosunu tekrar kontrol ediyorum, iki adamın da fotoğrafı yok. Kafamı fotoğraflardan insanlara çevirdiğimde, aşağı inen uzun saçlı genç bir çocuğun arkamda sıra beklediğini görüyorum. Bu adamların benim onar yıl sonraki hallerim olduğu fikrine o an üzerine yemin edebilecek kadar şiddetle ikna oluyorum. Tam olarak on yıl olduğuna emin değilim ancak bunun bir önemi de yok. Yaşamı ve zamanı yuvarlak sayılara bölerek anlamak daha kolay belki. Önemli olan ne? Kimlerin bunun farkında olduğunun bir önemi olabilir. En gençleri olarak bunu sadece ben mi fark ettim, yoksa onlar çoktan farkına varmışlar mıydı? Bilmiyorum. Bunları bilmek mümkün değil. Necdet abiye tüm masaların hesabını ödemek istediğimi söylüyorum. “Delirdin mi sen?” diyor. O kadar ciddi soruyor ki kendimden kuşkulanıyorum. “Yok Necdet abi, her şeyi ben içtim. Zor şimdi açıklaması, sen getir hesabı ben ödeyeceğim.” diyorum. Her türden sarhoş saçmalamasına alışmış Necdet abi, daha fazla soru sormadan olur diyor. “İkisine de bir şey söyleme.” diye de ekliyorum. Necdet abiden de bir nebze kıllanıyorum. On ve yirmi yıl sonraki halimle burada buluştuğumuza göre bu tezgâhın sahibi de o olmalı diye düşünüyorum. Arkamda dikilen genç çocuk, “Abi herkesin hesabını mı ödüyorsun?” diyor. Dar merdivenlerden hızlıca inmeyi güçlükle başarmış, yüzünde teneffüse çıkmış çocuk haşarılığı var. Yüzüne iyice bakıyorum, “Evet.” diyorum. Yüz ifadesinde hayret var. Panoyu gösterip, “Fotoğrafı yeni mi çektirdin?” diyorum. “Evet abi” diyor anlam veremeden. Karttan para çekme işlemi gerçekleşirken beraber bir süre fotoğrafımıza bakıyoruz. Kapıdan çıkarken, “Abi tanıdık geliyorsunuz nedense.” diyor. Cevap vermeden gülümsüyorum. Aklıma son anda bir şey gelmiş gibi dar koridordan dönüp dışarı çıkmak yerine tuvalete giriyorum. Kirden yüzümü zor seçtiğim tuvalet aynasına göz ucuyla bile bakmaya çekiniyorum. Eğilmeye fırsat bulamadan öğürüyorum. İçimdeki her şeyi çıkardığım söylenebilir. Ben bunun yerine şaşkınlıklarımdan, korkularımdan kurtulduğumu düşünmeyi tercih ediyorum. Bahar’a doğru yürürken yer çekimi ortadan kalkmış gibi hissederek rüyada mı gerçekte mi olduğunu düşünüyorum. Tüy gibi hafifim.
Bahar, “Hadi Yavuz, nerede kaldın?” diyor. İyi olmamı pek de ummadan, “İyi misin?” diye soruyor. “İyiyim” diyorum. Necdet abi elindeki bezle bira bardağını silerken arkamdan gülüyor. Bahar, “Tanıyor muydun o adamları diyor?” Ona hayır derken, saçlarımın uzun halini düşünüyorum. Gece Baharla sevişirken görevini tamamlayan bir akşamüstü gibi siliniyorlar hepsi belleğimde. Gözüm nedense sürekli şifonyerin aynasına takılıyor. Ben yine de kafamdaki tüm soruların cevabını alkole dayandırıyorum. On yıl sonraya kadar onları yeniden görmüyorum.
Ali Nurdoğan
Güzel numara. Güzel hikaye 🙂