“Üç Kardeşler Bakliyat”tan ormanın kuytularına uzanan hikâyeleme; Harun’un, Cem’in, Düve’nin ve Karacanın öyküsü ve de ağza atılan kuş, imha edilen kuşlar, ocağa vurulan kuşlar, kuş kadar canı olan canım çocuklar, yavrular…
Gökte uçuşan maviden, eğilip koklanılan gülün pembesinden bahseden öykülerden değil Ormandan Gece Gelen. Yirmili yaşlardaki Harun’un, üçü de birbirinden beter üç seçeneğiyle başlatıyor öyküyü Özgür Çırak. Baba tasviri ise şöyle: “dudaklarına kırlangıç gerilmiş gibi yağlı kara bıyıklı, patlak gözlü, koca alınlı, aldatılmaya müsait bakışlı” (s. 11) Ihlamuru hikâyesinin başlangıcı kılarak pencereden bakan baba, sükûnetinde taşlaşan anne ve masada duran hayali kuş kafesli evin Harun abisinin hikâyesi… Anlatıcı kim mi: “Ben zaten yoktum. Bir fikirdim yalnızca (…) babamın ağzından döküldüm” (s. 14)
Masadaki, “kuş, kafesin içinde bir o yana bir bu yana sıçrıyor, bakmaya doyulmuyor, insanın içini açan bir ormandan kesilip kafesin içine yapıştırılmış kadar güzel olduğunun farkında şakıyordu” (s. 15) diye tanıttığı kuşu üç beş satır sonra annesine çıtııır çıtır yedirtiyor Özgür Çırak; temkinli olun.
Korkulan amcanın, sümsük babanın, üstüne yürünen Harun’un, ağzından kuş yavrulayan annenin hikâyesini, henüz doğmamış olan ama doğacak olanın anlatımıyla ulaşıyor bize ilk bölüm.

“Pek tekin değil buralar. Kapı önleri, duvar dipleri, dağ başları, yol kenarları, insan ayağının değdiği, gözünün gördüğü, oksijenin ciğerde yandığı hiçbir yer güvenli değil” (s. 32) anlatımıyla başlayan ikinci bölüm, devletin karakolunu yakmakla tavuk kadar yüreğinin olup olmadığının tereddüdündeki Cem; Cem abi…
“Dünya büyük bir masa ve öğünlerin etrafında dönüyor” (s. 27) düşüncesindeki Cem, devletin karakolunun mutfağında gün sayıyor:“Yemek meselesi”nden ötürü bir türlü okumakta yoğunlaşamadığı kitaptaki Teğmen Drago’ya (Dino Buzzati’nin Tatar Çölü adlı romanın kahramanı) dönüşme korkusuyla gün gece-gece gün sayıyor.
Astsubayın postal sesinde boğulan erler. Ayağının ucundaki çiçeği ezemeyen Cem, Astsubaya eziliyor. “Tatlı Allah”, “Astsubay”, “Komutan” (Tanrı gibi birçok adı var!), çat çat diye vurduğu karacayı, Cem’e, “yiyecek bir şey yok diyordun” diyerek kanını yerlere akıta akıta, karakol mutfağına taşıtıyor.
Karacanın mutfağa girişiyle öykü hızlanıyor. Karaca, önce başından sonra postundan ve de ciğerlerinden ayrılıp dondurucudaki çengele asılıyor. Sonra, nefes nefese karaca önde Cem ardında, biz Cem’in ardında koşturuyoruz, yüreğimiz ağzımızda: Karacanın topuklamasına inanıyoruz, memelerinden akan süt kokusunu alıyoruz, boynuna atılan kesiklerde boynumuzu tutuyoruz, şişirip postu yüzdüklerinde omuzlarımızı tutuyoruz; başını bedeninden ayırıp masaya koyduklarında çengeldeki hayvan gibiyiz artık.
“Hayvanın kollarından kavurma, sırtından ızgara, kaburgalarından, yiyeni hayrete düşürecek fırın yemekleri yapılır. Kemiklerini kaynatıp çorbaya katarlar, iliğini burundan sümük füpletir gibi içlerine çekerler. Yemeğin suyuna ekmek banıp” (s. 41) vurulmuş bir karakter gibi karakola soktuğu karacayı, pişmiş karaca anlatımıyla bizi allak bullak ediyor Özgür Çırak. Han Kang’ın Vejetaryen kitabına yolculanıp tekrar dönüyorum. Öykü arasında mesaiye çıkan hamam böcekleriyle bizi irkiltip çocukluk anısına zıplayıp o bodruma çiviliyor…
Dondurucudaki çengele asılı karacanın hareketliliği bölümü nefes kesici. Kesik dilin anımsanan şapırtısı, şişmiş memenin hayali, yaşamın hatıratı olağanüstü. Karacanın kopmuş başını dürtmesi, savaş artığı görünümlü olmasın diye postuna yüz vermemesi anlatımı unutulacak gibi değil.
Karacanın peşine düşüp ormana dalışıyla Cem’in karacaya, karacanın Cem’e dönüşme bölümünün bir yerinde anlatıcı, “İnsana dair ne varsa karacayla kesişen yerinden ifrazat olup akıyor” (s. 84) dediğinde, “insanî” kelimesinin ne ifade ettiğinin, bu ifadenin karşılığının olup olmadığının yeniden tartışılması gerekiyor, insanın tarih boyunca hükümdarlığını ilanıyla hayvana bunca ettiğinden sonra.
Ormandan Gece Gelen öyküsünü okuduktan sonra, “insanî” kelimesinin “hayvanî” kelimesiyle yer değiştireceğini düşünüyorum.
İlk öyküdeki, memesinden sökülerek götürülen bebeğin iki sokak öteye uzanamayan erkek tahakkümlü annesinin yılgınlığı ile ikinci öyküdeki, göğsünden kazınmış memesinin sütünün hayaliyle karacanın yavrularına ulaşma çabası, yazılı yazısız tarihi, kadını erkeği, anneyi babayı, geleneği göreneği, kuramadığımız medeniyetleri, bunca sözcüğün karacanın yaşam hafızasının gücü yanında, gerçeğimizin korkunçluğunu gösteriyor.
Kafka’nın Gregor Samsa’sı, nasıl ki bir sabah uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş bulup edebi belleğimize kazındıysa, Özgür Çırak’ın Karacası da, karkas ete dönmüşken hayret verici bir çabayla dondurucudaki çengelden kendini kurtarıp ormana koşarak benim hikâye belleğime kazındı.
Zeynep Tandoğan