Notos, Öykü Gazetesi, Sarnıç, Dünyanın Öyküsü gibi edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlanan ve çeşitli yarışmalardan ödülleri bulunan Derya Sönmez, okuyucularını öyküleriyle bu defa kitabı aracılığıyla buluşturuyor. Sel Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan Sırça Kanatlar, toplam on sekiz öyküden oluşuyor. Merak duygusunu canlı tutarak bir solukta okunan kısacık öyküler bunlar. Bu sayede eser, içinde bu kadar öykünün barınmasını mümkün kılıyor. Kitap, yazar tarafından bölümlere ayrılmamış fakat öykülerin ilk dokuzu ile son dokuzunun birbirinden farklı düzlemde olduğu göze çarpıyor. İlk öyküler daha çok aile bağları çevresinde dolaşırken son öykülerde bireyin iç dünyasına odaklanıldığı, karakterlerin de bir düş içinde geziniyormuş hissi verdiği söylenebilir.

Derya Sönmez

Sönmez’in yukarıda bahsettiğim gibi aile ilişkilerine özellikle odaklandığı görülüyor. Ancak kırılgan, pamuk ipliğine bağlı ilişkiler bunlar. Her an aralarında bir gerginlik olacakmış, kıyamet kopuverecekmiş de henüz gerçekleşmemiş hissi yaratıyor okurken. O yüzden dingin bir şekilde değil gergin bir bekleyiş içinde gerçekleşiyor okuma eylemi de. Geçmiş bir zamanda zaten kopmuş olan ilişkilerini sırf alışkanlıktan sürdürmeye çalışmanın yorgunluğu hâkim karakterlere. Artık konuşulmaya bile lüzum görülmeyen mevzuların bir nevî ağırlığı sinmiş üzerlerine. Bazen babanın oğluyla, bazen iki kardeşin birbiriyle ya da bir kadının kocasıyla arasındaki ilişkide rastlıyoruz bu duruma. Bu, öykülerdeki karakterlerin, aralarında kalan o incecik bağın da kopmasından tedirgin oldukları şeklinde yorumlanabilir. Tüm bu kasvetli hâl, karakterleri genel bir huzursuzluk içine itiyor. Örneğin, “Ormanda” adlı ilk öyküde yıllardır birlikte olan bir çiftin aralarındaki güven bağını irdeliyoruz. Hem de küçücük, rastlantısal bir sebep üzerinden. Daha ilk öyküyle okuyucuyu tekinsiz bir ortama çeken yazar, diğer öykülerdeki ilişkilerin de ipucunu vermiş oluyor. “Akşam Suyu”nda ise iki erkek kardeşin senelerdir aralarında var olan gerginliği, birbirini suçladıklarını ama yine de sustuklarını görüyoruz. Rahatsız edici bir sessizlik bu. Bu öyküde de gergin ruh hâli okuyucuya yansıyor. Konuşsunlar istiyorsunuz aralarında ne varsa. Sorunlarını çözsünler ya da çözmesinler, sadece konuşsunlar. Ama bazı öykülerde karakterlerin aralarında tam olarak ne geçmiş bunu bile öğrenemiyoruz. Bu şekilde bitiyor çoğu öykü, bizim de boğazımızda bir düğüm oluşturarak.

Kendini gerçekleştirmek için mücadele etme ya da daha doğrusu edememekten duyulan his de yer buluyor kendine öykülerde. “Papaz Yahnisi”nde kardeşinin geldiği nokta ile kendi durumunu kıyaslayan bir kadınla tanışıyoruz. Kariyerinin peşinde olan kız kardeşinin yanında iyi yemekler yapmaya çalışan bir kadının çelişkilerini, hayatını ve çabalarını gözden geçirişini okuyoruz. Kendi evini temizlemeye vakit ayıramadığını söyleyen kardeşine “Ben bunlara zaman ayırdım diye doktor olabildin sen” diyemeyen, laflarını yutan bir kadın bu öykünün merkezindeki. Benzer bir durumu “Ovanın Sonu”nda da görmek mümkün. Şartları, yaşları, yaşadıkları yerleri farklı da olsa, orada da üniversiteye gitmek için babasının onayını bekleyen küçük kardeşe büyüğü “Fazla heveslenme,” diyor “Ama ben varım diye bir ihtimal kabul edebilir. Nasıl olsa ben onunum, belki seni bırakır.” (s.33) Konumunu kendisinin tayin edemediği, babasının insafına kalmış büyük kardeş, küçüğünün hayalleri karşısında başka ne hissedebilir, ne söyleyebilir? Sondaki öyküler ise çok daha düşsel bir düzlemde ilerliyor. Karakterler öykülerin içinde adeta uçuşur gibi geziniyor. Dış dünyadan kopuk bir şekilde onların içsel yolculuklarına çıkıyoruz; bir gündüz düşü görür gibi. Kitaba ismini veren “Sırça Kanatlar” öyküsü de bu gruba dahil.

Öykülerin çoğu “ben” diliyle yazılmış ve iç konuşmalara da bol bol yer verilmiş. Öyle ki bazı öyküler neredeyse iç konuşmayla başlıyor, iç konuşmayla bitiyor. Böylece her bir karakterin dışarıya vuramadığı kırgınlıklarının, üzüntülerinin ve hayal kırıklıklarının sesini duyabilmiş oluyoruz. İlk öykülerde ne kadar üstü örtülmüş duygu varsa sanki ikinci kısımdaki öykülerde açığa çıkıyor. Öte yandan öykülerde geniş düzlükler, sonsuzluk hissini yansıtma aracı olarak kullanılmış. Ova ya da bozkır, içinden çıkılamayan geniş bir boşluk hissi yaratıyor öykülerde. “Ankara’da Denize Karşı” adlı öyküde de buna rastlıyoruz. Bir deniz hayali bile dönüp dolaşıp bozkır gerçekliğine bırakıyor kendini. “Laf lafı açar, söz eninde sonunda denizden uzak memlekette bozkırın ortasında geçen bir âna varır.” (s.59) diyor öyküdeki kadın.

Ne zaman Sel Yayınları’ndan çıkmış bir ilk kitap okusam, bir okur olarak genelde memnun kalıyorum okuduklarımdan. Bu sefer de öyle oldu. Bir an önce yazarın başka öykü kitabıyla da karşılaşmak istedim. Sırça Kanatlar, bireyin kendisiyle ve ailevî ilişkilerle ilgili dile getirilmeyen sancılarını okuyanların beğenisini kazanacak diye tahmin ediyorum.

Nagihan Kahraman