Cabir Özyıldız

Tam iki yıl önce ameliyat masasında kendime söz vermiştim, karım ve çocuklarıma olan borçlarımın taksitlerini ödeyecektim. En azından üç beş tanesini. Yapabildim mi? Yok, yapamadım. Bunca zaman, burada, kışları baklava dilimi pencere demirlerinin arkasında, baharın ve yazın da sofada oturup bakımsız avlunun ötesindeki portakal ağaçlarına bakıp durdum. Ölçtüm, biçtim. Sustum, iç geçirdim. Ölüm zamanının belli olması ne ağırmış, onu öğrendim. Ve zamanı, onun bekleyişteki ağır ritmini. Nereden geldiğini bilmediğim nafile duyarlılığımı. Boşa geçirdiğim otuz dokuz yılın son iki yılını, yıkılmayı bekleyen ahşap bir ev gibi tevekkül içinde ve hiçbir şey yapmadan geçirdiğimi.

Çürümüş bir ciğerle girdiğim ameliyathaneden yarım bir ciğer ve eksik kaburgalarla çıktım. Geldim, eskimiş damatlık karyolama yanlamasına kuruldum. Kumla dolu bir kova hemen başucumda. Tüküre tüküre bir hal oldum. Sustum, dolu dolu sustum. Ölümü bir de taksitleri düşündüm.

Taksitlerimden biriydi çocuklarıma masal anlatmak. Anlatamadım. Karımı bir günden bir güne nehir kenarlarına, sinemalara götürmeyişimdi. Yapamadım. Yapamayışlarım ölüm tarihimin belli olmasından mıydı? Bilemedim. Karım mı? Öncesinde de sonrasında da yap demedi. Hadi demedi. Temizlikten geldiğinde of demedi. Çamaşırda, bulaşıkta, yemekte hiçbir şey demedi. Öyle bakıp durdu. Derdini sinesinde, çam ağaçlarının kalbinde saklayan bir dağ gibi, dört çocuk ve bir yarım adama kol kanat gererek durdu.

Bu musibet çıktı çıkalı çocuklara bir fiske bile vurmadım. Doğrudur vurmuşluğum vardır, elimin tersiyle onların küçük avuç içlerine. Veremden önce hani. Onlara borçlandıktan sonra, daha doğrusu borcumun farkına vardıktan sonra bir fiske bile vurmadım. Bekledim, Zehra gelsin de anlatsın diye. Küçükler okulu, kavgaları, notlarını söylesinler diye… Sustular. Aynı benim sustuğum gibi. Karyolanın kenarındaki kerevete dizilip, gözlerini eskimiş kilime sabitleyip öylece durdular. Okuldan, işten gelip yanıma, bir tek kelimecik dahi söylemeyip gittiler.

Haklılar. Neden olmasınlar ki? Ömrü kimsesizliğine ve neyi nasıl yapacağını bilmezliğine sövmekle geçmiş, ne bir işte tutunabilmiş, ne de ekmek denilen zıkkıma erişebilmiş, nefesi bile yarım bir babaya susulmayıp da ne yapılabilirdi ki?

O biçimsiz hastane binasından, dağınık avlunun ötesinde dalgalı yeşil bir göl gibi uzanan bu portakal ağaçlarının ortasına geldiğimden beri düşünüyorum. Tam iki bahar geçti. Susarak, dinleyerek, olur anlamında başımı sallayarak. Kimsenin sözünü ikiletmeden. Olmaz demeden. Okudum, ne olursa, ne anlatırsa anlatsın okudum. Ve sustum. Susmak göz rengimi koyulttu da yorulmadım. Yoruldum borçlarımdan. Ödeyemeyişlerimden.

Zehra, on altısına girdi. Geldi atölyeden, kardeşlerine aş koydu. Anasının henüz işten dönmeyişini hissettirmedi kardeşlerine. Geldi uzattı o iki belikli saçlarını babasına öptürdü. Sonra saygılı çekildi. Başı hep yerde. Küçükler geldiler. Öptüler veremli babalarının ellerini. Kum dolu tenekeyi ve kanlı balgamları görmezleyerek.

Düşündüm, çok düşündüm. Onca zaman bu çocuklar sersefil, yalınayak, yarı çıplak durdular da ıh demediler. Ben miydim bu sabrın müsebbibi diye çok akıl yürüttüm. Kendime hiçbir şey yontamadım. Dedim ki anaları, olmadı ablalarıdır bu hikmetin sebebi. İşte o vakit buğulandı koyu kahve gözlerim. Ağladım ağlayacam, bir ya sabır.

Günlerden bir gün ikinci olan, Zehra’nın küçüğü hani, dokunuverince kitaplarıma, okusa dedim keşke. Okusa da anlatsa bir bir bu olanları, olacakları. Gerçi bu fukaralıkta, para, önlük, kitap defter. Yine sövdüm o zaman, aynı kahvede ütülüp ütülüp birama tuz döktüğüm günler gibi. Allah ekmek, ana avrat…

Annem geliyor gün aşırı yanıma. Karnında on bir çocuğun boşluğu, uzunca yaşamanın dizlerine yüklediği yorgunluğuyla. Ah oğlum deyip başlıyor ağlamağa. Bembeyaz saçlarının kırıklarıyla döküyor gözyaşlarını. Sağa sola sallıyor kafasını usul usul. Belli ki yitirdiklerini anımsıyor. Henüz yirmi altı yaşında sirozdan ölen abimi, -oğlunu. Kalp yorgunluğundan ölen babamı, -kocasını. Alkolden giden kardeşlerini, -dayılarımı. O vakit derdime siktir çekip içimden anneme ağlıyorum.

Sonra ablam geliyor, hani esmerliği babamdan yadigâr. Elinde bir çanta, mutlaka bir kap yemek. Sanki çok umurumda ya yemek içmek. Olsun ama yine de getiriyor. On yılı mahpus kapılarında, üç çocukla koca yolu bekleyen ablam. Bütün bir öğleden sonrayı susarak geçiriyoruz. Ah kadersizim! deyip kalkıp gidiyor. İşte o vakit geliyor aklıma bıraktığım sigara. Olsa diyorum, olsa da şimdi derin derin çeksem. Yarım ciğerle de olsa. Sonra taksitler geliyor aklıma. Belki diyorum, belki. Bu sigara içmezlik bir şeylerin sebebi, çocuklara, karıma ödenecek taksitlerin süresinin birkaç güncük de olsa uzama sebebi.

Ama nasıl desem olmuyor işte, olmuyor. Ne yapsam, ne yan dönsem de ödeyemiyorum o taksitleri. Belki umursamazlığım, boş vermişliğim. Belki de ağlarım diye. Hem insan ne diye çekinir ki ağlamış olmaktan. En azından bir taksitini ödemekten gönenmez mi?

Ah Zehra! Karımın eli ayağı Zehra. Benim boylu da poslu kızım. Nasıl da dökmüş kirpiklerini o uzunca olanları. Hele çocukça yaşında o mağrur suskunluğuyla beni ağlatacak. Bu gencecik yaşımda gidişim değil de bu çocuk… Gelip yorgun argın işlerden, bu sofrayı toplaması, bulaşıkları yuğması filan…

Hastalığı bellediğinden beri yatmıyor karım yanımda. Bulaşır filan diyerek. Ses etmiyorum. Zaten aklıma da gelmiyor hani. İstiyorum ki sarılsın uyusun çocuklarla. Benim sarılamadığım kadar sarılsın, onlara ucuzundan da olsa toka alsın, bastırsın göğsüne kokularını, kalem defter eriştirsin.

Avluya indiğim de oluyor arada. Bahçemizin içerisindeki türbenin arkasında yan yana yatan abimle babamın mezarlarına uzandığım da… Onca sövdükten sonra yere göğe, duaya durduğum da. Annemin çiçekleriyle oyalanıyorum bazen. Bir Pazar, karım evdeyken ve ben avludayken koparmış, borcumun en azından çok küçük bir meblağı olarak da o küçücük çiçeği uzatmıştım karıma. Unutma beni çiçeğiydi. Beni unutmasın ama yapamadıklarımı da affetsin diye… Onca yapamayışlarıma, yoksulluğa, cefaya ah etmeyen kadın, çiçeği görünce ağlamaya durmuştu da bahçeye koşuvermişti. Çocuklar görmesin diyerek.

Hafta sonları avluda toplaşınca ablalarım yeğenlerim ve çocuklarımda karışınca aralarına. Bir hoş oluyordum. Sarı ablam anlattıkça anlatıyordu. Enişteler fıkra üstüne fıkra… İşte o zaman, istemesem de morarmış dudaklarımın arasından görünüyordu çürük dişlerim. Saçları kınalı ablamla diğeri, hani esmerliği babamdan yadigâr kalmış olan: bakıp bakıp birbirlerine, içlerinden derin bir of çekiyorlardı. Çektikleri of’un ne anlama geldiğini biliyordum. Bilsem de ses etmiyordum.

Sonra yine hafta başı oluyordu. Küçükler okula, Zehra atölyeye, karım da temizliğe gidiyorlardı. Kalıyordum sofada bir başıma. Karımın çamaşır suyu kaynattığı üçayaklı ocağa bakıyordum uzun uzun. Kazanı buraya kurarlar diyorum, Nisan aylarında içime içime çektiğim portakal çiçekleri dökülmüş olurdu ki yapraklarını yolup yolup atarlardı kazanın içine. Rahmetli babamdan yadigâr Bahar Dalı pembecik, beyazcık çiçeklerini dökmemişse şayet ondan da üç beş dal… Anneme, o uzun beyaz saçlarında milyon kahır biriktiren anneme vebal bıraktım, beni uzaklarda bir yere gömsünler diye. Yakınlarda bir yere gömerlerse, babamla abimin yanına mesela, gelip gidip ağlaşacaklardı bu diğerleri gibi erken gidene. Ses etmedi kadıncağız, uzun uzun yüzüme baktı. Bir süre sonra, sanki acısını silkeler gibi göğsüne göğsüne vurdu o beyaz yumruklarını.

Bugün günlerden Perşembe, Haziran’ın ilk haftası. İçimde anlatılmaz bir sıkıntı. Taksitlerin zamanı geçtiğinden mi bilmiyorum içimde güçlü bir sigara içme arzusu. Yarım ciğerimde titreşen bir duman özlemi. Avluda kimsecikler yok. Beni günaşırı yoklayan ablam da gelmedi. Gelir, mutlaka gelir, elinde bir çingille ya da sefer tasıyla varır yanıma. Sonra yıkanmak istiyorum, yıkanıyorum da. Tırnaklarımı da kesiyorum.

Terliklerimle çıkıyorum sofaya, bakıyorum portakal ağaçlarına, çoktan dökmüşler çiçeklerini. Kokuları toprağın yüzünde çürümeye durmuş. Dönüyorum Bahar Dalı’na, pembeciklerden, beyazcıklardan bir teki bile kalmamış. Türbeden taraf mahzun bir bakış, babamla abime sessiz bir dua. Sanki ağır geliyor o Arapça sözcükler göğsüme. Nefesimde bir daralma. Uzanıyorum boylu boyunca. Terliğin biri ayağımdan az uzakta. Gözümü son kez yummadan önce milyon kere hayıflanıyorum, üç beş taksit ödeyebilseydim keşke.

Cabir Özyıldız