Eylem Asrav

Dört mevsim önce ölmüş babanın ayaklarını uzatıp günbatımını seyretmeyi pek sevdiği o köşede şimdi, şu ânda, ortanca kız oturuyor; yanında ikinci kocasıyla, henüz bir yıl önce yasaklı oldukları manzaranın keyfini sürmenin hazzıyla.

Cep telefonları ellerinde, oyalanıyorlar; üzerine bıraktıkları fotoğraf makineleri ve okudukları kitaplar ağırlık yaptığından sallanıp duruyor beyaz masa. Eski, kim bilir babanın hangi evinden kalma bu masa; minderleri de kırmızı, beyaz siyah verevine çizgili ve onun kadar eski. 

Çaydanlık kısık ateşte fokurduyor; taşmasın diye hafif yana yatırılmış olmalı demlik. Yıkanmış bulaşıklar tezgâhın üzerine dizilmiş, sular süzülüyor her bir tabaktan. 

Oturmuyor anne; hiçbir zaman oturmadığı gibi. Oturmuyor; gidiyor geliyor, çayları tazeliyor, boşalan bardakları kaldırıyor, sonra sürahiyi doldurup getiriyor – elleri önünde, bazen protezli kalçasında, hiç durmuyor yerinde.

“Bambu masa, bambu koltuklar nerede, sarı minderler nerede?” diye soruyor ortanca kız. 

Anne susuyor; cevap vermiyor, duymazlığa geliyor.

Tuvaletin kapısı yarı açık; kesif bir çiş ve bok kokusu yayılıyor. Salonun içinde tuvalet; ıslak lavabonun kenarında küçülmüş, erimiş rengârenk sabunlar bir öbek şeklinde. Yapış yapış bir sabun topağı. Nem kokan sert mi sert bir havlu asılı kapı arkasında. Lavabonun altındaki beyaz borunun kenarına çaput parçaları sıkıştırılmış. Yarıya kadar dolu kırmızı bir vileda içinde arap sabunu eriyikleri; viledanın sapı hırdavatçıdan o yaz için alınmış, ahşap olan cinsinden, tuvaletle lavabo arasındaki boşluğa tepiştirilmiş. Tuvalete oturunca solda, duvarla arasında kalan boşluktaysa bir çöp kovası ile dolusuyla boşuyla çeşit çeşit deterjan şişeleri, şişelerin üzerinde kireç lekeleri. Enine üç boyuna dört karo taşının döşendiği o minnacık tuvalete bunca şeyin nasıl sığdığına hayret ediyor insan.

Küçük kız bildi bileli anne, eskimiş donların ağını kestiği çaput parçalarını seviyor, bulduğu her köşeye, deliğe sıkıştırıyor. Her sabah uyandığında odasının bitişiğindeki diğer banyoya giriyor, çöp kutusundaki torbayı değiştiriyor, saçlarını nemlendirip tarıyor, lavabonun içine düşmüş saç tellerini banyo penceresinin ahşap panjurunun kenarına sıkıştırdığı çaput parçasıyla sıyırıyor ve günün ilk çöpü olarak, yeni değiştirdiği çöp torbasının içine sallıyor. Çöp torbası çöp kutusuna tam yerleşmediğinden, çaput parçası kenarından sarkan saç telleriyle sırıtıyor. Kutunun kapağı da yok. Lavaboların içi benek benek leke dolu. Temizlemek için kazımak gerekiyor. 

Annenin rahminden kazıyamadığı küçük kız, lavabolarla fayansları, pencere pervazlarını kazıyor; camları hortumlarla defalarca yıkıyor; sular evden sokağa taşıyor; mavi yaseminin dibi göl oluyor; mermer taşlığı yıkadıkça mavi yaseminin yaprakları yere düşüyor; düştükleri yere, sonra süpürgenin ucuna yapışıyor yapraklar; pencere pervazlarının içlerinde reçineler yapış yapış; mutfak havluları nemli; poşetler yıkanmış, fayanslara tutturulmuş.

Yağ kokusu yayılmış. Kapkara bir tavanın içinde patlıcan biber kızartıyor anne. Bir köşede emaye sırları görünen bir kabın içinde sarımsaklı kese yoğurdu; sarımsaklar havanda dövülmediğinden iri iri doğranmış; tuzu da ayarsız. Anne ıslak eliyle tuzu serpince, kalanı da parmaklarını birbirine ovuşturarak silkeleyince zehir gibi oluyor yoğurdun tadı; iri doğrandığından sarımsağın tadı da geçmediğinden yüzünü buruşturuyor ortanca kız.

Sorusuna cevap da alamadığı için karısının huzursuzluğunu hisseden ikinci koca, hiç olmazsa manzara kurtarır diye söyleniyor içinden ve bakışlarını kaçırıp Seferihisar açıklarına çeviriyor.

Mutfakta başka bir çiçekli emaye kabın içinde duran kıymanın, soğanın, maydanozun kokusuna çiş ve bok kokusu karışmış. Bu emaye kaplar ortanca kızın ilk evliliğinde gelen hediyelerden kalma; plastik kapakları sıcaktan eriyeli çok olmuş. Kapak yerine kenarı lastikli poşetler geçiriyor üstlerine anne. Mısırlar yeni haşlanmış, kapağı açık düdüklünün içinde sıcak suda bekliyor. Kırmızı erikler yıkanmış. Yerler karpuz kavun dolu. Mutfak tezgâhının üzeri dopdolu, hiç boşluk yok, yağ şişeleri, kırmızı toz biber tuz karabiber kavanozları, ahşap ekmek sepetinde yıllar önce büyük kızın ev ekonomisi dersinde tığla ördüğü mavili beyazlı yünden bir örtü içinde sabah kahvaltısından kalma kızarmış ekmek parçaları, peksimet kırıkları; lavabonun kenarında bir yoğurt kabı, içinde yumurta kabukları, doğranmış maydanoz sapları, soyulmuş domates üstleri, sabah demlenmiş çayın posası.

Anne başını kaldırmadan bir masaya geliyor, bir şeyler koyup kaldırıyor, sonra hiç oturmadan mutfağına dönüyor. Ortanca kız gözleriyle takip ediyor anneyi, sorusuna cevap alamamanın hiddeti gözlerinde.

Buzdolabının içinde minik minik kaplarda kırmızı toz bibere bulanmış kahvaltı artığı çökelek topakları; yarısı sıkılmış limonlar, üzeri bok bulaşıklı organik yumurtalar, şekerlenmiş baklava dilimleri, eritilmiş tereyağları, buruşmuş salatalıklarla acurlar, bir gün önceden kalmış iki kaşık tarhana çorbası, üç günlük ekşimiş, kendini salmış bulgur pilavı. Kaşığı sallasan içinde, bulgurlara dolanmış bir beyaz ağ görürsün mutlak. Domatesli kuskus pilavı mı yediler ki bugün öğlen?

Dolapta bayatlamış yemekler, salıncağın üstünde eskimiş minderler, erimiş sabunlar, kullanılmayan yün yorganlar, delinmiş havlular, ağı kesilmiş donlar, ölmüş kocanın eski sevgilisinin masa örtüleri, salona sığmayan, başka bir büyük evden gelen vitrinler, yüz yıllık bir konsol, kopuk terlikler, eski damatların fotoğrafları, unutulmuş gelinlikler, annenin ceviz sandığı, sandığın üzerinde yarısı yenmiş bir tepsi revani, tepsinin kenarında ucu yapış yapış bir meyve bıçağı, sekizli pakette açılmamış kâğıt havlular, yastık altlarında gözünü açtığı gibi hapşırmaya başlayan annenin gündüzden kâğıt havlulardan katlayıp hazır ettiği mendiller, birbirine uymayan nevresimler, çarşaflar, yastık yüzleri, üst üste konmuş halılar, ağzı açık beyaz derince bir plastik bidonun içinde kabuklu acı bademler, gardroplara değil de nedense beyaz plastik kirli çamaşır sepetine katlanıp konmuş şortlar, tişörtler, mayolar, beyaz donlar, askılı fanilalar, plaj havluları, kanepelerin üzerinde örtüler, kırlentler, uykusu gelenin hemen başını koyup uyuyabileceği çeşitli sertliklerde dizilmiş yastıklar, yastıklara kat kat geçirilmiş yastık yüzleri, kapağı tam kapanmayan televizyon sehpasının içinden sarkan kışlık lacivert kırmızı çizgili yün bir ceketin kolu, bodrum katındaki camları çatlamış dolap kulpları, kırık mobilyası eskimiş bir vitrine istiflenmiş reçel salça kışlık domates kavanozları, kavanoz kapaklarındaki paslar, rutubetten parça parça dökülen duvar boyaları, kullanılmış yıkanmış yer yer delinmiş naylon poşetler, otuz yıl önce kapanmış bir kahvehanenin duvar saati, başka evlerden getirilmiş avizeler, yanık yağlardan yapılmış kalıp sabunlar, senin o eski parkan, büyük kızın kompozisyon yarışmasında kazandığı madalya, anneannenin kullanılmayan dikiş makinesi, çamaşırların üstünde sarımsı kahverengimsi izler bırakan paslanmış çamaşırlıklar, annenin vazgeçemediği tahta mandallar, zeytinyağı varilleri, örümcek ağları, sandık içlerinde saklı yok sayılan evlatların, torunların çerçeveleri ters çevrilmiş fotoğrafları, bodruma inen merdiven basamaklarının başındaki askıda asılı yün hırkalar, yelekler, tülbentler, plastik siyah ayakkabılığın arkasında kenarı kırık bir kırmızı faraş, nemi kurumayan bir çalı süpürgesi, patlak kesik hortumlar, kırık tabureler, kapı önlerinde birbiri üstüne yığılmış terlikler, dört dış kapılı çok iç kapılı iki katlı balkonlu bodrumlu başka bir evin mutfağının güneşten rengi solmuş grili pembeli çiçekli kumaşı, yüzü yer yer erimiş mutfak minderlerinin konduğu, sallanacak yer bulamayan, kıpırdadıkça arkadaki cama çarpan salıncak… 

Annenin eseri: Her şey saklı, azı mutlu çoğu mutsuz her hatıra gömülü, her detay çiğnenmiş o uçurumun kenarındaki, denize bakan, dört katlı sefertası modeli evde. Ve her gözeneğe nakşolmuş; başını koyduğu yastıklara, giydiği hırkalara, saçlarının ıslaklığın alsın diye başına doladığı yemenilere, öğle uykusuna uzanırken giydiği geceliklere, gelin çiçeğini sakladığı ceviz sandığa, ellerinin değdiği kapı kollarına, tarhanayı kaynatırken tuttuğu tahta kaşıklara, alkom tencerelerde pişirdiği etli biber domates dolmalarına, her gün yorulmadan inip çıktığı merdiven basamaklarına, sabah serinliklerine, öğlen sıcaklarına, bahçedeki akşamsefalarına, mor menekşelere sinen annenin kokusu…

Hiddetini bastırıp sorusunu tekrarlıyor ortanca kız: “Bambu masa, bambu koltuklar nerede, sarı minderler nerede?”

Anne susuyor, duymazlığa geliyor; söylemiyor ki, kocasının ölümünden bir hafta sonra masayı, koltukları, minderleri görmek istemediği için küçük kıza terslenip, “Ver bekçiye bunları,” diye tısladığını ağzının içinden.

Nasıl söylesin; hiç konuşulmuyor babanın gidişi, kırk yedi gün boyunca bir hastane odasında ölüme yatışı, bedeninin her köşesinden sarkan borularla hayata tutunmak isteyişi, kaslarının çırpınışları, hayatının son demlerinde dahi dinmeyen öfkesi, yoğun bakım odasında ortanca kızla göz göze geldiğinde kaynağı anlaşılmayan bir güçle entübe borusunu sökerek kanserli ciğerlerini parçalayışı, ses tellerinin onarılamaz derecede kopuşu, bir tek Enternasyonal dinlediğinde mavisi hiç solmayan gözlerindeki ışıltı, ölümünden sonra dahi yüzünden çekilmeyen yakışıklılığı.

Susuyor ve biliyor; uçurum kenarındaki sefertası modeli evin, geçmişte oturduğu evlerin, adamın sevgilileriyle yaşadığı oturmadığı evlerin, öfkenin, nefretin, kıskançlıkların, şiddetin, yasakların, reddedilen, kapı önüne konulan, mirastan mahrum bırakılan evlatların, o evlatların yakılan eşyalarının tek hakimiydi artık, kokusuyla beraber.

Eylem Asrav