Çeşitli dergilerdeki öyküleri ve biyografik roman türündeki eserleriyle tanıdığımız Özgür Çırak, şimdilerde İzmir’deki Zorba Kitabevi’nin başında. Pandemiden dolayı henüz bir türlü ziyaret edemediğim bu yere ilk fırsatta uğrayacağım. Belki kitaplarını imzalatmış da olurum. 2019’da çıkan ilk öykü kitabı Sıcacık Bir Ev, 2020 Türkan Saylan Sanat Ödülü‘ne layık görülmüştü. İkinci öykü kitabı Ormandan Gece Gelen de geçtiğimiz aylarda yine ilk kitabı gibi NotaBene Yayınları’ndan çıktı. Bu kitap başlı başına tek bir öykü. Harun’dan Cem’e, Cem’den karacaya uzanan bir uzun öykü.

Özgür Çırak

İlk olarak doğmamış kardeşinin ağzından Harun’un öyküsü anlatılmaya başlanıyor. Birinin öyküsünü başkasının gözünden dinlemeye alışığız da bu kişi doğması ihtimal dahilinde olan fakat doğmamış bir ikinci kardeş olunca anlatı oldukça merak uyandırıcı hâle geliyor. Annesiyle babası arasındaki bitmez tükenmez suskunluk içinde büyümeye çalışan, bu esnada da ailenin çıkar ilişkileri içindeki sıkışmışlıktan nasıl kurtulacağının yollarını arayan biri Harun. Çocukluğu, gençliği heba olmuş biri. Bir kuşlar var sevdiği. Onlar da… Çıtır çıtır kuşlar… Annesi ne zaman ağzını açacak olsa ağzından fırlayıverecek gibi olan kuşlar yadigar kalacak ona. Harun’un peşi sıra Cem’in öyküsünü dinlemeye başlıyoruz. Yine üçüncü bir kişi tarafından anlatılan bu kısımda ise bir karakolda askerliğini yapan Cem’in zihninden geçenlerle ergenliğine gidiyoruz. O yıllardan kalma bir kurbanlık anısı musallat oluyor sık sık Cem’e. Bu kısımlar öykü içinde kendi başına ayrı bir öykü gibi zaten. Fakat o günler geçmiş, Cem büyümüş ve askerdedir; o yüzden şimdiye odaklanması gerekir. Günlerin geçmesini beklerken okuduğu kitap ona arkadaş olur. Kitabın adı geçmese de Dino Buzzati’nin Tatar Çölü‘nden bahsedildiğini anlıyoruz. Tatar Çölü‘nde, ülkesinin sınırındaki Bastiani Kalesi’nde görev yapmaya başlayan fakat oradan dönmeye çalışırken git gide kaderi hâline gelen bu kaleyle bütünleşen genç bir adamın, Teğmen Drogo’nun hikayesi anlatılır. Cem’in de, Teğmen Drago‘yla kendi hâlini benzettiğini görüyoruz.

“Bildiğin gibi askerlik… Mutfaktayım hep.”

“Rahatsın ya?”

“Kötü değil dostum. Teğmen Drago gibi işte, bir düşman var, bir yerlerde pusu kurmuş bizi bekliyor. Bizde burada onları bekliyoruz.” (s. 33)

Harun’la Cem bir yerinde buluşuyorlar bu öykünün. İkisinin yolunun kesişmesiyle neler olacağını düşünürken yazarın bir sürprizi ile öykü başka bir yöne kıvrılıyor. Bir karaca bu öykünün merkezine gelip oturuyor. O andan itibaren Harun’la Cem’i bir parça geride bırakıp karacaya kaptırıyoruz kendimizi. Bir aşamadan sonra ise dönüşme, aynılaşma yaşanıyor. Cem, karaca; karaca, Cem oluyor bir nevî. Kim kaçan, kim kovalayan, birbirine karışıyor.

Çırak’ın değinmek istediği konuları bu öyküde büyülü gerçekçilik ile dile getirdiğini görüyoruz. O yüzden şaşırmıyoruz ağız dolusu kuşlara da karacanın yaptıklarına da. Gerçek dışı unsurların metin içinde gerçek dünyanın bir parçasıymış gibi işlenmesine dayanan büyülü gerçekçiliği -elbette birçok örneği olmakla birlikte- dünya edebiyatında Gabriel García Márquez ve bizim edebiyatımızda da Latife Tekin’le özdeşleştiren zihnime bu alanda yeni bir yazar eklenmiş oluyor böylece. Öte yandan yazarın, insanın kötülüğü nasıl algıladığına da değindiğini görüyoruz. Gece vakti ormandan hayırlı bir şey gelir mi, düşüncesinin peşine düşüyoruz biz de. İnsanın hayvanlar karşısındaki kötülüğü, avlanma ve et yeme üzerine düşünmeye sevk ediyor yazar. Bunu da tüm çıplaklığıyla, belki kendi gözümüzle görsek dayanamayacağımız şekilde tüm ayrıntısıyla yapıyor eserde. Ağzımıza atıp bir lokmada yok ettiğimiz etin aslında kısa bir süre önce canlı olduğunu, onun da duyguları olduğunu sorgulatıyor bizlere. Bu noktada yazar okura hiç acımıyor diyebiliriz. Gerçek bu, diye yüzümüze vuruyor. İnsanın yüzleşmesinin zor olduğu bir durum bu. İnsan olarak vahşi bir hayvandan daha tehlikeli değil miyiz?

“İnsanlar büyük iş makinelerini, parayı, tüfeği, barutu ve mikroplu battaniyeleri akıllarına getirdiklerinden beri esas avcılar daha kuytu yerlere, dağ doruklarına, vadilerin en diplerine, insanın ayağını basmaya değer bulmadığı nere varsa oraya kaçıyor. Avlara da gün doğuyor. Bu dağlar karaca, keklik, kirpi, domuz yatağıdır. Ellerini kollarını sallayarak dolaşıyor hepsi. Tek tük Olgun Astsubaylar çıkıyor karşılarına. Yılda bir iki kurbanı sunuyorlar bu iki ayaklı tanrılara.” (s. 84)

Hayvanın anneliği de öyküde öne çıkan önemli bir mevzu. Karakol yakınlarında, ormanın içinden bir figür olarak karşımıza çıkan karaca, bir dişi ve aynı zamanda bir annedir. Aklındaki şey ise yavrularıdır. Yavrularını emzirdiği esnada avlanan bir karacanın tekrar ormana dönme isteği kaçınılmazdır. Bu öyle kuvvetli bir dürtü ki peşinde Cem olduğu halde, yine de gerçekleştiriyor bunu karaca.

“Karaca da ıkınıyor, içinde kuruyan sütü şu an bir memesi yoksa da yavrularının ağzına memelerinden kalan raptiye başı kadar deliklerden kusabilmek için çat diye çatlayacakmışçasına sıkıyor kendini.” (s. 86)

Böylece Cem, yarı gerçek yarı düş olarak bu yaşadıkları sayesinde yıllardır ardına geçemediği kapıları yoklamış oluyor. Bir eşikten atlıyor.

Eserin kapak tasarımına da değinmek yerinde olacak: “Yavruları üç nokta gibi peşinde” olan karaca karşımızda olduğu gibi duruyor. Son olarak kitabın başından beri sac ayağı gibi yerleştirilmiş Harun, Cem ve karacanın birlikte bir sona varsınlar diye beklediğimi söylemeliyim. Bir roman olacakken son anda uzun hikayede karar kılınmış düşüncesi oluşturdu bu durum bende. Bununla birlikte, okuyucusuna vermek istediği bir mesajı olan yazarın, bir karacayı odağına alarak yazdığı bu uzun öyküyü severek okuyacağınızı tahmin ediyorum.

Nagihan Kahraman