Virginia Woolf’un “Mrs. Dalloway” adlı romanı Turkuvaz Kitap tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni Osman Akınhay’la konuştuk.

Osman Akınhay

Mrs. Dalloway’i çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Özel olarak Mrs. Dalloway’i değil de Virginia Woolf çevirmeye aslında daha önce Agora Kitaplığı’nın kadrosunda yer almış, şimdilerde Turkuvaz’da çalışan sevgili Erdem Öztop’un teklifiyle başladım. Üç yıl kadar önceydi ve ailecek İngiltere’ye göçeli fazla olmamıştı. Tekliften hemen önce de Brighton’daki arkadaşlarımızla beraber Virginia Woolf’un şimdi müze haline getirilmiş, Lewes yakınlarındaki Monk’s House’unu henüz ziyaret etmiştik ve evin içinden, geçen asır kokan eşyalarından, geniş bahçesinden, bahçesindeki çalışma kulübesinden çok etkilenmiştim. O yüzden teklifi seve seve kabul ettim. Önce Kendine Ait Bir Oda’yı, sonra Mrs. Dalloway’le Deniz Feneri’ni çevirdim. Şimdi de Agora’ya Orlando’yu çeviriyorum.

Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?

Ben çeviriye 1986’da başladım. Otuz beş yılda 150 kitap olmak üzere, ağırlıkla siyaset ve sosyal bilim kitapları çevirdim. Roman çevirmeye kendimce geç cüret ettim ve ilk olarak, galiba 1994’tü, Terry Eagleton’ın Azizler ve Alimler’iyle başladım. Her alandan her disiplinde çeviri yaptım. Rutinim var, evet, bu kadar kitap zaten rutinsiz bitmez. İlk yıllar, siyaset kitaplarında, tam gün çalıştığımda günde rahatlıkla 15-20 sayfa yapardım. Şimdi sıkılıyorum. Ama yine ağırlıkla sabahları verimli çalışıyorum. Sayfayı açıyorum; her zamanki gibi bırakın kitabı, sayfayı, paragrafı, cümlenin tamamını bile okumadan Türkçe’sini yazmaya başlıyorum ve ilk kayaya çarpana kadar tam gaz ilerliyorum. Ondan sonra bugün şu kadar yapsam yeter, saatte bir sayfadan hesaplayayım diye telkinde bulunuyorum kendime. Artık çeviri yapmadan yaşamayı da istiyorum tabii, neticede altmış bir yaşıma geldim. Yine de o günü gözümde hâlâ canlandıramıyorum.

Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı Virginia Woolf? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?

Tabii ki bildiğim bir yazardı Virginia Woolf. Kendine Ait Bir Oda’yı daha Afa’dan ilk çıktığında, Çanakkale’de hapisteyken okumuştum. İkinci olarak Orlando’yu, Ayrıntı’dan çıkan Seniha Akar çevirisinden okudum. Mrs. Dalloway’i de İletişim baskısından. Agora’da on beş yıl önce sevgilisi Vita-Sackville West’le mektuplaşmalarını yayınlamıştım. İngiltere’ye ilk geldiğim 1999’da Cambridge’deki arkadaşlarım beni şehrin dışında The Orchard diye bir yere götürmüşlerdi. Şezlonglarda oturulan bir çay bahçesi, bir kır kafesiydi ve Virginia, Keynes, Russell, Wittgenstein gibi isimlerin sık uğradığı bir yer olduğunu öğrenmiştim; bunu gösteren birkaç kartpostal da almıştım. Üstüne Bloomsbury Çevresi’yle ilgili birkaç şey, kocası Leonard Wolf’un yönettiği The Hogart Press hakkında bir kitap okudum – bunların hepsi merakımı arttırıyordu; aslında Virginia’nın yalnız kendisiyle ilgili değil, içinde yer aldığı edebiyat-sanat çevresi ve yaşadığı mekânlarla ilgili olarak da çokça bilgi edinmiştim.

Mrs. Dalloway’in çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Üslûplu bile olsa bir metinde ilerlerken çevireni nefes aldıran es yeri çoktur. Es’ten kastettiğim nispeten kısa, öznesi yüklemi yerinde, başınız sayfada eliniz klavyedeyken zorlanmadığınız, soluğunuzun tıkanmadığı cümleler. Şıkır şıkır akar yazdıklarınız, sayfaları birbiri ardına çevirirsiniz ve hem mutlu olur hem de işinizi görürsünüz. Arada çok satırlı, yoğun, idraki güç cümlelerle karşılaşsanız da bunlar bunaltmaz sizi, güçlük çekmeden halledersiniz. Oysa Virginia’da size es verdirecek, şu cümleyi de sözlüğe bakmadan, kafa yormadan, neyi nereye yerleştireceğim diye uğraşmadan halledivereyim dediğiniz yerler on, yirmi sayfada bir, deyiş yerindeyse bir ‘bonus’ misali çıkıyor karşınıza. Ben edebiyat-dışı çevirilerimde de uzun, çok uzun cümleleri bölmekten hoşlanmam. Elin yazarı derdini tek cümlede anlattıysa, sırf sentaksımız birbirine ters diye meramını ikiye, hatta üçe parçalamayı yazara haksızlık sayarım. Fakat bu mesele Virginia metinlerinde benim açımdan tam bir challenge’a dönüştü. İyi ki kısa tire arası ya da parantez arası gibi çarelerin yanında, İngilizce’de bizim nedense esirgeyerek başvurduğumuz noktalı virgül, uzun tire gibi ‘çevirinin tekniği’ne dahil araçlar da var ki sadece orijinaldekileri aktarmaya kalksak bile upuzun cümle kotarmaya yetiyor; ondan sonrası anlatım bütünlüğünü oturtmak için kafa yormak. Gerçi Woolf’un kendisi de yardımcı oluyor bu konuda; özneli yüklemli tam ifadeleri bazen noktalı virgülle bitirerek o tam bir paragraflık cümlelerin korkutuculuğunu kısmen azaltıyor. Tabii hem uzun cümlelerin, hem birkaç sayfa süren paragrafların, hem de bir kitabın bölümünde ‘silsile’ye dönüştürdüğü anlatımının Türkçe’ye çevrilmesinde kanımca ‘devrik’ kullanım apayrı bir yere sahip. Yoksa takırdıyor metin; bayır aşağı bir kızakla kayarken önünüze sivri taşlar çıkıveriyor, hoplatıyor sizi, metinden koparıyor. Yani, çeviriye bir dikkat ayırmalısınız, akışın pürüzsüzlüğüne ayrı bir dikkat; elbisenin kat yerleri pürüzsüz olmalı. Zorluğu diye sordunuz ya, bir Virginia kitabının en çetin ceviz kısmı bu. Keza, ifade gücünün yanında bir de sıfat zenginliği var ki hem merakınızı açıyor hem de müthiş yoruyor. Otlar, bitkiler, ağaçlar, yollar, gökyüzünün halleri, yıldızların değişimleri, insanların edaları, sokakların detayları, hareketlerin içerdiği çağrışımlar, olay örgüsünde attığı çalımlar: tüm bunlar çil çil parlayan bir hazine. Söze doyamıyor, söylediklerinin ucu bucağı yok, alfabeye sığmayan bir kalem. Kim bilir, belki de söz yetmezliğinden doldurdu o taşları cebine de yürüdü nehre.

Virginia Woolf orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslûbu, öne çıkan özellikleri neler?

Zekâsı işlek denir ya, bu laf solda sıfır kalıyor Woolf’un bir kitabıyla hemhal olurken. Kelimeler, sıfatlar, bağlaçlar – birini öbürüne iliştiriyor, öbürünü başkasına bağlıyor, bağladığını bir yenisiyle ilintilendiriyor, ilintilendirdiğini yeni bir bağlama sokuyor, sonra o bağlamdan en başa dönüveriyor. İngiltere’nin güneyinde, kıyı boyunca düzlükler, bayırlar, tepeler, ‘tebeşir tepeleri’ denilen yârlar birbirini izler. South Downs deniyor hatta bu düzlük-tepelik silsilesine, Orlando’da geçiyor. Virginia da Monk’s House’un bulunduğu Rodmell köyünden Lewes’e üç mil, beş kilometrelik yolu her gün yürüyerek gider gelir, dağ bayır yürürmüş. İnsanda sanki eline kalemi almadan, romanlarını o yürüyüşlerinde zihninde yazıyor izlenimi uyanıyor ister istemez. Ve cümlelerinin arasına sezdirmeden, hani çaktırmadan, edebiyat tarihini de siyasal tarihi de yediriveriyor. Cümlelerini okurken kendinizi gürül gürül akan bir nehrin akışına kaptırıyorsunuz, ama şöyle bir doğrulup da tüm eserlerine bir bakmayı denediğinizde, karşınıza muhteşem bir donanım, engin bir birikim dikiliyor. (Enteresan bir ayrıntı da, Osmanlı’nın yıkılmadan önceki dönemi için de ‘Turkey’i kullanırken 1920’lerde yazdığı romanlarda bile İstanbul’dan bahsederken ısrarla Konstantinopol’ü kullanması.)

Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?

Hikâye bir yana, romanda en çok keyif aldığım pasajlar Victoria Street’den başlayıp merkezi Londra’nın bütün ana caddeleriyle sokaklarını dolaştırmasıydı. Ayrıca, bütün romanı tek güne sığdırması, benim en sevdiğim kurgu tarzlarından.