
İlkokula o mahallede başladım. Yeni taşındığımız bu yer kırsal kökenli ailelerin yaşadığı, göç almış kenar mahallelerden biriydi. Şimdilerde varoş diye tabir edilen, o zamanki ben için sadece, bizden farklı insanların yaşadığı bir mahalle. Beş katli bir apartmanın en üst katına taşınmıştık. Rüyalarımda hâlâ o evin karşı arsaya bakan penceresinden düşerim. Parmak uçlarımla mermer denizliğe kısa bir süre için zorlanarak tutunur, sonra pes eder kendimi aşağıya bırakırım. Hayatımın her döneminde böyle olmuştur bu. Önce bir tutunmaya çabalar, sonra da düşerim.
Utangaç bir çocuktum. Doğdukları günden bu yana o sokakta bir arada oynamış, yeni birini içlerine almaya yanaşmayan çocukların arasına katılmak benim için çok zordu. Onlar için mahalleye yeni taşınmış bir yabancıydım. Ben ne kadar beyaz tenli, sarıya çalan kumral saçlı, mavi gözlü, kırmızı yanaklı, gürbüz bir çocuksam onlar da bir o kadar, koyu saçlı, kara gözlü, çelimsiz çocuklardı. Sadece fiziksel özelliklerimle değil, kıyafetlerimle de ayrışıyordum onlardan. Üzerimdeki tişört renkli, altımdakiyse buna benzer yerlerde kimsenin pek giymediği, dizimin üstünde biten güzel bir şorttu. Hatta ileride bir gün, orada edineceğim arkadaşlarla namaz kılmaya gideceğim camide, şortum yüzünden hocadan uyarı alacak, hoca babacan bir ifadeyle, camide şortun uygun olmadığını söyleyecekti. Söz dinleyen bir çocuktum. Avlusunda vedalaşmam gereken bir sevdiğim olmadıkça bir daha camiye gitmedim. Gittiğimdeyse şort giyme yaşını çoktan geçmiştim.
Apartmanın altında, giriş kapısının ayırdığı iki büyük dükkân vardı. Biri trikotaj atölyesi, diğeriyse bir marangozhane. Marangoz Rasim Amca Antakyalıydı, candan bir insandı. Sonradan kızına âşık olacaktım. Mahalleye taşındığımızın ertesi günü, evimizin tam karşısındaki arsada top oynayan çocukları uzaktan izlemek için kapının önüne çıktım. Apartman girişindeki yarım basamak sayılabilecek merdivene oturmuş, oyunlarına özenerek bakıyordum. Mahallenin Boyalı Kuşu denebilecek bu halimle Rasim amcanın da dikkatini çekmiş olmalıyım ki dükkânın kapısına çıkıp beni görünce eğilip elini uzattı. “Hoş geldin delikanlı” dedi, “adın ne senin?” Elini sıktım, adımı söyledim. Gülümseyerek başımı okşadı. Çocukların arasına karışıp oyuna girmeye çekindiğimi söyleyemediğim için, “burada yalnız oturacağına sen de arsada oynasana,” sözüne cevap vermek yerine, hafifçe omuz silkmekle yetindim.
Birlikte dükkâna girdik. Uçuk sarı, incecik talaş tozları yerleri halı gibi kaplanmıştı. İçerisi mis gibi ağaç kokuyordu. Sonradan bu kokulardan ağaçların cinslerini tahmin etmeyi öğrenecektim. Duvarlara asılmış çeşit çeşit aletler, kesme makinaları, zımpara tezgâhları çok ilgimi çekti. Tam ortada talaş sobası vardı. Sobanın üstünde bir çaydanlık, dirsek kısmına gelmeden borusuna takılmış bir kelepçe, kelepçenin ucunda şemsiye teli gibi açılmış demir çubuklar, çubukların üstüne kurusun diye asılmış bezler…
İçeride Rasim amca yaşlarında bir adam daha vardı. Rahmetli Halim amca. Trikotaj atölyesinin sahibiymiş. Yanında benden beş altı yaş büyük bir abi, benim yaşlarımda bir çocuk daha. Aralarına çekinerek katıldım. Bu misafirlik konumu yasamım boyunca peşimi bırakmayacaktı zaten.
Halim amca ağzının tam ortasında tuttuğu sigarasıyla kafasını kaldırıp kim bu oğlan der gibi yüzüme baktı. Ona daha sonra Redkit amca adını takacaktım. Öne doğru büzdüğü dudaklarının ortasından hiç eksik etmediği sigarasıyla Redkit’ten tek farkı, ot yerine dumanı tüten o sigaraydı. Gerçi o zamanlar Redkit’in ağzında henüz ot yoktu. Ben yaşlarda olan çocuk, Redkit amcanın oğlu Yavuz’muş. En samimi arkadaşım oldu yıllarca. Nerden bulduğumu şimdi hatırlamadığım bir cesaretle aynı kıza âşık olduğumuzu söylediğimde bile bunu sorun etmemiş olmasına şimdi çok şaşırıyorum.
Dükkânın arkasında, binanın arka tarafı boyunca uzanan, geniş enli, uzun bir bahçe vardı. İçeriye olan merakım geçtikten sonra bahçe kapısını fark edip Rasim amcaya “çıkabilir miyim” diye sordum. Dışarı çıktığımda ne göreyim? Kimi yavru, kimi büyük, kimi hantal bir sürü beyaz tavşan. Dünyam değişti bir anda. O sıkılganlığımı yaratan yabancılık duygusu kayboldu gitti. Her şeyi unuttum. Yavuz’la daldık aralarına. İşte o mahallede ilk olarak tavşanlara ısındım ben. Sonra da Funda’ya.
Tavşanlarla oynarken ne kadar vakit geçmiş bilmiyorum ama öğlen olmuştu. Birden dükkânın kapısından, elinde annesinin yaptığı koca bir tepsi kebapla Funda girdi içeriye. Rasim amca “hoş geldin,” diyerek aldı tepsiyi kızının elinden. İnce, esmer, güzel sesli, güleç bir kızdı Funda. Boyu benden biraz daha uzundu. Gidene kadar kendimi ondan alamadım. Yemeğe buyur etti Rasim amca. Eğer bir yerde tesadüfen bulunuyorsan, şansına bir de yemek saatine denk düştüysen bizde adet, “teşekkür ederim, tokum” diyerek uzaklaşmaktır. Yemeği kendilerine kadar yaptıkları varsayılıp kimseyi zor durumda bırakmamak için böyledir bu.
Gözüm önce Funda’da, sonra salçası bol, sıcak kebapta, midemin aç sesini bastırarak, “teşekkür ederim tokum,” dedim. Rasim amca ısrar etti. “Davete icabet etmemek ayıptır.” O da haklıydı aslında. Bir an kararsız kaldım. Salçası bol, sarımsakla terbiye edilmiş kuzu etinin kokusu dükkânı hemen sardı. Tam tepsinin başına oturacaktım ki annem geldi aklıma. Çocukça bir cümle kurup kendimce müsaade istedim. Yanlarından koşarak ayrıldım.
Apartmanın beş katını durmaksızın çıkarken, yeseydim annem bana kızardı diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ya da yemedim diye annem beni takdir edecek gibi bir şey. Neticede ikisi de aynı kapıya çıkıyor işte. Şimdi düşününce tepsi kebabından ziyade arzularını bastırmayı iyi bilen yedi yaşında bir çocuk hatırlıyorum o günden.
Eve vardım. Henüz tam yerleşemediğimiz için eşyalar hâlâ ortalıkta darmadağınıktı ama yaptığı yemeklerle bugün bile eline kimsenin su dökemediği annem, mutfağı yerleştirmişti bile. İçine iki divan, bir soba, bir de masa sığdırdığımız o geniş mutfakta Ajda Pekkan şarkıları radyodan dinlenecek, sabahları saat on birde arkası yarın beklenirken kahveler içilecek, yıllarca pikaba keyifle takılan Cem Karaca plakları, annem tarafından o mutfakta kırılacaktı.
Mutfağın içinden açılan kapıyla çıkılan balkon, o dönemler pek moda olduğu gibi camekânla kapatılıp binanın arkasındaki tavşan bahçesini izlediğimiz, kapalı bir balkona dönüştürülmüştü. Bahçedeki selvi ve akasya ağaçları o kadar uzundu ki başları beşinci kattaki evimize kadar erişir, ellerimi, camdan onlara doğru uzatınca yapraklarına değerdim. Dokunduğu her yeri güzelleştiren annem oraya da bir divan koymuş, ördüğü rengârenk şiltelerle üzerini süslemiş, saksı çiçeklerini pencerenin dibine yan yana dizerek sıcacık bir kış bahçesine dönüştürmüştü. Okuldan gelir gelmez çantamı bir kenara, kendimi de ikindi vakti vuran güneşe dayanamayıp uykuya yenildiğim o divana atardım. Çoğu zaman burnuma gelen peynirli sigara böreğinin kokusuyla gözlerimi açardım. Birkaç çayı karıştırarak elde ettiği harmandan taze çay demleyen annem, yağlı ellerimle tuttuğum bardağımdaki parmak izlerini görünce çayla birlikte bardağımı da tazelerdi.
O balkonun penceresinde, avuçlarımı yüzüme dayayarak çok hayaller kurdum. Kurduğum hayallerin içinde tavşanlar, civcivler, sonu hep kazanarak biten oyunlar ama en çok da Funda olurdu.
Geldikten kısa bir süre sonra mahallenin çocuklarıyla tanıştırdı beni Yavuz. İçlerinden biri “Almancı mısın sen?” diye sordu. Ne demek istedi önce anlamadım. Almanya’yı mı tutuyorum, Alman’ları mı seviyorum? Yüzüne boş boş bakmış olmalıyım ki benim yerime Yavuz cevap verdi, “Hayır, İstanbullu o.” Genelde okul çıkışı iki gruba ayrılır, takımları oluşturup maç yaparlardı. O yaz dünya kupası vardı. Gece gündüz konuşulan tek mevzuu maçlardı. Top oynamayı hiçbir zaman beceremedim. Futbol oynamayı beceremeyen çocuk oyunda hep kaleci olur. Bir müddet kaleci bile olamadım. Sonra bir gün, tam maç hazırlığı yaparlarken indim yanlarına. Aynı gruptan iki çocuk, “ben kaleci olmam,”, “ben de olmam,” diye atışıyordu. Birden ağzımdan “ben olayım,” lafı döküldü. İçlerinden biri, Almancı mısın sen diyen, beni işaret edip “o olsun madem,” dedi. Kimsenin talip olmadığı işlere gönüllü olan yapım o gün de varmış ki oyuna katılmanın verdiği sevincin yanında kalecilik kavgasının bitmesinin sevincini de yaşadığımı anımsıyorum. Arkadaşlığımız ilerlediğinde işittiğim, “değişik bir çocuktun sen” laflarının ardında, kaleci olurum diye kendimi ortaya atmamın da etkisi olmuştur mutlaka.
Arsanın bitiminde bahçeli bir ev vardı. Onun duvarı kale yapılmıştı. Boyumuzu biraz geçen, zıplayarak tırmanabileceğimiz bir duvardı. Arası yer yer delinmiş gri tuğlaların boşluklardan öte taraftaki ağaçlar görülürdü. Maç başladı, tek kale oynanıyor, üç beş kişiden oluşan iki takım aynı kaleye gol atmaya çalışıyordu. Birkaç kurtarış, birkaç gol sonrası, kalenin tam dibinden çekilen şutla gülle gibi üzerime gelen toptan kaçabilmek için diğer tarafa doğru sıçradım. Top duvarı aşarak yan bahçeye düştü. Kaçan topları almak kelecinin işidir genelde. Zaten kimse almaya yeltenmedi. “Yuh nasıl tutamazsın, git al şimdi” bağrışlarına aldırmaksızın, bir tırmanışta duvara çıkıp yan bahçeye atladım.
Top erik ağacının dibinde duruyordu. Topa doğru yöneldiğimde o yaştaki çocuğa korkunç gelecek şekilde hırlayan, simsiyah, kocaman bir köpekle karşı karşıya geldim. Köpek bahçeye atladığımı gördüğü gibi düşmanca bakan gözlerle üzerime doğru koşmaya başladı. Üstteki iki sivri dişini geçirecek yer ararcasına kocaman açtığı ağzından beyaz salyalar akıyordu. O bahçede saldırgan bir köpek var diye daha önce kimse beni uyarmamıştı. Hayatım boyunca o günkü kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Bir anda dondum kaldım. İnsanın böyle durumlarda basireti bağlanır, hiçbir şey yapamazmış, o an anladım. Köpek havlayarak bana doğru geliyordu, zinciri yoktu, bağlı değildi. Üzerime atladığında beni yere devireceği apaçıktı. Ancak saniyeler içinde bir şey oldu. Erik ağacının üstünden bir çocuk atladı. Ben şok olmuş halimle kıpırtısız durmuş bekliyordum. Çocuk köpeğe doğru hızlıca koşmaya başladı. Bir yandan da köpeğin hırıltısından daha korkunç bir ses çıkartıyordu. Nasıl olduğunu anlamadan köpekle arama girerek karşısında durdu. Elindeki dal parçasını köpeğe doğru tehditkâr biçimde sallarken aynı korkunç sesi çıkartmaya devam ediyordu. Sanki benim bilmediğim bir dilde ikisi güç savaşına girmişti. Birden köpek deminki halinden eser kalmayacak şekilde arkasını döndü ve gitti. Yaşadığım korkunun etkisiyle kalbimin atışını kulaklarımda duyuyordum. Sonra aniden aklım başıma gelmiş gibi topu aldım, çocuğa hiçbir şey demeden, hatta yüzüne bile bakmadan duvara tırmanıp bir hamlede arsaya atladım. Diğer çocukların yanına geldim. Herkes bir şeyler söylüyordu ama hiçbir şey duymuyordum. İçimden neler geçti, neden böyle bir şey yaptım hiçbir fikrim yok. Topu bıraktım ve hepsine dönüp, “siktirin gidin,” dedim.

Eve doğru koştum, merdivenleri çıkarken gözyaşlarım boşaldı. Köpekten çok korktuğumu, beni uyarmadıkları için kızdığımı, ağlamayı da kendime yediremediğimi hatırlıyorum. Ağladığım belli olmasın diye kapıda bir süre bekledim. Üzerimdeki tişörte yüzümü silip zili öyle çaldım. Kapıyı açan annem sanırım durumu anlamadı. Bir şey demedi. Önce banyoya dalıp elimi yüzümü yıkadım, sonra da kendimi en huzurlu hissettiğim yer olan mutfak divanına uzanıp sakinleştim. Yaşadıklarımı düşünürken uykuya daldım.
Çocuklar genelde bu tip şeyleri çabuk unuturlar malum. Bana yaşattığı duyguları içimde bir yerlere kazısam da olayı unutup sokak yaşamıma devam ettim. O günden sonra çocukların bana olan tavrı çok değişti. Duvarın öte tarafındaki köpeği bildiklerini, beni zor durumda bırakmak için söylemediklerini, ama bir çizik bile almadan topla birlikte yanlarına geri döndüğümü görünce cesaretime duydukları hayranlıkla içlerine kabul ettiklerini sanıyorum. Yani, çeteye girmek için bilmeden bir cesaret oyunuyla sınanmış, ağaçtan karşıma çıkan o çocuk sayesinde bu oyunu kazanmıştım. Böylelikle aralarında kendime bir yer edinmiş oldum. O çocuğun kim olduğunu içten içe çok merak ediyor ama karşı karşıya gelmeyi de istemiyordum. Diğer çocukların bu sırrı öğrenmesi, şansa da olsa edindiğim bu yarım itibarı elimden alır diye korkuyordum. Sonraki günler tekrar oyunlarına karıştım, bu sefer kaleci olmadım. Yine de kendimi hiçbir zaman onlar gibi hissedemedim.
Yavuz’la ilişkim ötekilerden daha yakındı. Bana karşı davranışı baştan beri dostçaydı. Köpek olayından sonra bana kıymet verenlerden değildi. Bu yüzden aramızdaki dostluk her zaman farklı oldu. Okuldan birlikte çıkıyor, evimize uğramadan ilk iş soluğu tavşanların yanında alıyorduk. Onlarla oynarken her şeyi unutuyor, akşamı nasıl ettiğimizi anlamıyorduk. O tavşanlardan birini alıp evde beslemeyi çok istiyordum. Bir iki defa kucağımızda hayvanlar, bizim eve giderek annemin tepkisini denesem de nasıl olsa izin vermez düşüncesiyle, alalım mı diye hiç sormadım. Rasim amcanın dükkânında geçirdiğim bu uzun vakitlere annem de alışmış olacak ki onlarla yediğim birkaç öğle yemeğine ses etmemiş, hatta bir öğlen köfte patates kızartarak benimle göndermişti. Redkit amca genelde dükkâna her gün uğrar, sobanın üstünde sürekli hazır duran çaylar içilir, ne olacak bu memleketin hali diye başlayan sohbetler, biz adam olmayız laflarıyla tellendirilirdi.
Mahallede Salı günleri pazar kurulurdu. Annemle pazarda vakit geçirmeyi hep sevmişimdir. Bugün hâlâ, tatil için gittiğim yörelerde bile hangi gün pazar kurulduğunu öğrenir, denk düşürüp gezerim. Yine bir Salı günüydü. Okul çıkışı annemle pazara gittik. Yüzlerce civcivin kasalarda sergilendiği bir tezgâh gördüm. O kadar tatlıydılar ki. Ben onları izlerken tezgâha gelen birkaç kişi, delikli kesekâğıtlarına konan civcivleri satın alıp gitti. Bu sefer dayanamadım, “alalım mı anne?” diye sordum. Sormakla kalmadım, alalım diye tutturdum, hatta mızmızlandım. Ama annem ikna olmadı. Söylene söylene pazardan tam çıkıyordum ki, yere serdiği bir gazete kâğıdının üstüne koyduğu karton kutunun içinde civciv satan bir çocuk gördüm. Son bir ümitle annemin elini çekiştirerek çocuğa doğru onu iteledim. Yanına yaklaşınca bir de ne göreyim, o gün beni köpeğin saldırısından kurtaran çocuk! Hiç ummadığım bir anda onu yine karşımda bulmak beni çok heyecanlandırdı. Ne diyeceğimi bilemedim. Üstü başı kirliydi. Ayağına büyük gelen, yanları yırtık lastik ayakkabılarının arkasına basıyordu. Eli yüzü pislikten mi, teninin renginden mi bilmiyorum karaydı. Kolları cılızdı. O gün köpeğin karşısında hırlayışı gözümün önüne gelen heybetli çocuktan eser yoktu. Yanında çamaşır tezgâhı vardı. Tezgâhın üstündeki açık duran kitap, kitabın arasına yerini kaybetmemek için konmuş yarım kurşun kalemle silgi dikkatimi çekti. İki ucu da açılmış kalem, tam orta yerinden kirli bir penyeye sarılmıştı. Kitabın bazı satırlarının altı çizilmiş, yanlarına kargacık burgacık yazılar yazılmıştı. Çamaşır tezgâhının başında duran babası olmalıydı. Bir süre birbirimize baktık. “Kaça gidiyorsun?” diye sordum. “Gitmiyorum,” dedi. Kitabı göstererek, “o senin değil mi?” dedim. “Benim,” dedi. Sonra yine sustuk. Annem o sırada çamaşır tezgâhından bana bir iki beyaz fanila almıştı. Dilimin ucuna kadar geldi, “o gün için sağ ol” demek. Ama diyemedim. Onun yerine, civcivlerden birini elime aldım. Burnumun ucuna kadar yaklaştırıp yüzüne baktım. Sıcacık, yumuşacıktı. Kalbini avucumda hissediyordum. “Onu mu seçtin?” diye sordu. “Çok istiyorsan alsana!” Bir cevap veremeyip anneme baktım. Annem elindeki poşetlerin ağırlığıyla bir an evvel gitmek isteyen bir halde “alamayız oğlum şimdi,” dedi. Gözlerim doldu. Çocuğun karşısında ağlamak istemedim. Ama o kadar zoruma gitti ki kalabalığın içine doğru koşarak yanlarından uzaklaştım. Evin kapısına gelinceye kadar ağladım. Onunla olan bu ikinci karşılaşmamız da benim gözyaşlarımla bitmişti.
Bir süre evde kimseyle konuşmadım. Rasim amcanın dükkânına da inmedim. Civciv ya da tavşan aldırmak için ağzımı açmadım. Küslüğümün sebebini anlayan annem aradan ne kadar zaman geçmişti anımsamıyorum, “istersen bugün pazara gidip civciv alalım,” dedi. Ona olan kızgınlığım geçmemişti, yüzüne bakmadan “hayır” dedim. “Peki, sen gelme, ben sana alıp getireceğim” diyerek gitti annem. O gün annemin pazardan dönüşü bana o kadar uzun geldi ki anlatamam. Pencereye çıkıp saatlerce gelmesini bekledim. Annemi sokağın başında görününce koşarak yanına gidip civcivleri sordum ama ne yazık ki eli boştu. Satıcı oğlanın tezgâhının bu hafta olmadığını söyledi.
İşte o oğlan, yani benim yarım itibarımın sahibi o cılız pazarcı çocuk, cesur Büco’ydu. Bizimle aynı mahallede yaşayan ama kimsenin adam yerine koymadığı, pazarcılık yaparak geçinen, çingene bir ailenin dokuz çocuğundan biri. Anneme “çingene nedir?” diye sorduğumda, “aman oğlum uzak dur,” demişti. Farklı olandan her zaman uzak durmak gerekir. Daha küçükken kural gibi işlemiştir içimize bu. Belki de bu yüzden çingenelerin kaçınılmaz kaderidir gitmek. Ne oğlan ne de babası bir daha tezgâh açtılar. Gitmişler. Sonra bu gidişin iç yüzünü öğrendim.
Trikotaj atölyesinden para çalınmıştı. Redkit amca alı al moru mor girdi o gün dükkâna. Ne kadar paraydı hatırlamıyorum ama atölyede çalıştırdığı iki kişinin bir haftalık yevmiyesiymiş. Pazarda iç çamaşırı satan bu aile trikotaj atölyesine sipariş verdikleri fanilaları aldırmak için o gün oğullarını göndermiş. Paranın kaybı da aynı güne denk düşünce Redkit amca oğlandan şüphelenmiş. “Büco aldı belli ki” diyor başka da bir şey demiyordu. “Babasını çağır, konuşalım” dedi Rasim amca. Gelir mi gelmez mi diye bir süre kararsız kaldıktan sonra evlerine kendileri giderek konuşmaya karar verdiler. Nitekim kararlaştırdıkları gibi o akşam ikisi birlikte gitmişler çingene ailenin evine. Artık nasıl bir şekilde söylediler bilmiyorum ama adam çok kızmış. Büco’yu çağırmış, onların karşısında sorgulamış, hatta çocuk sessiz kaldı diye bağırıp bir de tokat atmış. Ancak para bulunamadı. Büco denen çocuk da suçlandığıyla kaldı.
O mahallede, arka balkonu tavşan bahçesine bakan apartmanın rüyalarımda hâlâ düştüğüm beşinci katındaki o dairesinde yirmi sene oturduk. Bir daha yolum düşmedi. Ta ki Yavuz’un babası rahmetli oluncaya kadar. Redkit amca, canım… Cenazede Rasim amcayı da gördüm. İnsanın en yakın dostlarını yitirmesi kim bilir ne zor olmalı. İyice yaşlanmıştı. Bastonuna tutunarak yürüyordu. Beni görünce hemen tanımasına şaşırdım. Şöyle bir doğruldu, gözlerinin gülüşü hiç değişmemiş, “naptın bakalım, aldın mı bir tavşan” dedi. Gülüştük. Hayat işte, cami avlusunda sevdiğini yolculuyor olsan da kalan sevdiklerinle ömrünü tamamlıyorsun.
Cenazeden sonra Yavuz’la Edirnekapı’ya gittik. Suriçinde pek sevdiğimiz salaş bir meyhanemiz var. Haydar’ın Yeri. Hava soğuk olduğu için içerde oturduk. Otuz beşlik bir rakı açtık. Eski günleri yâd etmeye başladık. Mahalle anılarımız, çocukluk günlerimiz, ilk aşklarımız… Derken bir an camın dışında tavşana niyet çektiren bir çocuk gördüm. Aynı Büco gibi zayıf, kara bir çocuktu. Yavuz’a gösterdim.
“Hatırlıyor musun Büco’yu?”
Yavuz rakılarımızı doldurdu.
Niyetçi çocuğa şöyle bir bakarak, “Nasıl hatırlamam içimde yıllarca derttir o benim,” dedi.
Şaşırdım. “Büco neden dert oldu ki sana?”
Gözünü çocuktan ayırmadan anlatmaya başladı. “Yıllar önce” dedi, “atölyeden çalınan bir para vardı hatırlıyor musun?”
“Evet,” dedim. “Nasıl hatırlamam, işçilerin yevmiyesi gitti diye baban az üzülmemişti.”
“Evet, sonra da Rasim amcayla Bücolara gitmişlerdi, hatırladın mı?”
“Evet,”
“O parayı ben çalmıştım.”
Otuz senenin üstüne gelen bu itirafa ne demem gerektiğini bilemedim. Ağzımdan sadece, “neden ama?” döküldü.
“Bilsem… Çocukluk işte, yok bir sebebi…”
Neden bilmiyorum, ben de Yavuz’a söylemek istedim. Belki yıllardır üstümde emanet gibi taşıdığım Büco’nun cesaretini teslim etmemin zamanı ancak şimdi gelmişti. “Ben de sana bir şey anlatmak istiyorum,” diyerek o günü tüm ayrıntılarıyla, tüm duygularımla, sanki yeniden yaşar gibi, gözyaşlarımla anlattım. Yavuz da ağlıyordu. Otuz sene öncesindeki o iki küçük çocuk halimize geri dönmüş, salya sümük ağlıyorduk. Gözyaşlarımız bitince annemin divanında hissettiğim o huzur kapladı içimi. Kadehlerimizi tokuşturduk, son yudumları içtik. “Bir niyet çekelim mi?” dedim. Güldü. “Hadi, birlikte” dedi, kalktık.
Öznur Unat
Çizim: Yiğit Abdullah