Deniz Kıral, Ömür İklim Demir ile “Kum Tefrikaları” adlı romanı üzerine söyleşti.

Dilerseniz, öncelikle romana yönelmenizle başlayalım. Öykü kitabınız Muhtelif Evhamlar’dan sonra yolculuğunuza neden ikinci bir öykü dosyası ile değil de romanla devam ettiniz? Bu soruyu önemli buluyorum; zira Kum Tefrikaları’nda modern roman tekniklerinin kullanıldığını da görüyoruz. Bugün modern roman, bir anlamda tüm türleri ihtiva eden bir çatı gibi de konumlanıyor. Kum Tefrikaları’nı yazarken kullandığınız araçlarla Muhtelif Evhamlar’ı yazarken kullandığınız araçlar arasında ne gibi farklılıklar var?

Aslında ciddi anlamda yazmaya başladığım ilk metin bir romandı; Muhtelif Evhamlar Kitabı’nı o romana ara verdiğim bir dönemde yazmıştım. Başka bir yerde daha söylemiştim sanırım, bu açıdan bakıldığında ilk kitabımı henüz yazmış sayılmam. Kum Tefrikaları’nı yazarken kullandığım araçlarla Muhtelif Evhamlar Kitabı’nı yazarken kullandığım araçları kıyaslayacak olursam, Kum Tefrikaları’nı yazarken, tarihi bir yapısı olması sebebiyle, daha fazla araştırma yapmam gerekti. Havacılıktan tıbba kadar farklı kaynaklardan beslenen bir metin oldu. Muhtelif Evhamlar Kitabı’nda ise bu yoğunlukta bir araştırma dönemim olmadı.

Kitabın neredeyse yarısında Şevket Kemal Bey, iki arkadaşının yolculuğunu takip ediyor. Onların tayyare ile yolculuklarına müthiş imrense de bu duygu hiçbir zaman habis bir kıskançlığa dönmüyor. Benzer şekilde Mithat da, taşıdığı onca yüke rağmen ilişkilerinde samimi, içten birisi. Kaybedenlerin fesatlığı diye yorumlayabileceğimiz karakterlere oldukça alışkınız; oysa Kum Tefrikaları’nın insanları öyle değiller. Ben sizden farklı olarak, gündelik hayatımızın küçük didişmeler, sürtüşmeler üzerine kurulu olduğu kanaatindeyim. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Karakterlerinizle fikir birliği içinde misiniz?

Kusurları, zaafları olan ama yine de bir şekilde yakınlık duyabileceğim karakterler yazmayı seviyorum. Hepsi kaçmaktan sanırım, hepsi yalnızlıktan…

Kitabın önemli bir kısmı da Suruç’ta, Urfa’da geçiyor. Âb-ı hayat efsanesi de kitabın odak noktaları arasında yer alıyor. Malum, Urfa’nın unvanlarından biri de Peygamberler Şehri. Bu anlamda Mithat Bey’in görev yaptığı hastanenin Urfa’da olmasının da sembolik veya alegorik bir anlamı olduğunu söylemek mümkün mü? Urfa’yı seçme sebebiniz nedir?

Öncelikle anlatacağım hikâyeyle bütünlük kurması ve de romandaki iki farklı zamana ortak bir çatı olması amacıyla Suriye sınırında bir yer seçmeyi düşündüm. Daha evvelinde Hatay’da, Kilis’te, Antep’te, Suruç’ta çeşitli sebeplerle bulunmuştum, o nedenle bu yerler arasında gidip geldim. Sonra Suruç’un kelime anlamı, atlarıyla ünlü olması ve de Remil Caddesi -çünkü kum falı anlamına geliyor- ağır bastı; bu şekilde tercih ettim. Hem bir de Sümer Kebapçısı var orda, onu da sonradan fark ettim gerçi ama bütün anlatının üstüne tuz biber oldu.

Şevket Kemal Bey’in uçağıyla çölü geçmeye çalıştığı kısımda romanın ritmi oldukça düşüyor. Bu Şevket Kemal Bey’in çaresizliğini, boğuştuğu kum denizinin sonsuzluğunu okurun zihninde iyiden iyiye canlandırmak için yapılmış bir seçim gibi. Bana katılır mısınız? Sizin buradaki amacınız neydi?

Şevket Kemal Bey’in muhaberat günlerini olabildiğince durağan, hatta sıkıcı yazmaya çalıştım; depoda ne kadar hintyağı ya da yelken bezi kaldığını okurken okuyucu da onunla beraber sıkılsın, yeter artık çık şu dört duvarın arasından, desin, o muhaberattan bir an önce kurtulmayı arzulasın istedim. Çöl bölümlerine de benzer şekilde yaklaştım. Romanı yazdığım dönem çöle gittim, bir vahanın ortasında kaldım, kum tepelerine çıktım, iki kere de pervaneli bir uçakla havalandım, havada manevralar yaptım, bulutların içinden geçtim… Tabii yazdığım için mi bunları yaptım, yoksa sadece eğlenmek miydi amacım bilemiyorum. Kitabı okurken boğazı kuruyanlar, az önce su içtiği halde tekrar tekrar susayanlar olmuş. İyi kötü amacıma ulaşmışım demek.

Ömür İklim Demir

Önceki sorumla tezat oluşturacak bir detay da Mithat’ın eşiyle tanışmasının hemen ardından ciddi zaman sıçramaları olması; burada da ritm aniden yükseliyor ve hızla akmaya başlıyor. Romanın zamanını bir anlatım unsuru olarak nasıl konumlandırıyorsunuz? Bu ritmik yapıyı tercih etme sebebiniz nedir?

Zamanın akma hızı hissiyat anlamında çok göreceli bir kavram. Çocukluğumda bir gün seksen sekiz saatti mesela, yaz akşamları hiç bitmezdi. Şimdi galiba kahvaltıdan sonra bir buçuk ya da iki saat kadar sürüyor bir gün, ancak bir yandan da hiç geçmiyor. Mithat için de zamanın ritmi, hayat anlamını yitirdikçe, çevresindeki insanlar azaldıkça hızlanıyor ve detaylarını yitiriyor; bu hızın ardından gelen boşluk ise ona göre anlatılmaya değer değil. Zaten roman boyunca anlattığı ya da anlatmaya çalıştığı kişi hiçbir zaman doğrudan kendisi olmuyor; ya babasını anlatıyor, ya annesini, ya da Murat Hoca’yı, Şevket Kemal Bey’i… Kendisi bir araç, başkalarından arta kalan boşlukların içine sıkışmış bir detay daha çok.

Yaşar Kemal’in “Dağın Öte Yüzü” adını verdiği üçlemesinin ilk kitabı Ortadirek’le ilgili yaptığı çözümlemede Berna Moran, kitapta hep bir sarkaç hareketi olduğunu tespit eder: Karakter ilerler, geri gelir anasını alır; sonra tekrar ilerler, geri gelir… Bu anlamda Kum Tefrikaları’nda da büyük bir zamansal sarkaç olduğunu söyleyebilir miyiz? Şevket Kemal, çölde hayatta kalmaya çalışırken hep suyu bulduğunu zanneder; ancak gördüğü hep bir seraptır; büyük umut ve derin hüsran arasında mekik dokur. Yıllar sonra onun günlüğünü okuyan Mithat’ın da bir anlam arayışı vardır; ama nihayete ermez. Doğu destanlarında, zamanın çizgisel değil, döngüsel akmasına sık rastlarız; peki siz kendinizi böyle bir geleneğe bağlı hissediyor musunuz? Benimki bir aşırı yorum da olabilir elbette; siz neler düşünüyorsunuz?

Zamanın döngüselliği fikrini seviyorum, üzerinde düşünmesi, oynaması daha keyifli ve de her anlamda metne derinlik katıyor. İnanmak da istiyorum hatta bu fikre, çünkü bir parça da umut barındırıyor içinde. Ancak derinden derine bunun tamamen bizim zorlamamız olduğunu biliyorum; çünkü o kadar da anlamlı bir şey yok ortada, birkaç güzel seraba denk gelsek yeter.

Kitapta rakı, yan rolde diyebileceğimiz yoğunlukta karşımıza çıkıyor; pek çok demlenme sahnesine tanıklık ediyoruz. Elbette yalnızca bu sahnelerin tasvirinden keyif aldığınız veya karakteri öyle yazmak istediğiniz için de tercih etmiş olabilirsiniz; ancak kadrajda bu kadar yer alan bir oyuncuyu görmezden gelmek istemem: Kum Tefrikaları’nda rakının rolü nedir?

Kırklı, ellili yaşlarında taşrada yaşamakta olan arkadaşlarımın, doktor tanıdıklarımın ortalamasını alırsam eğer; en büyük eğlencelerinin rakı sofraları ve oralarda dönen muhabbetler olduğunu söyleyebilirim. Neredeyse herkesin “Rakı Masası” başlıklı ayrı ayrı WhatsApp grupları var. Mithat’ı da bu dünyadan ayrı tutmam doğru olmazdı, ben bir de ona yalnızlığı ekledim. Kısacası gözümle gördüğüm, gerçekten bildiğim dünyayı yazmaya çalıştım.

Kitabın yoğun bir tarih çalışmasının hülasası olduğu aşikâr. Sizi, merkezini Birinci Dünya Savaşı’nda bulan bir roman yazmaya iten sebep neydi?

Birinci Dünya Savaşı’nı değil de, onun dört beş ay öncesini konu aldım. Tam manasıyla kuytuda kalmış bir dönem… Biraz da havacılığa meraklıyım. Ancak roman bunların hiçbiri sebebiyle başlamadı. Rüyamda çölde koşan mavi bir at görmüştüm, hem de öyle böyle değil, adıyla sanıyla, hikâyesiyle… Velhasıl böyle başladı Kum Tefrikaları.

Son olarak, Şevket Kemal Bey’in en yaşadığını hissettiği an, çölde ölüme doğru yürüdüğünü hissettiği zamanlar; hatta yine olsa yine bu tercihi yapacağını söylüyor. Elbette bu sorunun yanıtı oldukça değişken; peki sizce insanın hayatını anlamlı kılan şey, anlamlı olduğuna inandığı bir şeyler için kavgaya devam etmesi midir?

Fazlasıyla kendi içinde başlayıp biten bir durum ama herhalde öyledir.

Öyle olsa iyi olur : )