
Nihayet yanına vardığımızda, onu nereye götüreceğimizi bilememiş, açıkçası ne yapacağımızı da kestirememiştik. Bizimle konuşmuyor, nedenini bilmediğimiz bir şekilde, en ufak bir mimik dahi göstermiyordu. Gerçi haklı olabilirdi, yolun orta yerinde öylece onu izliyorduk. Yine de panik yapmamamızın tek sebebi sıska göğsünün hâlâ inip kalkmasıydı. Onu ilk gördüğümüzde oturduğu tekerlekli sandalye, asfalt yolun ortasında öylesine nefessizdi ki kadın da bu sessizliği bozmuyor ve arabalar yanından vızır vızır geçerken ne yardım diliyor ne de bağırmayı tercih ediyordu. Kimse onu görmüyor olabilirdi, kim bilir belki de reddediyorlardı. Açıkçası bizi onun yanına iten şaşkınlığımızın büyük bir kısmını buna borçluyduk.
Onu alıp kaldırıma geçtiğimizde ise kırış kırış yüzü gölgelenmiş, sanki bir an, memnuniyetsiz bir biçimde buruşmuştu. Emeline engel oluyormuşuz gibi ölüme yazgılanmış bakışlarıyla süzmüştü yalnızca. Kol kola girmiş garip ifadeli üç adam gördüğü için değildir diye düşündük bu şaşkınlığı, tanımayan yoktur bizi şehirde ne de olsa. Manavı, öğretmeni, fırıncısı… Bilir, bilmeli! Eksikliklerimiz bizi bağlar ve şehir de bağrına basmış gibi sever bizi.
Belki bir tanıdığı vardır ve onu bıraktığı bu müthiş yerden geri alır ya da almayı akıl eder diye evimize geri dönemedik.
Bir süre biz kaldırımda, o tekerlekli sandalyesinde oturarak yol üstünde metalden bir nehir olan arabaları seyrettik. Harfsizliğin ağırlığını sırtımıza devrederek geçiyordu kuş gölgeleri üzerimizden. Alıp göğsümüze nişan niyetine takmak istediğimiz türden gölgelerdi: Biz hep “gölgenin de hayırlısı” derdik. Aradan zaman geçip, ki zamanla aramız hiç iyi değildir, altında oturduğumuz çamın gölgesi artık üzerimizden kaymaya başladığında dayanamayıp sorular sorduk ona.
Adını, oturduğu yeri, kendisini kimin oraya öylece attığını sorduysak da tek kelime cevap alamadık. Meyve vermemeye yeminli ağaçlar gibi kurumuş ağzı, bize yanıt vermekten ziyade hoşnutsuz homurtular çıkarıp durdu.
O zaman, “Acaba konuşmayı bilmiyor mu? Yoksa korkudan unuttu mu haminne?” diye düşündük acı acı. Polise gitmeliyiz dediğimizde ise bir bebek gibi sızlanarak karşılık verdi: Ancak bir bebek onun gibi söz dinlemez ve inatçı olabilirdi.
İçimizden biri, yolun diğer ucundaki parkı heyecanla gösterip belki orada rahatlar ve oynaşan çoluk çocuk ona bir şeyler anımsatır diye belirttiğinde çoktan ayağa kalkmış, yavaştan parka doğru yol almaya başlamıştık.
Kırmızı kaydırakları, mavi salıncakları ve küflü tahterevalliyi de aynı yerden gören iştahı bol bir banka oturduğumuzda bile o, tekerlekli sandalyesinde hâlâ çıt çıkarmıyordu. Ama sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi, arkasından çıkardığı tığı ve ipliği ile örgü örmeye koyuldu. Çocuklar umurunda bile değildi. Bu bizi öylesine tedirgin etti ki içimizden diğeri, onun hasta olabileceğini ileri sürdü. Bunun ertesinde o, bizi daha da şaşırtarak bir kahkaha koyuverdi. Keyfi yerine gelmişe benziyordu. Oturduğu sandalye bilinmezin tahtıymışçasına kıpırdandı huzurla. Bir rüzgâr vardı sırtlarımızı yoklayan ve hafiften üşümeye başlamıştık.
Fırsat bu fırsat dedik ve tekrar adını, yaşadığı yeri, bildiği bir telefon numarası olup olmadığını sorduk. Yüzündeki gülümseme aniden soldu ve yine kendi kendine homurdanmaya başladı. Durgun bedenine rağmen işlediği örgü o kadar hızlıydı ki rüzgârda dalgalanan dağınık gri saçları, elinde hızla savrulan gri tığı ile garip bir uyum bile yakalamıştı.
Bizse kalakalmışlığın eşiğinde öylece beklemeye ve sonra kendisi konuşmak ister belki diye düşünüp parktaki çocukları izlemeye koyulduk: Zamanın dizinin dibine kıvrılmak, onunla arası iyi olmayan bizim için bile daima ilgi çekiciydi.
Bir süre sonra onun yanımızda oturduğunu dahi unuttuk. Çocukları seyrederken aynı onlar gibi zamanı kaybettik ve aptal bir gülümseme, hiç de zorluk çekmeden, yavaşça yayıldı suretlerimize. Çocuklar birbirlerine kenetli halkalar gibi kaydırağın demir merdivenlerini arşınlıyor, hızla kayıp sonra tekrar birbirlerinin peşi sıra merdivenlere koşuyorlardı. Yüzlerini ayırt edemiyorduk ama zaten biz çocuk yüzlerinin mazruf olduğunu bilir, irdelemez, anlam yüklemezdik.
Neden sonra ebeveynler, çocuklarını, parktan yaprak misali tek tek koparırken o saadet zinciri de dağılmış ve dikkatimizi de ansızın dağıtmıştı. Aklımız, bakışlarımızla beraber yaşlı kadına kayınca içimizden biri, hasta olduğu konusunda direten, biçimi bozulmuş bir çığlık kopardı birden.
Tekerlekli sandalyenin iki kolundan tutmuş iki yaşlı kadın, sandalyede oturan akranları ile beraber pür dikkat bizi izliyordu. Birbirinin aynısı üç suret karşısında oturduğumuz bankta öylece sinmiştik. Derken ayaktaki kadınlardan biri yünü aldı ve ipliği parmaklarıyla uzatıp topu olduğu gibi çantasına attı. Diğeri, elindeki uzun ipliğe makası vurdu da ardından makası çantasına tıktı, sandalyede kıpraşan ise artık iplik bulunmayan titrek ellerini, oturduğu sandalyeden bize doğru, bitirdiği örgüyü almamızı beklercesine uzattı.
El ele tutuşurcasına birbirine bitişik üç erkek bebek yapmıştı. Bu örgü bebeği yaparken ya yorulmamıştı ya da sureti, kuytularında ustaca gizliyordu yorgunluğunu. Kestirememiştik. Hayranlığa bulanmış bir korkuyla hem bebeklere hem de onlara bakakalmıştık.
İki yaşlı kadın da tek kelime etmeden tekerlekli sandalyeyi iki ucundan tutup zorlanarak yönünü çevirdi. Yavaşça uzaklaşmaya başladıklarında artık parkta bir başımızaydık. Bu haliyle park, hiç çocuk yüzü görmemiş bir parktı ve göğün grisi onun renklerinin üzerine sorgusuz sualsiz yayılmıştı. Gün, bulutların ardından, şehri yeni yeni terk ediyordu. Rüzgâr iyice dilini çıkardığı için yağmur geliyor diye düşündük. Onların kız kardeş olabileceği üzerinde durduk ki bu sonuca birbirleriyle olan inanılmaz benzerliklerinden ulaşıyorduk. Kendimize özgü anlaşma yöntemleriyle ortak bir sonuca vardığımızda ise yaşadıklarımızı konuşmama, hatta unutma kararı aldık. Bu kararımız, kadınlar artık gözden tamamen kaybolduğunda, uç uca tutuşmuş bebeklerden birinde gözlerin, birinde kulakların, diğerinde ise ağzın eksikliğini fark etmemize kadar sürdü. Ve inanmazsınız bu vesileyle ben, bir kabustan ayrılır gibi “biz” olmanın gölgesinden öylece sıyrıldım. Gördüklerimi anımsayıp duyduklarımı çoğaltarak harflerin dikenleri, ilk defa karşılaştıkları dudaklarımı kanatırken, kanı sesime sırlayıp konuşa konuşa bu öyküyü yazdım.
Mehmet Cebe