Özcan Yılmaz

“Senden nefret ediyorum,” dedi. Nefret. Yanımda, yakınımda olmandan, üzerime sinmiş, çıkmayan ağır kokundan. Çatalımı ağzıma götürdüm, ucundakinin tadına baktım. Beğenmedim. Kıyısından izlediğimiz caddeden bir çift geçti, neredeyse kol kolalar. Bulunduğum yerden ötedeki büfeyi görebiliyorum, camında ve önündeki askılarda sergilediği rengarenk dergilere uzaktan bakınca hepsi tek renk gibi görünüyor. Ayırt edebilmek için gözümü kıstım, iyiden iyiye bulanıklaştılar. Nefret ediyorum senden, dedi, gözlerinin şeklinden ve bakışlarının ifadesizliğinden, anlamsızlığından. Başından beri ne onlar ne sen bir anlam taşıyordu, artık eminim, demek şimdiye dek hep kendimi kandırdım. Nefret, nefret, nefret ediyorum. Senden. Varlığından. Var olmandan. Keşke yok edebilseydim seni. Keşke, dedim.

Açıkça belli oldu ki devam etmeyeceğiz, hesabı istedim. Gelmesini bekleyemem, kasaya gidip hallettim. Masaya uğramadan dışarı çıktım. Ayakta dikildim bir süre. Tramvay yolundan motosikletli bir çocuk bana doğru ilerliyor, endişe etmeme gerek yok, kimseye çarpmayacak. Öyle bir ümidim varsa, tek şansımın bu olduğuna inanıyorsam sahiden, düşündüğümden daha hayalperestmişim meğer.

Yanıma geldi, kolumu tuttu, tırnaklarını gömleğimin kumaşına neredeyse yırtacak kadar batırdı, Pısırıklığından, her şeyi, herkesi, en çok kendini yüzüstü bırakmandan, nefesinden, o iğrenç, iltihap kokan hastalıklı soluğundan, gün gün uzayan, uzadıkça pisleşen sakalından, her adımının toprağa saplanıp kalmasına neden olan ağırlığından, hayatımın içine etmiş olmandan ve bunu yaparken başka bir şey yaptığını sanmandan, çektiğin acıların zavallılığından ve hiçbir zaman hak ettiğini bulamayacak olmandan nefret ediyorum, dedi. Yüzünü göğe dikti, Nefret, nefret, nefret, dedi, hak ettiğini bulasın. Kolumu ondan kurtardım, ellerimi pantolonumun cebine soktum, caddenin aşağısına doğru yürümeye koyuldum. Kuklacıyı geçtim, bir dakikanızı alabilir miyimcileri, saçma sapan sesler çıkaran amatörleri, sigara kokan kestanecileri. Karanlık çökmüş, mikrofonlu teyze yerini almış, her zamanki böğürtüsüne başlamış. Tamam, dedim içimden, körler ve yarısının nerede olduğunu bilmediğim, hiç de merak etmediğim adamlar da geldiğinde her şey tam olacak. Adımlarımı hızlandırdım, ne fark eder ki, buradan hızla uzaklaşsam varacağım yerin hiç farkı yok, yavaşladım tekrar, kavşağa vardım. El ettim, taksi önüme geldi. Kapısını açtım, bir an duraksayıp arkamı döndüm, sallana sallana geldiğini gördüm. Şoföre bakarak, Biraz bekleyebilir miyiz, dedim, sesini çıkarmadı. Kapı açık kalınca saçma oldu, arabanın içine girmeden kapıyla arasına geçip orada beklemeye ve başka yöne bakar gibi yan gözle onu izlemeye koyuldum. O hiç acele etmiyor, sakin sakin arabaya yaklaşıyor, bana katılacağından emin olunca kapıyı açık bırakarak arabanın içine girdim, peşimden o da bindi, yanıma oturdu. Kapıyı yavaşça çekti. Şoföre gideceğimiz yeri söyledim, motoru çalıştırdı.

Mırıldanmasını duyabiliyorum. Cama başını dayamış, dışarıya karşı dua eder gibi bana söyleniyor: Beceriksizliğinden, sarsaklığından, patatesin yanındaki kemiğin iliğini çekmeye çalışırken Erol Taş’a benzediğini sanmandan, götünden sürekli düşen pantolondan, ha bire bana çarptırdığın koca koca saatlerinden, saçına verdiğin o gülünç şekillerden, eciş bücüş kırptığın tırnaklarından, yürüyüşünden, aptal gülüşünden, kütlenden, hacminden, boyundan ve eninden, fotoğraflardaki duruşundan, zihnimdeki hayalinden, onu söküp atamamaktan, zehrinden, bomboş kibrinden, burada olmaktan, yanında değil peşinde sürükleniyor olmaktan, allahım, allahım, ne yaptım sana ben, neyin kefareti bu, yüreğime, aklıma hakim olamıyorum, nefret ediyorum, saf nefret, öyle bir nefret ki bu, görmezden gelmek, unutmak, başka bir şeye dönüştürmek öyle zor ki, nefret ettiğim için nefret ediyorum, beni bu hale getirdiğin için, beni buna mecbur kıldığın için.

Dişlerini sıkmadığını, gözlerinin sulanmadığını, içinde bir kitle varmış da haykırarak onu dışarı fırlatabilirmiş gibi hissetmediğini biliyorum. Böyle biri değil. Gözüm şoförün vites koluna taktığı boncuklara takıldı, Vereyim şu tespihi de, öyle saydır istersen, dedim, hem bakarsın sevap da işlemiş sayılırsın yukarı katta. Yüzünü bana döndü, öyle doğrudan baktı ki kapıya yanaşmak zorunda hissettim, camın dibine sığıştım. Sırtımı dönüp dışarı baktım. Arabaların çoğunluğu bizimle aynı yönde ilerliyor, öte yolda ters yönden gidenlere imrendim. Bir çerçeve aklıma geldi, içini dolduracağım resmi buluncaya dek buradakine benzer bir caddeyi baştan aşağı yürümüştüm. Parmaklarının ucunda dengede duran balerinin siyah beyaz fotoğrafını bulunca define bulmuş gibi sevinmiştim. Kenarındaki boşluğa berbat kalp resimleri çizmiş, aklımdan geçenleri ve hislerimi, öyle olduğunu sandığım hislerimi, kalın harflerle kâğıda dökmüştüm. Eserim bittiğinde ömrünün ne kadar süreceğini öngörmeye çalışmıştım, hatırlıyorum, oldukça iyimser bir tahmindi.

Apartmana ulaştık. Kapıyı açıp arkasına bakmadan çıktı, gitti. Şoföre ücretini ödedikten sonra ben de peşinden. Dış kapıyı kapanmadan yakaladım, acele etmesem asansörün bensiz hareket etmesine müsaade edecekti. Dairemize girdik. Alışık olmadığım bir koku. Mutfağın penceresini araladım. Şanslı’ya bakındım. Yatak odasına sığınmış, peteğin dibine suçlu suçlu kıvrılmış. Boynunu gıdıkladım, Senin suçun değil oğlum, dedim, hadi gel hazırlanalım, bir hava alalım. İçeri seslendim, Biz dışarı çıkıyoruz, anahtarımı da alıyorum yanıma, bekleme bizi. Yanıt gelmedi. Ayakkabılarımı giydim, kapıyı arkamdan sakince ve beni oldukça şaşırtan, tuhaf bir mutlulukla örttüm.

Parka gittik. Geç sayılır artık, ortalık sakin. Akşamın ıslaklığı henüz kurumamış, parke taşlarından sıçrayanları görebiliyorum. Ağaçların ve çimlerin en sevdiğim hali, enfes kokuyorlar. Hiç acele etmeden, tadını çıkara çıkara parkın içinde geziniyoruz. Üzerime yığmaya çalıştığı nefreti kabul etmediğim için kendimle gurur duyuyorum. Bir aynayım ben artık, bana yollanan şeyi sahibine yansıtıyorum. Onunla ne yapacakları umurumda değil. Gökyüzüne baktım, boş görünüyor, belki orada da hiç yer kalmamıştır, kim bilebilir ki. Şanslı’yı serbest bıraktım, bunu hak etti. Bu gece o nereye gitmek isterse itiraz etmeyeceğim, peşinden dolanacağım, sezgilerine benimkinden çok güveniyorum.

Işıklandırılmış bir sahanın yakınına gitti. Gecenin bu saatinde benden genç olmayan adamlar top peşinde koşturuyor. Sahaya bakan sıralardan birine oturdum. Bazen kaleden kaleye bağıra çağıra gitmeye çalışanları, bazen küçücük bir yavruyken tanıdığım Şanslı’yı izliyorum. Neşeyle koşturup duruyor. Son zamanlardaki bitkinliğini bildiğimden enerjisi beni şaşırtıyor. Ağaçların dibini kokluyor, uzaklardan gelen seslere kulağını dikiyor, ne anlıyorsa artık, biraz dinledikten sonra yaptığına devam ediyor. Onu ne çok sevdiğimi ve buna hiçbir şeyin son veremeyeceğini biliyorum. Yakında bizi terk edeceğini de. Onun elinde değil bu, benim de. İçinde büyüyen şeyi ilk öğrendiğim anı hatırlamaya çalıştım, emin değilim, unuttum sanırım. Böylesi en iyisi. Bu gece çimler mis gibi kokuyor, yerlerin kurumasına daha var, gerisi önemli değil.

Çok sürmeden süslü bir arkadaş yanaştı Şanslı’ya. Birlikte koşturmaya, oynamaya başladılar. Biraz canım sıkıldı. Neden kimse kendine yetemiyor, illa başkası mı gerek. Maça dikkatimi vermeye çalıştım ben de. Olmuyor, çabuk sıkıldım, bana göre değil böyle şeyler. Banktan kalktım, Şanslı ve arkadaşının oynadığı tarafa yürüdüm. Neşeleri bana geçmiyor. Arkamı döndüm onlara, ağaçlara, parkın ortasında geçen yola, toprağın ıslandıktan sonra aldığı şekillere bakıp durdum. Eve dönsem bulabilir miyim o çerçeveyi. Bulsam, köşesi kırıksa mesela, ne yaparım acaba, tamir mi eder, bulduğum gibi bırakır mıyım?

Şurada benimkinin yanında hoplayıp zıplayan haylaz sizinki mi, dedi biri. Dönüp baktım, süslünün sahibi olmalı ya da ona eşlik edeni. Evet, dedim, adı Şanslı. Çok tatlıymış, dedi. Öyledir, diye karşılık verdim, Gerçi biraz yaşlandı. Yine de epey hareketli. Başka bir şey diyemedim. Neden bu kadar hareketli olduğuna dair bir fikrim var ama dile getirmek istemiyorum. Süslüye doğru bir adım attım, ezdiğim yaprakların çatırtısı içimi burktu. Elimi paltomun cebine soktum, yan döndüm. Toprak yoldan hafif kilolu biri koşarak geçti. Ayakkabısının çamurda bıraktığı izlere gözümü diktim.

Gecenin bu vaktini sever misiniz, dedim. Bilmem, dedi, benimki hep bu saatlerde dışarı çıkmak ister, ben de ona hayır diyemem. Ben çok severim, dedim, hele yollar hafif ıslakken. Romantik birisiniz o zaman, dedi. Elimi cebimden çıkardım, parmaklarımla bacağımda hafif bir ritim tutturdum. Olabilir, dedim. Gerçi bu aralar nasıl biri olduğumdan emin değilim. Biraz düşündüm, yakınımdaki kadının yüzüne baktım, mümkün olduğunca gözlerine, Her şey öyle farklı olabiliyor ki, bazen bir günde değişiyor, nefesimi verdim, Bazen bir ömür sürüyor. Bir süre, kısa bir süre olmalı, gözlerini benden ayırmadı, sonra kendi yavrusuna seslendi, oradan ayrılmaya hazırlandı. Gitmeden önce ardından seslendim, Ben de bir şey sorabilir miyim size? Durdu, vücudunu bana döndü. Birinden nefret etmeniz gerekti mi hiç, diye sordum. Suratındaki ifade değişti, aklından geçeni çıkarmaya çalıştım, belki acıma, belki şaşkınlık, belki merak, belki tiksinti. Eğer nefret etmeniz gerekseydi, nesinden başlardınız?

Koca parkta kimsesiz kaldıktan sonra Şanslı’yla birlikte biraz daha vakit geçirdik. Sonra o yoruldu, yamacıma kıvrıldı, uyuklamaya başladı. Nerede olmak istediğini biliyorum ama ben oraya dönmek istemiyorum.

Özcan Yılmaz