Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?

Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Serkan Gülpınar

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

Öncelikle, hevesimin lise yıllarında bir ajanda sahibi olmamla başladığını söyleyebilirim gönül rahatlığıyla. Ajandanın kapağını açar açmaz yazmaya başladım demeye çalışmıyorum. Zihnimden sökülen tek kelime dahi yazmadım o dönem. Biriktirdim yalnızca. Okuduklarımdan beğendiğim cümleler, pasajlar, şiirler kopya ettim özene bezene. Bu biriktirme hevesinin yazma hevesine doğru evrilişi kanımca kıskançlıktı büsbütün. Bayıla bayıla okuduğum metinlerdeki cümlelerin yazarlarını çok kıskandım bir dönem.

Yazma denemelerim o vakitler başladı. Kimisinde bir sayfa, kimisinde bir paragraf, çoğundaysa ikişer üçer cümle yazıp bırakıverdiğim ve tabii ki hiçbirini bitiremediğim birçok teksir kâğıdı biriktirmiştim o günlerde. Sonraki yıllarda da bir top yapıp çöpe atmıştım hepsini. Çok hayıflanıyorum şimdi onları yok ettiğim için.

Bu yazma hevesinin yazarlığa dönüşümüyse çok sonraki yıllara denk gelir doğrusu. Uzunca bir zaman dilimi, içimde bir de yazma tutkusuyla döne dolaşa okudum durmadan. Bir yandansa; otobüsteysem mesela şoförün direksiyonu çevirirken aklından geçebileceklerinin, dersteysem gözlerini tahtadan alıp pencereye diken bir öğrencimin gözü önüne serilenleri, bir çay bahçesinde çayı dakikalardır karıştırdığından habersiz birinin kaşığa bakarkenki düşüncelerinin izini sürdüğümü fark ettim.

Derken, berbere gittim yine bir gün mecburen. Bu arada, ne zaman bir berberde sakal tıraşı olsam, içlerinden birinin elindeki usturayı müşterisinin boğazına dayayınca, onun gırtlağını kesmeyi hayal edip etmediğini düşlemişimdir. O gün, ilkin, gene aynı şeyi düşünmüştüm. Türlü hikâyeler kurarak hem de. Ustura boğazıma değince yaşadığım endişeyi dile getirmeme gerek yok galiba. Berberimin ihtiraslı bir katil olmadığını anlayıp bir oh çektikten sonraysa, aynadan alamadım gözümü. Karşılıklı asılmış aynalarda uzadıkça uzayan kendime baktım berberin işi bitene dek. O günün akşamında, ilk öyküm “Düşlerin Fısıltısı”nı yazarken buldum kendimi. O ilk öykümden bu yana yazıyorum.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?

Baktığım her şeyde bir hikâyenin izini sürmekten çok keyif alıyorum ben. Yahut bazen dinlediğim bir türkü, türkünün bir dizesi beni bir öyküye davet edip masaya oturtabiliyor. Tüm bunlar için de öykü, eşi benzeri olmayan bir edebi tür galiba. Ben en azından, bunu en iyi şekilde öyküyle anlatabileceğimi hissediyorum.

Zaman zaman yazdıklarım öykünün sınırları dışına taşmıyor değil. Romanın sınırlarını ihlal etmeye niyetlenen metinlerim de var. Roman olamadılar tabii. Ben sınır dışına çıkmamayı öğrendim/öğreniyorum diyebilirim.

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?

Kitabın yazım sürecini bitirdikten sonra bir süre ondan uzak kalmayı tercih ettim. Soğumak için metinden. Sonra yeniden çalışmaya başlayıp eksilttim öyküleri. Dil yanlışları kelime tekrarlarını ayıkladım. Tüm bunlardan sonra birkaç yayınevine ilettim ve bitmek bilmeyen bekleme süreci başladı böylece. İlk reddi bekleyişin yaklaşık üçüncü ayında aldım. Peşinden ikincisi ve üçüncüsü… Yaz ve güz olumsuz yanıtlar ya da yanıtsızlıklarla geçti.

Holden Kitap yanılmıyorsam Aralık’ta kurulmuştu. Genel yayın yönetmeni Baran Güzel’le bir atölye vesilesiyle yazışmıştık. Ocak ayında dosyamı Holden’e gönderdim velhasıl. Şubatta olumlu bir yanıt aldım ve kitabın yayımlanma süreci başlamış oldu.

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?

Bittikten sonra kitabı bir bütün olarak okuyan kimse olmadı. Eşim dışında. Bir editörüm olmadı dolayısıyla. Ancak bana yazma eylemi konusunda katkı sunan, onlara gönderdiğim bir metnim üzerine ciddiyetle eğilen, önerilerde bulunan yazarlar da oldu tabii. Kemal Varol, Aslı Tohumcu, Burcu Aktaş, Mevsim Yenice ve Yavuz Ekinci’ye buradan sizin aracılığınızla bir kez daha teşekkürlerimi iletmiş olayım.

Öte yandan kitabın yayımlanmasına karar verilince, yayınevimin editörü Yağmur Yavaş Aydın’la oldukça sıkı bir çalışma yürüttüğümüzü de eklemeden edemeyeceğim. Yağmur Hanım ve sayfa tasarımını üstlenen Deniz Tugay, son ana dek; aklıma gelen, gözüme batan, kulağımı tırmalayan bir kelime için bile çaba harcadılar. Birer teşekkür de onlara boynumun borcudur. Pek tabii, aklıma her geleni her dakika sorup anında yanıt aldığım Baran Güzel’e.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?

Henüz hayatımda değişen pek bir şey yok. Yakınlarımın, akrabalarımın ve iş arkadaşlarımın benim yazıyor olduğumu ve bir kitabımın çıktığını öğrenmiş olmaları dışında.

Öte yandan, yarısına yakınını yazdığım ikinci dosyamı bir an önce tamamlama motivasyonunu arttırdığını söyleyebilirim gönül rahatlığıyla. Yaşamın gerektirdiği sorumlulukları bir an önce yerine getirip öykülerimle baş başa kalma heyecanımı epey depreştirdi bu süreç doğrusu.

Beynimin kıvrımlı sokak araklarında beliren sonra da kelime kelime, cümle cümle birer metne dönüşen öykülerimin okunmasını, beğenilmesini, yerilmesini umuyorum yalnızca. Umarım umduğumu bulurum.

Telif aldınız mı?

Yayınevimle imzaladığım sözleşmede telifle ilgili bir madde de var. Vakti gelince alacağım.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?

Demin adını andığım “Düşlerin Fısıltısı”adlı ilk öyküm bir yarışmada mansiyon kazandıktan sonra yazdığım öykülerden birçoğunu dergilere gönderdim. Epey bir zaman dilimini içine alan bir süre boyunca. Bir kısmı yayımlanmadı tabii.

Öykülerimin yayımlandığı ilk dergi AltZine’di. Sonrasında Kitap-lık, Varlık ve KE’de çıktı öykülerim.

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?

Eşim yazma serüvenimde, bana ve yazdıklarıma benden daha çok inanıyordu. Yazmaya ayırdığım vakti çoğaltmak için kimi sorumlulukları almıştı zaten üzerine. Oğlumun gözünde dünyanın en iyi yazar adayıydım, kitap sonrasındaysa dünyanın en iyi yazarıyım artık.

Bir araya gelemediğim ve bunun için bana sitem de eden yakın çok sayıda arkadaşım var. Yazma eyleminin yalnızlığa mahkûm bir şey olduğuna ve benim bu eylemi çok önemsediğimi umarım kitabın çıkmış olması ikna eder onları. Onları sevdiğim kadar seviyorum yazmayı.

Peki, bundan sonra?

Az önce de sözünü etmiştim. Yarısına yakınını yazdım ikinci öykü kitabımı. Yazdım demekle yazmış olmuyorsunuz muhakkak. Tamamladıktan sonra soğuması için bir süre yeniden uzaklaşacağım. Sonra eksiltmeler, arındırmalar…

Kendimce bir takvim belirledim yazma süreci için. Bu yılın son günü bitsin diye sıvadım kolları. Ne var ki Zerban için de bir takvim belirlemiştim, üç ay kadar sarktı. Yeni kitap için de bu sarkma opsiyonunu veriyorum kendime. Kim bilir, Zerban’ın çıkmış olması sayesinde takvime sadık kalırım. Bilemiyorum.

Zerban’daki anlatıcımın anlatacağı hikâyeleri bitmedi henüz. Bu dosyada da Zerban’daki gibi birbirine yaslanan, birbirine değen ama tek başına da ayakta kalmayı amaçlayan öyküler olacak.