Eylem Asrav

Aynı odada dördüncü günümüzdeyiz seninle. Aramıza sığan gepgeniş mesafelerle bir aradayız. Tenlerimiz birbirine değmiyor, aramızda bir gönül bağı yok.

Aileden biri miyim? Meşgul insanlar çünkü bizim aile fertleri. Ben hastabakıcı olarak tayin edilmişim sanki. Gel denince gelen, işi bitince hadi denmesine gerek kalmadan çantasını toplayıp evine dönen, boğaz tokluğuna çağrıldığı evlere, hastane odalarına koşan, işsiz güçsüz, uzak bir akraba misali.

Bir gün önceden yerleşiyoruz odaya. Geceliğini, sabahlığını giydiriyorum, uzanıyorsun yatağına. Sana aldığım geceliği beğendiğini söylüyorsun; seversin bu rengi diyorum ben de içimden; ne yeşil ne mavi, ikisi arası cam göbeği, beyaz danteller var yakasında; renkleri ayırmam diyorsun, meyvelerle müzik aletlerini ayırmadığın gibi; her rengi, her meyveyi, her müzik aletini çok sevdiğini anlatmaya koyuluyorsun; çocukluğunda mandolin çaldığını, sesinin Türk sanat müziğine yatkınlığını. Sen anlatıyorsun, ben dinliyorum, nicedir baş başa kalmamışız; yastığın nasıl, rahat mı, ne çok sert ne çok yumuşak seversin, diyorum, sen şimdi hastanenin çayını da içemezsin, değil mi, merak etme, birazdan gidip ketıl alır gelirim, diye ekliyorum.

Usul usul yerleşiyoruz odaya; kâğıt havlular, ıslak mendiller, tek kullanımlık bardaklar, diş macunumuz, senin gül suyun, ceyo terliklerin; yatağın ucuna minicik bir torba geçiriyorum, hapşırığımız eksik değil, kirli mendillerimizi atıyoruz; tamam, dolmasını beklemeden yenilerim poşeti, rahat ol yeter ki, bunun için buradayım, hatırlatma sürekli. Gelenlere de mi çay ikram edeyim, peki, çeşit mi olsun, yeşil çay, kahve, ıhlamur mu; poşet çayı sevmediğini biliyorum ama ne yapalım, burada ancak bu kadar; miden mi ekşidi, peksimet peynir iyi gelir diye konuşuyorum içimden; keçi peyniri mi isterdin yoksa; İzmir tulumu almıştım, bugünlük idare etsek, eski tulumlar kalmadı; çok mu olmuş kâğıt havlu; evet, biraz fazlaca aldım, bittikçe dışarı çıkmam gerekmesin, seni tek başına bırakmayayım.

Zihnimden geçeni anlıyor gibi bakıyorsun dik dik, ben de biliyorum senin ve babamın başka çocuklarınızın olduğunu… 

İlk gün büyük kız, yaşadığı köyün pek meşhur pastanesinden sakızlı pudra şekerli, mis kokulu un kurabiyelerinden bir kutu yaptırıp, pamuklara sardığı, elleriyle beslediği, gözünden sakındığı, bir gece dahi yalnız başına koyamadığı alkolik kocasını koluna takıp damlıyor hastane odasına. Neyimize yetmiyor bir kutu un kurabiyesi, “Gelenlere ikram edersin,” demeyi de ihmal etmiyor ve sıvışıveriyor.

Mercimek çorbası istiyorsun yattığın yerde, iyileşiyorsun demek ki canın çekmeye başladıysa. Bana yutturduğun vitaminler işe yaradığında, canımın un helvası çektiği çocukluğumun günlerine, gecelerine dönüyoruz. Hiç üşenmeden helva kavurduğun geceyarıları, yarı uyur yarı uyanık, senin elinden helvayı kaşıkladığım, yağlı ağzımı sabunlu el bezleriyle sildiğin, azıcık kilo alayım diye gözümün içine baktığın günler. Elimden tuttuğun, ikimize de yasak olmayan sokaklarda yürüdüğümüz, komşularımıza, akrabalarımıza gittiğimiz, benim koltukta değil senin dizinin dibinde, yerde oturduğum, soğuk çay içtiğim, eteğini çekiştirip, “Hadi kalk, evimize dönelim, çok sıkıldım,” dediğim, içimin sıkıntısının hiç geçmediği, benim için, “Niye getirdin gene bunu, kilitle üzerinden kapıyı, öyle gel,” dedikleri, senin de, “Adetim değil, üzerinden kapı mı kilitlenir,” diye beni sahiplendiğin günler.

El eleyiz şimdi de, elinden tutuyorum, adım atıyorsun, yavaş yavaş, “Her gün bir adım daha,” diyorsun, hiç elini bırakmıyorum, bırakıp da kaçmıyorum, sen böyle deyince daha sıkı sarılıyorum ellerine, ter içinde kalıyor avuçlarımız, çocukken elini bırakıp kaçtığımı hatırlatıyorsun, siliyoruz terlerimizi, ellerim silinmekten buruştu diyorsun, kremliyorum, uykun geliyor, yorgun düştün, adım atmak yoruyor seni, uyuyorsun sessiz sessiz…

Ortanca kızın hiç aksatmadan her öğlen, adeta müsamereye çıkan bayram çocukları neşesiyle, peşinde sürüklediği insanlar sınıf arkadaşlarıymışçasına el ele, kol kola, arzı endam ediyor hastane koridorlarında; bir sağa bir sola savurduğu sarı saçları, mavi gözleri, toparlacık haliyle baharda açan papatyaları andırıyor. Gelişi koridordaki çınlamasıyla, uzaktan kulaklarımıza ulaşan topuk sesleriyle belli ediyor kendini. Her gün değişen maiyetindekiler, arkasından ona yetişmeye çalışan silik tipler ve hepsinin tek derdi ortancanın gözdesi olmak; o lüzum görürse koridorda nöbete razılar. Kimi, “Kahve falı bakarım,” diyor; kimi, “Gel kız, bildiğim bir estetikçi var, bu burunla hayat mı geçer?” diye akıl satıyor yüzüme sırıtıp. Sonra da yarım saat içinde, ani bir rüzgâr esmiş gibi topluca kayboluyorlar. 

Ben ellerime plastik eldivenler geçirmişim. Onar dakika arayla değiştiriyorum onları; her değiştirmede ellerimi odanın içindeki lavaboda duvara asılı sıvı sabunluktaki çivit mavi renkli deterjan kıvamındaki sabunla yıkıyorum. Sonra yeni eldivenleri giyiyorum ve tek kanatlı, uzunlamasına daracık giysi dolabını yerleştiriyorum. İkimizin çantalarımız üst üste. Geceleri üşüyor ve terliyorum; senin sabahlığına sarınıp uyuyorum.

Avurtların çökmüş ve gitgide kendi annene benzemiş yüzün, ellerin, suretin. Yatağına bitişik bir koltuktayım. Geceleri koltuğu açtığımda yatak oluyor; elini tutuyorum uyurken. Gece uyurken rüyamda, “Lütfen!” diyerek haykırıyorum ama kime haykırdığımı da bilmiyorum.

Durup durup nane şekeri atıyoruz ağzımıza; akide şekerlerini, kestane şekerlerini, jöleli şekerleri seviyoruz.

Bazen seni görmeye gelenler oluyor; yakınlar, komşular, ortanca kızının tanıdıkları. Yüzünün aydınlığı değişiyor o zaman. Senin yüzü aydınlandıkça bizim aramızdaki mesafe genişliyor, tüm bedenim kasılıyor.

Temizlenecek hiçbir nokta kalmamış. Hastane odasındaki iki raflı buzdolabını o sabah iki kez silmişim. Yeşil çaylı Rebul kolonyası azalıyor; her yer kolonya kokuyor. Organik dudak koruyucusuyla dudaklarını nemlendiriyor, ellerini kremliyorum. Islak mendilleri yutmak istiyorum.

Hislerimi belli etmemeye çalışsam da çok acımasızım sana karşı. İçin için öfkemin patlayışını ertelemek derdim. Sen de benimle konuşmuyorsun aslında; soruyorum, sesini duymak için, “Hangimiz deliyiz?” diye tıslıyorum, duyulur duyulmaz.

Hadi, ses ver, bir şeyler söyle, diye haykırıyorum yine içimden. Susuyorsun. Diline kilit vurulmuş. Sorduğum soru ezberindeki metne denk düşmeyecek zaten; benden gelmesini hiç beklemediğin bu soruya karşı herhangi bir cevabın olmayacak. Oysa eminim, aklında bana dair, bu soruma cevap yerine geçecek bir sürü cümle kurmuşsundur şimdiye dek.

Zaten duyar gibiyim içinden mırıldandığını: “Kaçık bu!” İşte, dua okur gibi kıpırdanıyor dudakların. Demedim mi? Lavaboya geçtiğimde ortancayla konuşurken açık açık, “Akıl hastanesine yatırılmasının vakti geldi de geçti,” diye söylenmediniz mi benim için?

Muhtaç kaldın işte bana, şu hastane odasında. Mecbursun; çekeceksin. Yoksa istemez miydin ortanca kızının sana gül gibi bakmasını? Ama mazereti var, değil mi? Asırlar boyu reenkarne ola ola, ruhunu bir Kutsal Meryem, bir Florence Nightinghale, bedenden bedene gezdirip nihayetinde bu ailenin içine düşmüş sarı papatya olarak bir de hastane odasında mesaiye mi kalsın? 

Yokla bakalım, anne, protezin duruyor mu yerinde, hani bu sabah taktıkları o platin parça? Sıkı monte etmişler mi, iyi oturtmuşlar mı, kalçana tam uymuş mu, tekrar düzgün, topallamadan, aksamadan yürümeni sağlayacak mı?

İdrarın koyu sarı renk; torba doluyor yavaş yavaş. Fakat kusuyorsun ara sıra, neden acaba? Sahiden bedenin mi kusuyor sadece, yoksa için dışına mı çıkıyor, kendini mi tutamıyorsun? Dren dedikleri bir kan torbası sarkıyor bandajlarının arasından. Dikişlerinin bittiği yerden, bir boruyla damlıyor kan torbanın içine. Doldukça da bir hastabakıcı geliyor; torbadaki kanı bir kavanoza dolduruyor. Bedeninden akan kanın miktarını ölçüyorlar habire. Çiş ve kan torbası ayrı ayrı, mide şeklindeki plastik kapların içinde. Kusmuklar için de aynı plastik kaplar kullanılıyor. Her defasında bu kapları ters tutuyorum, bir türlü denk getiremiyorum ağzının kenarına, taşıyor kusmukların, yastığına, geceliğine, sonra bedenine bulaşıyor.

Derken kuruyor kusmukların, kurudukça kokuları ağırlaşıyor. Bedenini siliyorum bazen pamukla, bazen ıslak mendille; kabuk olmadan temizlemek lazım ne de olsa. Fakat seni silerken, içimden taşan öğürtüye engel olamıyorum. Gerçi midem boş; içimden fırlayacak bir şey yok. Yine de koşuyorum odanın içindeki tuvalete. Kusmak için değil ama; sıçıyorum. Ağzımdan çıkaramadığım kelamları boşaltıyorum.

Lavabonun üzerindeki aynada yüzüme bakıyorum. Tuvaletin üzerine oturmak yerine, yüzüne haykırmayı istiyorum: “Hangimiz deliyiz, söyle!”

Ben değilim deli olan. Aklım buna eriyor. Beni bu hayattan kazımayı başaramadın işte. İdrakim yerinde. Muhakemem dengeli. Tahayyülüm eksik değil. Etimle, kanımla, nefesimle karşındayım; bilsem de bu odadan sıhhatle çıkıp evine gittiğinde, asla minnet etmeyeceğini sana baktığım için.

Her gün sabah akşam altını temizlerken içinden çıkan bok parçalarını, tırnağımın içinden sıyırıyorum. Titizlikle, ağır ağır, ufak ufak. Sıyırırken küçük parçaları, minicik kahverengi gözlerle takip ediyorsun sen beni. Ne çok kin var o minik gözlerinin içinde. Ne çok yazıklanma. Ne derin pişmanlık. 

Bir türlü olduramıyorsun beni, bir türlü tamamlanamıyorum senin gözünde; beni doğurduğun günkü kapkara yüzüm, bedenimi kaplayan simsiyah tüyler, zayıf ve çelimsiz, teneke sandığın üzerinde mavi bir battaniyeye sarılı halim çıkmıyor olmalı aklından.

Masal gibi anlatırdın doğduğum sabahı, herkesin yazıklanışını, “gene mi kız” deyişlerini; yemeğin suyuna banardın ekmeğini bir yandan, “Yemeğin suyu şifadır, boy uzatır, yemezsen en büyüğünüz gibi kısa kalırsın, bak ortanca yedi yedi uzadı,” derdin; “Öyleyse sen de mi içmedin yemeğin suyunu?” diye karşılık verirdim ben de.

Suskun kalırdık sonra. İkimiz de kendi içimizden senin çocukluğuna; çocukluğunun iki göz odalı, mutfağı tuvaleti avlusunda olan, duvarları kireç boyalı, tahta fırçasıyla sürtüle sürtüle boyaları aşınmış, ahşap tabanları eskimiş evine; yüzüne pudra sürmeden güne başlamayan komşunuz Pudralı Feride’ye; kaşlarına kömür karası süren sütannene; her öğlen babanın önüne dumanı tüten domatesli bulgur pilavını süren annene; pilavdan ağzı yanan babanın, “Allah müstahakını versin, gene mi yemeği vaktinde pişirmeden komşuya sabah kahvesine gittin?” diye bağırışına; annenin seni her gün tazecik kıymayla odun ateşinde pişirdiği ızgara köftelerle besleyişine; sen doğunca annenin sabah kahvelerinden geri kalmasın diye ablanı ilkokul ikiyi okuyamadan okuldan alışına; sapsarı saçları, uzun boyu, mavi gözleriyle ömrü boyunca sevmediği bir erkekle evli kalan ablana; ablanın seni, “Boyun kısa,” diye aşağılamasına; senin kendini, “Boyum kısa kaldı ama kocam yakışıklı,” diye avutmana dönerdik…

Aramızda kopmayan bir bağ var; eğreti, pamuk ipliği misali, anne evlat gibi değil de bir türlü adını koyamadığım; ne yakın ne uzağız.

Babamın gidişinden sonra, “Ahbaplık buraya kadar, hesabı kapatalım,” dediğinde varıyorum idrakine.

Tanışıklık bizimki…

Eylem Asrav