Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 673. yıl, 77. Gün:

VİDEONUN ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİ

Fotoğraf ve film gibi, video da modern sanatların gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Teknoloji, doğası gereği gelenekle çatışır ve kendini geliştirmek için sanattan daha bağımsızdır. Buna karşılık, sanatın çiçeği geleneğin sert betonunu delip çıkmak zorundadır. Bu nedenledir ki, sanat her zaman teknolojiye gereksinim duyar; onu bir araç olarak kullanır.

80’lerde video makineleri, fotoğraf makineleri kadar yaygınlaşmıştı ve sanat fakültelerinde video, seçimli ders konularından biri olmuştu. Projeler için, ağır ve hantal video makinesi okuldan imza karşılığında ödünç alınırdı.

O yıllarda Video Sanatı yeni yeni kendini buluyordu. Bu sanat dalı bütünüyle postmodern döneme aittir. 60’lardan sonra ortaya çıkan ve sesle görüntüyü birlikte kaydeden video kaydediciler, sonraki yirmi yılda öngörülemeyecek kadar yaygınlaştı. Video Sanatı bir süre bağımsız bir sanat olarak tek başınalığını sürdürdü. Asıl değeri ise, postmodernizmin yeşerttiği Yerleştirme Sanatı’nın (Installation) içindeki rolüyle anlaşıldı. Yerleştirmenin temel öğelerinden biri olmakla kalmadı, bu yeni sanatın gelişmesinde ve kitlelerin dikkatini çekmesinde önemli bir etken oldu. 

Video, sanata getirdiği yenilik ve kolaylıklarla (çekimde tek kişiye gerek duyulması, ekonomiklik, görüntü ve sesin yinelenebilirliği, vb.) hızla benimsendi. Günümüzde akıllı telefonlar sayesinde çılgınca yaygınlaşarak fotoğrafın tahtına göz diken video, parametreli ve görsel/duysal tasarımlı sanatlarda krallığını ilan etti bile.

Video’nun beni çeken tarafı, imgeye dayanan edebiyat türleriyle bağlantısıdır. Video sanatı, gördüğümüz ama bir başkasının görme olasılığı olmayan bir ilişkiyi görsel olarak ortaya koymakta rakipsizdir. Günümüzde, YouTube ve vloglarda sayısız örneği var. Video, sanatçıyı ve izleyiciyi ‘bakma’nın edilgenliğinden ‘görme’nin etkinliğine taşır. Bu deneyim şiire ve edebiyata aktarılabilir. 

Video hocama bir gün, komşu çiftlikte birbirlerinden hiç ayrılmayan bir at ve bir keçinin arkadaşlıklarından söz etmiştim. Bana hiç unutamadığım bir şey söylemişti: “Eğer, böyle bir arkadaşlığı görebiliyorsan, gösterebilirsin de.” Bu söz, herkesçe görülemeyenin ve ondaki duygunun edebiyat veya sanat yapıtına taşınarak herkese gösterilebileceğini açıklıyordu. Bir bakıma yaşamı yorumlayan sanatın tanımıydı. Görülebilen, çeşitli sanat türleri içinde gösterilebilir ya da anlatılabilirdi.

Bütün bunları aklıma getiren, bu sabah pencereden baktığımda gördüğüm manzaraydı. Sitemizin blokları arasındaki yeşil alanda, bir kadın ve küçük bir kız çocuğu dünya güzeli bembeyaz uzun tüylü, bakımlı büyükçe bir Alaska Kurdunu, onun keyfine göre dura yürüye gezdirmekteydiler. Buraya kadar olağanüstü ve duyguları harekete geçiren fazla bir şey yok. Gelgelelim beyaz köpeğin boyunda, bakımsız, belediyenin kulağına kimlik taktığı, sitemizin içinde diğer sokak köpekleriyle orda burda dolaştığını bildiğimiz, adı sanı olmayan kahverengi sokak köpeğinin onlarla beraber, yanlarından ayrılmadan onlar nereye giderse oraya gittiği dikkatimi çekti. Sanki, o da bir ev köpeğiymiş ve onu da gezdiriyorlarmışçasına kendisi için düzenlenmemiş bir gezintiye dışardan katılıyordu ve bazen de küçük kızın okşamalarına kendini bırakarak diğer köpeğe duyulan sevgiden küçük bir pay alıyordu.

Özenme duygusu, hayvanları da içine alan geniş bir çemberde ihtiyaç giderici rolüyle bizi ve onları hayata bağlamaya devam ediyor. Duyururum!

82. Gün:

SERAPA SERAP

Kadınlar ve erkeklerle ilgili söylenenler ve yazılanlar, bana her zaman, kendine hayran bırakan bir şüphenin içinden geçerek ulaşır. Bu konuda, zihnimde yavaş yavaş büyüyerek kristalleşen düşünce, erkek ve kadının, bu çatışkan ve sevişgen, ne birlikte ne de ayrı olabilen cinslerin ancak gücü yadsınamayacak bir doğal itkiyle bir araya gelebileceğidir. Doğanın bulduğu çözüm, herkesin bildiği gibi AŞKtır. Schopenhauer, “Birbirlerini en çok büyüleyenler birbirlerini bütünleyenlerdir” der.

Aşkın, türün devamına yönelik olarak doğanın bizim için hazırladığı bir saatli bomba olduğu ve gençliğimizi hedeflediği kanısı zamanla bende pekişmiştir. Gençlik güzelliği diye bir şey vardır. Doğanın bizi aşkla aldattığı döneme denk gelir. Sonrası da doğayı hiç ilgilendirmez zaten. Ama o ilkörnek denilen deneyim, belleğimizin ipliklerinin düğümleri arasında bir yerlerde takılı kalır.

İleri yaşlarda aşkın bizi yeniden ziyaretinin, ikinci baharı yaşamanın olası olup olmadığı, zaman zaman ‘anlama’nın çengeliyle aklıma sarkar durur. Geldiğim noktada, orta yaşın üstündeki aşkların olsa olsa -çölde artık çok uzaklarda kalan bir vahanın hayalini gözümüzün önüne getiren bir serap gibi- bir optik yanılsama olduklarına inandım; zaman ve yaş tanımayan beynimizin projeksiyonuyla gördüğümüz bir hayal. 

85. Gün:

EĞER GİDEBİLSEYDİM…

Eğer gidebilseydim, Ulus’ta Heykel Meydanı’nın yakınında belediye otobüsünden iner inmez, yalnız olmadığımı anımsar, annemin elinden çekerek onu hızlı hızlı yürütüp Uğrak Büfe’ye doğru götürürdüm. Uğrak’ta büyüklerin bacakları arasından üstünü göremediğim tezgaha dayanır, elimdeki parayı uzatır ve iki sosisli sandviç ısmarlardım. Hemen arkasından, daha iyi anlaşılmam için iki sosisli bir sandviç istediğimi söylerdim. Ben daha sözümü bitirmeden büfeci, bir elinde sosis maşası diğerinde sandviç ekmeği “Bir sandviçin içine iki tane sosis istiyorsun öyle mi?” diye sormuş olurdu. Ben de mutlulukla “Evet!” demiş olurdum. Yarısı kağıtla sarılı diğer yarısı açık ve ısırılmaya hazır sandviçimi elime alıp, içindeki Rus salatasına ve salatalık turşusu dilimine bakar ve sandviçten taşan sosislerden birini diğer elime alıp, önce sosisli sandviçimden sonra da diğer elimdeki sosisten ısırıp ağzımı doldururdum. Bu arada, ağzıma yüzüme bulaşanları silecek olan mendil annemin elinde bekliyor olurdu. Oradan karşıya iş bloklarının içindeki geniş alana bakan Akman Pastanesi’ne doğru yürüyerek, Akman’da kendimize birer bardak tatlı boza alıp yanımızda getirdiğimiz leblebileri üstüne yayarak bozalarımızı yudum yudum içiyor, tatlılaşan leblebileri çiğniyor olurduk. Sonra, hale uğrar, hava tam kararmadan ve daha da soğumadan otobüsle evin yolunu tutmuş olurduk. Ben otobüste cam kenarında oturur, yol boyunca, camın orasına burasına burnumu dayayıp bastırarak, burnumun gözeneklerindeki yağla camı lekeler ve parmağımı lekelenen camın üstünde gezdirerek çizdiğim anlamsız şekillerle oyalanıyor olurdum.

88. Gün:

İnsanlık olarak, bütünüyle kavrayamadığımız bir dünyayı ve evrenin sırlarını bütünüyle kavramış olduğunu varsaydığımız bir tasarlayıcı Tanrı’ya inanmak isteğimiz, kavramayı ve anlamayı inancın önünde tuttuğumuz anlamına gelmez mi?

Fotoğraf: Nazmi Özüçelik