Dilek Türker

Dilek Türker’in ikinci öykü kitabı “İpekten Örer Zırhını” geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıktı. Kitapta bizi, iyi bildiğimiz, tanıdığımız yaşamasız evlere, işyerlerine, kaçtığımız sokaklara, parklara bazen de özlemini çektiğimiz çocukluğumuza, pencerelerden sızan hayatın uğultusuna, eski fotoğraflara, sıcak bir yorganın altına, olamadığımız yerlerin düşlerine götüren on iki öykü var.

Kitaptaki öyküler pandemiden önce yazılmış. Ama okurken, salgınla beraber çoğumuzun daha derinden hissettiği yalnızlığı oluşturan şartların çok daha önceden hüküm sürmeye başladığını, bir salgının bizi zaten kuşatmış olduğunu bir kez daha fark ediyorsunuz.

Öykülerdeki karakterlerin çoğunu, içinde yaşadığımız zamanın hoyratlığından, hızından yorgun düşmüş, incinmiş, sonunda da bir nevi görünmezliğe bürünmüş karakterler oluşturuyor. Görünmezlik fikri kulağa hoş gelebilir. Ama öykülerdeki karakterlerin görünmezliği, çocukluğumuzdaki, bize kimseden korkmadan istediğimizi yapma olanağı veren görünmezlikten çok başka. Hayat gailesi içinde sürüklenip giderken en yakınlarınla bile iletişim kuramadığın, gerçek anlamda kimsenin seni görmediği, kimsenin buna vaktinin, enerjisinin de olmadığı bir dünyada giderek soluklaştığını, inceldiğini hissetmek, daha da ötesi bunu kanıksayarak yaşamak onlarınki. Ama öykü kişilerini, onları görünmez adamlara, kadınlara dönüştüren nedenlerden, koşullardan çok, onların yeniden canlı, soluk alan insanlar olarak gözümüzün önünde belirmesini sağlayan düşlerinden, tutundukları anlardan, hayatı anlamlı kılma çabalarından yani ipekten zırhlarından tanıyoruz. Bana göre durağan, sıradan hayatların anlatıldığı öykülerin gücü de sahiciliği de buradan geliyor.

İlk öyküdeki Filiz mesela. Onun zırhlarından biri sessizliği. Bu yüzden herkes ona gelip kendini, dertlerini anlatıyor, başkalarını ona çekiştiriyor. O ise sadece dinliyor, neredeyse hiç konuşmuyor. Zaten kimsenin de ona bir şey sorduğu yok. Bütün hayatı zemin kattaki dairesiyle işi arasında geçip gidiyor. Hayatını kanıksadığını, pek şikayetçi olmadığını düşünsek de evden çıkmadan önce, evin rutubetli duvarları dışarılarda bir yerlerde hayatın aktığını bilsin diye perdeleri açık bırakması, her fırsat bulduğunda kulaklığıyla şarkılar dinlemesi, falda görünen adamla tanışacağını umut etmekten kendini alamaması onu yavaş yavaş bizim için yaşayan, soluk alan, karşılıklı oturup “Nasılsın?” demek isteyeceğimiz bir Filiz’e dönüştürüyor. O öykünün sonunda kendi ıslığında yorgunluktan uyuyakalsa da.

Bu yalnızlaşma, suskunlaşma, geri çekilme hali değişik biçimlerde diğer öykülerde de karşımıza çıkıyor. Öykü kişilerinin büründükleri zırhın ipekten olmasının bir anlamı var. Işıltılı, değerli ama naif, hassas bir zırh. Onları hayattan korumuyor, hayal kırıklıklarını önleyemiyor ama akıntıya kapılıp giderken uzatılan ince bir dal gibi soluklanmalarını sağlıyor. “Okulun İlk Günü” öyküsündeki Suna, yaşantısını “Yüzme bilmeyen birinin denize atlaması gibi, ne karaya çıkabiliyorsun ne de yüzebiliyorsun, sadece çırpınıyorsun” diye tarif ediyor. Evet, öykü kişileri edilgenler, hayatlarını değiştirmek için istekleri olsa da bu istekleri, geri planda kendini sezdiren bir sürü toplumsal, ekonomik, psikolojik sebeple ancak bir anlığına yanıp sönüyor. Bazen de karşılarına yeniden aşık olabilecekleri, sohbet edip dostluk kurabilecekleri insanlar, hayatlarını anlamlı kılabilecek olanaklar çıkıyor. Ama bu ilişkiler derinleşemiyor, yüzeysel kalıyor. Yüzleri her ne kadar hayata, denizde birden görünen yunus balıklarına, dilek fenerlerine, delilere, pencerelere, esen rüzgarlara dönük olsa da bununla yetinmeyi, daha çok kendi içlerinde yaşamayı tercih ediyorlar. Bu da aslında bir kısır döngüyü işaret ediyor.

Ama diğerlerinden farklı olarak, “Okulun İlk Günü” öyküsündeki Suna ile “Dışarısı” öyküsündeki anlatıcı kadının, bir şeyleri değiştirme anlamında daha kararlı, daha mücadeleci olduklarını söyleyebilirim. Çocuklarını tek başına büyütmeye çalışan, hayatları boyunca bir sürü sıkıntıyla, aile içi şiddetle, sevgisizlikle mücadele etmek zorunda kalmış bu iki kadının çocuklarına olan duyguları sanki onları daha güçlü kılıyor. Belki de çocuklarının gözünden dünyayı yeniden görebildikleri, çocukları kendi yaşadıklarını yaşamasın istedikleri için her gün yeniden başlayabiliyorlar.

Bu kısır döngüyü kırabilen çocukluk var bir de. Cortazar’ın “Yaz” öyküsünde Mariano; İnanılır gibi değil, bu çocuklar ne kadar ulaşılmaz bir dünyada yaşıyorlar, düşünsene bir zamanlar biz de aynı dünyada yaşamıştık, diyordu. İşte biz de kitaptaki, “Uçurtma rüzgarı” ve “Patika” öyküleriyle çocukluğun o ulaşılmaz dünyasına, aile büyüklerinin yanında geçirilen yaz günlerine, hayatın daha telaşsız, daha basit yaşandığı sahil kasabalarına, sahici ilişkilere, sobalı evlere, meyve ağaçlarına bir kez daha dönüyoruz. İpekten zırh vurgusuyla bu geri dönüşlerin, çocukluğun bağdaştırılması, bana göre kitabı tamamlıyor, öyküler arasında sıcak bir bağ kurmamızı sağlıyor. Yine “Kumpanya” öyküsündeki, yeğenlerinin evlenmeye karar verdiği ama pek de ona uygun olmadığı anlaşılan adamla tanışmak için bir araya gelen kız kardeşler, öyküye ince ince sızan yaşama coşkularıyla kitabın daha sakin, sessiz kişilerinden ayrılıyorlar. Onların eve gelişleri bile, bir kumpanyanın sakin, küçük bir şehre varmasına benzetiliyor zaten.

Ama toplamda kitabın hüzünlü bir kitap olduğunu söyleyebilirim. “Dışarısı” öyküsünde, bir anne kız istasyonda beklerken betonun arasından inatla büyümüş bir ağaç dikkatlerini çekiyor. Anne ağacın neden öyle biçimsiz büyüdüğünü kızına açıklarken, “Dallar güneşi görmek istiyor, ağaç da yukarıya doğru büyüyor” diyor. Aklıma ışık görmeyen bir evde, biraz güneş alabilsin diye pencerenin önüne koyduğum bir saksı bitkisi geliyor. Bütün yaprakları güneşi görebilmek için cama doğru büyümüş, dalları garip, tuhaf bir şekilde bükülmüştü. İşte öykü karakterlerinin de yönlerini güneyde bir yere doğru çevirmelerinde hem güzel bir inat hem de böyle dokunaklı bir taraf var.

Senem Dere