
Orhan Pamuk’un Veba Geceleri’ni okudum. Kitap hakkında pek çok yazılıp çizildi şimdiden, bundan sonra da pek çoğu yazılır. Olumlu ve olumsuz eleştiriler; beğenenler, beğenmeyenler; yazarın dünya görüşü ve temsil ettiği değerler; siyasi bakış açısı ve bunların romana yansımalarının tartışması; ortaya koyduğu tarih tezi; günümüze yaptığı göndermeler; karakterlerin derinliği-sığlığı; Türkçeyi kullanımındaki sorunlar ya da güçlü yönleri; haksız, önyargılı yergiler, temelsiz övgüler vs. hepsi bir yana, benim dikkatimi Minger Adası’nın pembe mermerleri çekti. Ona takıldım, oradan da nerelere sürüklendim. Ne bileyim, benim de böyle bir huyum var, kimine gereksiz, saçma sapan gelebilecek ufak bir ayrıntıya takılabiliyorum. Oysa kitap üzerine büyük büyük laflar edilebilir, atılıp tutulabilir, şehvetle saldırılıp gözü kapalı sevilebilir. Ne de olsa Orhan Pamuk herkesin en rahat eleştirebildiği ve övebildiği yazarlardan biri. Yazmakla da uğraşan biri olarak benden de kitabı edebi anlamda değerlendirmek, atmosfer, karakterler, kurgu, dil vb. açılarından bakmam mı beklenirdi, bilmiyorum. Kim bekleyecekse… Bunu iyi yapabilecek, yapan pek çok değerli eleştirmen vardır. Bu işi onlara bırakayım ve pembe mermerlere döneyim ben.
Minger Adası daha gemiyle yaklaşırken uzaktan pembe rengiyle bir masal alemine yaklaşmakta olduğumuzun ipuçlarını veriyor sanki bize. Kapaktaki Arkaz şehrinin resmindeki baskın pembe ton da anlam kazanıyor böylece. Kitabın pek çok yerinde bu pembelikten bahsediliyor, Arkaz şehrinin büyük kalesi pembe bir siluet olarak beliriyor. Pembe rengin baskın olduğu bu adanın doğasıyla, kültürüyle, yaşam alışkanlıklarıyla huzurlu ve görülmelik, dünyanın nadide köşelerinden biri olduğunu da anlıyoruz hemen başta. Meğer Minger Adası gülü kadar pembe mermeriyle de ünlüymüş. Halihazırda yazmakta olduğum bir metin için yaptığım okumalardan bu pembelikle paralellik kuruverdim. Bu paralelliğe değinmeden önce Minger’in pembe renginin Oz Büyücüsü’nde olduğu gibi zümrüt yeşili muhteşem Oz şehrinin girişinde takılması zorunlu olan yeşil camlı gözlüklerle Dorothy, Korkuluk, Teneke adam, Korkak Aslan ve şehir ahalisine yutturulmaya çalışılan bir renk oyunu ya da büyülü bir fenomen olmadığını söyleyeyim hemen. Kitaptaki bu pembe renkliliğe Jale Parla’nın Kitap-lık’ın 216. sayısındaki “Veba Geceleri: Görsel Bir Modern Epik” başlıklı yazısında da değinilmiş. Romanın modern epik olarak değerlendirildiği ve bu epik kapsamın bileşenlerinin incelendiği yazıda pembemsi renk adadaki mutlu yaşamın aldatıcı pembeliği olarak yorumlanıyor. Veba salgınıyla birlikte şehirde çatışmaların, siyasi çekişmelerin ve ölümlerin başlamasıyla bu güzel pembeliğin vebanın koyu rengiyle kararacağı ifade ediliyor. Tabii Büyücü Oz’un yaptığı gibi bir aldatmaca, en azından bu renk üzerinden gerçekleştiren bir sahte büyücü yok romanda. Pembe mermerler bu adanın yerel taşları ve adada huzur da hüküm sürse, salgından yüzlerce kişinin öldüğü bir felaket de yaşansa yine gözlere pembe görünmeye devam ediyor.

Kaynak: “Knidos-Denizlerin buluştuğu Kent”
Minger Adası, Girit ve Rodos adaları arasına kondurulmuş kitabın başında ve sonunda yer alan haritada, gerçekte var olan ve On İki Adalar’dan biri olan Karpathos (Kerpe) adası civarlarında konumlanmış, yani bizim Datça’ya da oldukça yakın. Zaten iklimi, coğrafyası, insanlarının yumuşak mizacı ve felaket dönemi dışında ada sakinlerinin nispeten barış içinde yaşayışları, Ege adaları ve Ege’deki kıyı kentlerinin ortak özelliklerinden. Böyle olunca, üstüne ben romanda bu pembe mermerleri de okudukça Halikarnas Balıkçısı’nın Knidos Afroditi adlı anlatısından bir cümle aklıma gelip durdu, daha doğrusu Knidos’un pembeliğini tasvir edişini hatırladım. Sonunda dayanamayıp açıp baktım. Hem Merhaba Akdeniz hem de Ege’de Denize Bırakılmış Bir Çiçek kitaplarında yer alan Knidos Afroditi bölümünü tekrar okudum ve doğru hatırladığımı sevinerek gördüm.
Halikarnas Balıkçısı Knidos izlenimlerini sıralarken mermerlerin renginden bahsediyor ve şöyle diyor:
“Mermerler sanki binlerce yılın gurup ve şafaklarının pembesini eme eme, utanan gelin yanağı gibi kızarmışlardır. Buradaki mermerlerin en iyi ve sağlamlarını Sultan Aziz, vapurlar dolusuyla İstanbul’a taşıtmış, onları kestirip biçtirmiş ve bir ziyafet pastasına benzeyen Dolmabahçe sarayını yaptırmıştı.”
Elbette Balıkçı’nın bu tasvirinde Knidos’un ortalığı kızıla boyayan ve büyülü bir atmosfer yaratan meşhur günbatımlarının etkisi büyüktür. Bu kızıllık ve pembelik özellikle yaz aylarında görülmeye değerdir. Demek ki Balıkçı’nın aklına böyle bir günbatımında kazınmıştır Knidos. Buna karşın, ilginçtir ki Knidos’ta gerçekten pembe kireçtaşları da kullanılmıştır. Bunun en bilinen örneği Pembe Tapınak’tır (Dor Tapınağı). Knidos Kazı Başkanı Prof. Ertekin Doksanaltı, 2018 yılında yayınladığı “Knidos-Denizlerin Buluştuğu Kent” isimli kitabında bu tapınaktan etraflıca bahseder. Liman caddesinin batısında Apollon Karneios Kutsal Alanı’nın güneyinde yer alan tapınak, alt yapısında kullanılan kırmızı/pembe damarlı kireçtaşları sebebi ile Pembe Tapınak olarak adlandırılmış. Bu arada, mermere pembe, kırmızı, kahve renkleri veren kimyasal bileşimler Manganez oksit veya Hematit. Kireçtaşı yüksek basınç ve sıcaklığa uzun süre maruz kaldığında mermere dönüşüyor. O halde Minger Adası gerçek olsa Knidos’taki bu tapınaktaki kireçtaşı bloklarının oradan getirildiğini iddia edebilirdik. Aslında Knidos’ta Stoa, Apollon Kutsal Alanı, Yuvarlak Tapınak gibi pek çok yapı mavimsi gri kireçtaşı ve mermerle inşa edilmiş. Böyle bir mavilik benim gözüme hiç çarpmadı, bir dahaki gidişimde dikkat ederek bakacağım taşlara.

Dor düzeninde inşa edilen ve Helenistik dönemden günümüze kalan Pembe Tapınağa dönelim. Bu yapının etrafı tek sıra sütunlarla çevriliymiş. Bu sütunlar ise Paros taşlarıyla inşa edilmiş, Ertekin Hoca’nın verdiği bilgiye göre. Paros adası, prehistorik dönemlerden bu yana mermer ticareti yapan, gemilerle mermerleri yakın coğrafyalara ulaştırmış bir Ege adası. Bu mermerin özelliği ince taneli, yarı saydam, saf beyaz ve tamamen kusursuz bir mermer oluşu. Bu nedenle MÖ 7. ve 6. yy’da ve sonrasında özellikle heykel yapımında çok yoğun kullanılıyor. Paros adasında da yontuculuk bu mermerler kullanılarak neredeyse fabrikasyon olarak sfenksler, sirenler ve mezar taşları üretimiyle devam ediyor. (İlgi duyanlar Ramazan Özgan ve Meral Hakman’ın makalelerine bakabilirler.) Paioios’un Nike’si, Milos’un Venüs’ü, yine Praxiteles’in Hermes’i gibi pek çok ünlü heykelin de Paros mermerinden yapıldığı biliniyor. Hatta Ege adalarında çıkarılan heykellerin %70’inin Paros mermerinden yapıldığı tahmin ediliyor. Paros ocaklarının artık terkedilmiş ve bembeyaz Paros mermerinin de tamamen tükenmiş olduğunu ekleyeyim.
Paros mermerinin benim zihnimde kalışı ise Knidos’un meşhur ve kayıp çıplak Afrodit heykelinin yontucusu Praxiteles’in de bu heykeli Paros mermeri kullanarak yaratmış olmasından kaynaklanıyor. Pek çok kaynakta yer alan bu bilgiyi Halikarnas Balıkçısı da Lusien’den aktarıyor:
“Tapınağa girdik. Orta yerde Paros mermerinden, tapınağın pek parlak bir örneği duruyordu. Dudaklarında biraz çekingen, biraz utangaç bir gülümseme vardı. Güzelliğini hiçbir şey örtmemiş… Sol elinin eğimiyle kapadığı yerden başka…”
İlginç bir paralellik de burada başlıyor Veba Geceleri ile. Romanda arkeolog Selim Sahir, Abdülhamit’ten aldığı bir izin belgesiyle Fazilet adlı bir askeri yük gemisiyle adaya geliyor ve kuzeydoğudaki koyların birinde denize doğru uzanan bir yıkıntıyı kazmaya başlıyor. Suyun içinden geçilerek ulaşılabilen büyük, karanlık mağarada “bembeyaz” bir kadın heykeli buluyor. Anlatıcı, Abdülhamit’in o dönemlerde antik çağlardan kalmış Eski Yunan ve Roma’nın Osmanlı topraklarındaki yıkıntılarının değerini bilmediğini ve onları isteyen Avrupalı dostlarına bedava verdiği bilgisini de paylaşıyor. Arkeolog Selim Sahir ise bu kadın heykelini çıkarıp İstanbul’a götürmeyi ve Müze-i Hümayun’da sergileyerek heykeli bütün dünyaya tanıtıp meşhur etmeyi hedefliyor. Tam bu noktada Knidos’un heykellerinin başına gelenlerle benzerlikler göze çarpıyor. 1858-59 yıllarında British Museum’dan Charles Thomas Newton, tıpkı romandaki Selim Sahir gibi, bu kez dönemin padişahı Abdülmecit’ten aldığı izinle Knidos açıklarına, İngiliz Kraliyet donanmasına ait bir savaş gemisiyle geliyor. İki yüz tayfası var, Datça’nın ağası Mehmet Ali Ağa da ona 100 kadar işçi ayarlıyor ve Newton da tıpkı Selim Sahir gibi “denize doğru uzanan” Knidos’u kazmaya başlıyor. Sonuçta meşhur Knidos Aslanı, Oturan Demeter heykeli ve iki yüzü aşkın sandık dolusu değerli buluntu gemiye yüklenerek İngiltere’ye götürülüyor. Kraliçe, Newton’a Sir unvanını veriyor bu üstün başarısından dolayı. Knidos Aslanı bugün hâlâ British Museum’un girişinde ziyaretçileri karşılamaya devam ediyor. Knidos’un heykellerinin İngiltere’den geri getirilmesi için geçtiğimiz yıllarda bir imza kampanyası da başlatılmıştı Datça’da ama çok ses getiremeyince sönüp gitti. Datça’da yaşayan gazeteci Sedat Kaya’nın bu hikâyeyi anlattığı yazıları var, okunabilir.

Romandaki arkeolog Selim Sahir ile Sir Charles Thomas Newton’un padişah izinleriyle ve gemilerle gelip kıyıları kazışlarındaki ve heykelleri götürme niyetlerindeki benzerlikleri bir yana romanda bulunan kadın heykeli ile Knidos Afroditi’nin (Aphrodite Euploia) benzerlikleri bence daha çarpıcı. Romanda bulunan heykelin kimin heykeli olduğu belirsizdir ama sonradan Selim Sahir heykelin eski Minger Kraliçesi olduğunu söyler, muhtemelen uydurur; bu yalanı, heykeli Minger milletini tüm dünyaya tanıtacağı savıyla İstanbul’a götürebilmek için söyler. Fakat başarılı olamaz ve sonunda heykel Minger Adası’nda kalır ve saat kulesinin üstüne yerleştirilir. Praxiletes’in yaptığı dünyanın en ünlü Afrodit heykeli ise kayıptır ve bugüne kadar izi bulunamamıştır. Kanımca romanda bulunan kadın heykelinin “bembeyaz” oluşunun ifade edilişi, tıpkı kayıp Knidos Afroditi heykeli gibi kusursuz beyazlıktaki, süt beyazı Paros mermerinden yapılmış olduğunun kanıtıdır. Knidos’a kadar getirilen Paros mermeri elbette Minger’e de ulaşmıştır. Anadolu’nun Minger Adası’na en yakın noktası Datça Yarımadası ve bu yarımadanın tam ucundaki Knidos’ta bu spekülasyonu yapma hakkımız var bence.
M. Özgür Mutlu