Saramago’nun adında ada geçen iki metni var. Biri Yitik Adanın Öyküsü (1986) isimli romanı, diğeri ise uzun öykü diyebileceğimiz Bilinmeyen Adanın Öyküsü (1997). Birine “yitik” demiş çevirmeni, diğerine “bilinmeyen”. Yitik Adanın Öyküsü’nün orijinal adı olan “A Jangada de Pedra” aslında taş sal, taştan sal anlamına geliyor, İngilizceye de böyle geçmiş. Taş sal bence kitabın içeriği açısından bakarsak daha doğru bir ad, Türkçeye de bu adla çevrilmesini tercih ederdim. Bilinmeyen Adanın Öyküsü ise birebir çeviri. Saramago on bir yıl arayla iki ada hikayesi yazmış, birbiriyle alakası yokmuş gibi gözüken ve bugüne dek yazılmış pek çok ada hikayesinden çok farklı iki anlatı. Bu iki kitabı belirli aralıklarla, bir süre sonra da peş peşe bir kez daha okudum ve haklarında yazmak istedim.
İki kitap için “birbiriyle alakası yokmuş gibi gözüken” ifadesini boşuna kullanmadım. Çünkü benim kurduğum bazı bağlantılar var. Öncelikle bu adaların ikisi de başlangıçta ada değil. İkisi de sonradan adaya dönüşüyor. Evet, adaların hepsi keşfedildi, karaların ve okyanusların detaylı haritaları çoktan çizildi ve dünyanın çevresinde fink atan uyduların dijital gözleri dünyada görülmedik yer bırakmadı. Robinsonad’lardaki enlem ve boylamlarına kadar verilen adalar tükendi, ütopyaların kurulduğu hayali adalar klişe haline geldi. O halde Saramago buna bir çare düşünmüş olmalı. Madem öyle, ben de adaları farklı şekillerde yaratırım demiş olmalı.

Çok kısaca iki metnin ana hatlarını vermeden ilerlemek zor olacak. Yitik Adanın Öyküsü’nde İspanya ve Portekiz’den oluşan İber Yarımadası, Fransa ile aralarındaki Pirene sıradağlarının oluşturduğu sınır civarlarında sessiz sedasız oluşan bir kırığın büyümesiyle anakaradan kopuyor ve bir süre sonra da ilerlemeye başlıyor, okyanusta başıboş tahta parçası, bir kör kurşun gibi yüzüp duruyor. (Bunun için Taş Sal daha doğru bir isim, kitabın 82. ve 303. sayfasında da “taş sal” ifadesi geçiyor.) Adaya dönüşen bu yarımada içindeki yeni tanışan beş kişi ve bir köpeğin yolculuğuna tanık oluyoruz sonra. Bu kişiler tam da kayada kâğıt çiziği gibi düzgün bir kırık oluşmadan hemen önce, yerde bulduğu bir karaağaç dalıyla toprağa silinmeyen bir çizgi çizen Joana Carda, kumsalda bulduğu disk şeklinde bir kayayı denize doğru muazzam uzaklığa fırlatan Joaquim Sassa, peşine sığırcık sürüsü takılan Jose Anaiço, kimsenin hissetmediği titreşimleri sürekli hisseden Pedro Orce ve söktüğü çorap asla küçülmeyen ve yün çilesi önünde büyüdükçe büyüyen Maria Guavaira… Cehennem kaçkını köpek Sadık ise onlara bir süre rehberlik ediyor.

Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nde ise hikâyenin kahramanı bilinmeyen adayı bulmak üzere teknesiyle yola çıkıyor ve bulduğu adaya ekmek için teknede taşıdığı tohum ve toprak çuvalları patlayınca, teknede yetişen habitatın doğaya tutunması sonucu tekne bir adaya dönüşüyor, meğer aradığı ada zaten teknedeymiş, onu bulmak için yola çıkmak yeterliymiş. Üzerine çok yorumlar yapılabilir, yapmaya çalışacağım yazı boyunca. Esasında bu yazıda iki ada hikayesinin birbirine dokunan tarafları yanında, adalarla ilgili bağımsız ilgiler de kurmaya çalışacağım.
Öncelikle İber yarımadasının anakaradan kopmasına ve hareket etmesi fenomenine bakalım. Karadaki bir kırığın oluşması ve ardından bunun genişleyerek bir yarığa, ardından dev bir uçuruma dönüşmesi ve sonunda bu parçanın kopup bağımsızlığını ilan etmesinin nasıl meydana geldiği romanda bilimsel olarak açıklanamaz. Bu nedenle, yukarıda sözünü ettiğim kişilerin yaşadıkları garip deneyimlerin bu olaya sebep olmuş olabileceği üzerinde durulur. Mesela Joana Carda’nın elindeki dalla toprağa silinmeyen bir çizgi çizmesi ya da Joaquim Sassa’nın disk şeklinde bir taşı denize doğru çok uzaklara fırlatması bu olayın nedeni olabilir mi? Saramago bize bu denli önemsiz saydığımız olayların, nelere yol açacağını tahmin edemeyeceğimizi söyler. Özetle ağaçtan inmiş bir maymunla atom bombası arasındaki ilişki yirmi milyon yıllık zaman birimidir, normal koşullar altında denize atılmış bir taşın günümüzden ancak yirmi milyon yıl sonra bir sonuç doğurması beklenirken, başka koşullar altında, sonuç birkaç saat ya da gün içinde görülebilir der. Sadece bir çizginin toprağa çizilmesi ya da taşın fırlatılması bu milyonlarca yıllık birikimi ve gerilimi harekete geçirecek son etki, bardağı taşıran son damla olabilir yani. Önemli olan andır. Neden olmasın? Bizim okur olarak görevimiz bu olasılıkları göz ardı etmemek.
Peki gerçekte kıtaların, karaların hareket etmesi mümkün müdür? Jeoloji bilimi bunun zaten sürekli yaşandığını bize söylüyor. Evet Saramago aslında hiç olmayacak bir şeyden bahsetmiyor, aksine zaten bilimsel bir kuramdan yola çıkıyor. Romanla bilimin ortaya koyduğu gerçek arasındaki tek fark gerçekleşme süreleri. Jeolojide pek çok mekanizmanın açıklanmasında temel teşkil eden bu kuramın adı Levha (Plaka) Tektoniği Kuramı. Bu kurama göre litosfer on iki büyük plakaya bölünmüştür. Bunlar Avrasya Plakası, Afrika Plakası, Kuzey Amerika Plakası, Güney Amerika Plakası, Nazca Plakası, Pasifik Plakası, Antarktika Plakası, Avustralya Plakası, Filipin Plakası, Karayipler Plakası, Arap Plakası ve Hindistan Plakası. Bu devasa kütlelerin yanında daha küçük plakalar da var, örneğin Anadolu Plakası. Bu plakalar, kabaca bahsedersek, kısmen sıvı olan astonesfer üzerinde kayarlar, pasif halde sürüklenirler. Saramago’nun adası ise aktif bir plaka, hangi gücün altında olduğunu bilmesek de hızlı bir şekilde yüzüp rota değiştirebiliyor. Kıtaların hareketleri üç şekilde oluyor, birbirinden uzaklaşıyor, birbirlerine doğru yaklaşıp çarpışıyor ve yanal olarak hareket ediyorlar. Bu hareketler, farkında olmasak da hayatımıza doğrudan etki ediyor aslında. Plakaların birbirlerinden uzaklaşmasından okyanus ortası sırtları oluşuyor, okyanusa doğan volkanlar yani. Büyük okyanus tabanları bu şekilde oluşuyor. Birbirine yaklaşan plakalar sıradağları oluşturuyor. And Dağları, Himalayalar gibi büyük dağ sıraları bu şekilde oluşuyor. Japonya adaları da böyle bir çarpışmanın ürünü. Yanal hareket eden kıtalar ise meşhur San Andreas Fayı ve Kuzey Anadolu Fay hatlarını oluşturuyor. Levha sınırlarının tamamı büyük depremlerin ve volkanların görüldüğü yerler. Güney Amerika ve Afrika kıtalarının şekilleri çarpıcı bir örnek. Haritaya şöyle bir bakınca, bu kıtaları yan yana getirdiğimizde tencere kapak misali bütünleştiklerini görürüz. Yapboz parçaları gibi uyumludurlar. İşte bunun nedeni de Levha Tektoniği’nin mekanizmalarıdır. Çünkü en başta, henüz hiçbir masal, destan, mitos ve efsane söylenmemiş ve yazılmamışken, dünyanın tüm kıtaları bir aradaydı. 200 milyon yıl öncesine kadar koyun koyuna yatan karalardan oluşmuş bu devasa, süper kıtaya Pangea dendi. Pangea kuzeyde Lavrasya ve güneyde Gondwana adı verilen iki ana parçadan oluşuyordu. “Tüm denizler” adı verilen deniz de Pantalassa idi. Gondwana, Güney Kutbuna doğru yola çıktı; kuzeydeki Lavrasya ise günümüzdeki Kuzey Amerika, Grönland, Avrupa ve Asya’yı meydana getirdi. Hemen burada aklıma yaratılış, türeyiş, çıkış mitleri geliyor. Bilim, dünyanın şimdiki halini alış macerasını 200 milyon yıl öncesine kadar bu denli detaylı şekilde modellemişken neden yeni mitler üretmiyoruz? Bu temellere dayanan yeni mitler okumak hoş olmaz mıydı? Mit okumak daha heyecanlı değil mi? Mitler devri kapandı mı?

Neyse, yeni mitler yaratılmasa da hareket var. Ülkemizin güncel komşuları bile eskiden çok farklıymış. Bir yanımız okyanus kıyısıymış. Bu eski biraradalığın ilginç kanıtları da var. Örneğin bizim Toros dağlarıyla Avrupa’nın Alp dağları kardeş, birbirinin devamı yani, bunu da jeoloji bilimi bize kanıtlıyor. Herhangi bir dağın tepesinde bulduğumuz bir deniz kabuğu fosili, buraların eskiden dutluk değil okyanus olduğunu bize söylüyor ya da büyük bir karıştırma hareketiyle okyanus kabuklarının buralara kadar geldiğini. Peki bu hareket bitti mi? Elbette hayır. Şimdi iki örnek verelim. Kıtaların hareketleri nedeniyle milyonlarca yıl sonra, şimdiki uzun ince Kızıldeniz ileride büyük bir okyanusa dönüşecek, ona şimdilik bebek okyanus hatta okyanus fetüsü diyebiliriz. Bizim Anadolu plakamız da alttan bastıran Afrika plakası ve Kuzey Anadolu Fayı boyunca yanal hareket ettiğimiz Avrasya plakası nedeniyle Yunanistan’a doğru yol alıyor. İleride Ege sahillerinde ya da Yunan adalarında yapmayı hayal ettiğimiz tatili unutalım. Deniz yok olacak ve karaların hepsi bir araya gelip birbirine yumulacak, hamura dönecek ve belki yeni sıradağları oluşturacak, sonra da Konya ovasını. Neyse ki daha güneş, kumsal ve deniz için zamanımız var. Çünkü Anadolu plakamız, büyük depremlerle ortaya çıkan sıçramaları saymazsak, Yunanistan’a doğru ortalama 25 mm/yıl hızda ilerliyor. İşte Saramago’nun Taş Salı’nın farkı burada ortaya çıkıyor. Onun taş salı önce dakikada on iki buçuk metre, sonrada hızını üç kat artırıp günde elli kilometre gibi muazzam bir hızla dolaşıyor ve bir anda rotasını değiştirebiliyor sessiz sedasız. Fakat sonlara doğru iş çığırından çıkıyor, ada dik açılarla yön değiştirmenin yanında bir süre kendi çevresinde dönüyor, kısa süreliğine yan yatma eğilimi gösteriyor. Bu da sanatın gücü.
Peki, Saramago Levha Tektoniği Kuramı’nı biliyor muydu? Kuram 1900’lerin başlarından itibaren geliştirilmişti. Bana kalırsa, Saramago kıtaların hareket ettiğini biliyordu ama bunu okurlarından sakladı. Bu kuramdan bahsetseydi de romanda yarattığı muammanın zayıflamasına yol açmaz, yarattığı kurmaca dünya içindeki soru işaretlerini bir anda silip götürmezdi aslında. Romanda jeolojik literatürdeki pek çok şeyden bahsediyor Saramago, özellikle uzmanların adanın kopmasının ve hareket etmesinin nedenlerini açıklayabilmek üzere yaptıklarını uzun uzun anlatıyor. Şu satırlara bir bakalım:
“…Yarımada’nın bilinmeyen bir derinlikte, sanki yatay olarak iki tabakaya ayrılmışçasına kaymakta olduğu, alttakinin toprağın derin kabuğunu teşkil ettiği, üsttekininse, açıkladığımız gibi, denizin karanlığında, çamur bulutlarının ve ürken balıkların arasında yavaşça kaydığı sonucuna varmak zorundayız.”
Yapılan onca denizaltı araştırmasına karşın bu hipotez de başarısız olur ama. Oysa görüyoruz ki yukarıdaki anlatım Levha Tektoniği Kuramı’na kaba hatlarıyla uyuyor, elbette değişken hızı ve ani rota değişikliğini açıklamıyor.
Sonuç itibariyle Saramago bilimsel bir kuramı temel alıyor, hayalgücü ve yaratıcılığını kullanarak ufak bir müdahale ile jeolojik mekanizmaları hızlandırıyor, biraz döndürüyor, yan yatırıyor ve ortaya bu roman çıkıyor. Saramago temelsiz, boş sallamıyor yani. Sırası gelmişken bir iddialı laf edeyim: Doğa bilimlerine ilgi duymayan romancı eksik kalır. Çünkü sadece böyle Saramago gibi karaları birbirinden ayırmak, kıtaları yüzdürmekte değil, insan ilişkilerinde, sosyal ve siyasal hayatta da doğa yasalarının izdüşümlerini sezmek, yazıya da hayata da yeni bir katman eklemek demektir.
Romana dönersek, levha tektoniğinin sınırları anlamsızlaştırdığını söyleyebiliriz. Uzun yıllar sonra da olsa Yunanistan’la aramızdaki kıta sahanlığı sorununu doğa kendi elleriyle çözmüş olacak sözgelimi. Avrupa Birliği’ne bodoslama girmiş olacağız belki. Esas sınırları doğa oluşturuyor, biz yapay sınırlarla uğraşmaya devam ediyoruz. Yitik Adanın Öyküsü’nde de bu sınır ve egemenlik hakları sorunsalından bahsediliyor. İspanya ve Portekiz, Avrupa’dan uzaklaşıp giderken hala Avrupa Birliği üyesi olacaklar mıdır? Cebelitarık’taki İspanya ve İngiltere’nin egemenlik hakları ne olacaktır? Ada coğrafi olarak bağımsızlığını ilan etmişken İspanya ve Portekiz kendi başlarına ne yapacaklardır? Yeni bir yönetim modeli, kaynakların doğru kullanımı için bir sistem gerekir mi? Yaklaştıkları ülkelerle ilişkileri nasıl olacaktır? Saramago doğa kadar acelesiz bir çözümü gerektirecek bu sorunun ortaya çıkışını hızlandırıyor sadece. Teknoloji ve iletişimin ışık hızında ilerlediği, distopyaların gerçeğe döndüğü çağımızda kıtaların birbirinden ayrılması da çarpışması da beklenebilir bana kalırsa.
Akşit Göktürk’ün Ada isimli çalışmasında ada kavramının edebiyatta nasıl yer aldığı detaylı şekilde irdeleniyor. Bütün adaların paylaştığı ortak özellikleri dışarıdan ayrılmışlık, kendiyle sınırlanmışlık. Dünya dışarıda ve dünyadan iyi: Ütopik adalarda buna ihtiyaç duyuluyor. Bu konuya döneceğim ama değerlendirmenin sonunda 18. yy sonlarında ıssız ada, Robinsanad ve ütopya ada hikayelerinin azaldığı ifade ediliyor. Artık teknolojinin ilerlemesiyle ve uzay keşifleriyle ütopyalar, yalıtılmış mekân olarak ıssız ve düşsel adaları değil uzayı seçiyorlar, Ursula Le Guin’in Annares ve Uras’ı gibi mesela. Eskinin bilinmez, keşfedilmemiş, geniş okyanuslarının yerini uzayın genişliği ve bilinmezliği alıyor. Saramago’nun adası ıssız değil, gazetelerde yeni bir Atlantis doğuyor manşetleri atılsa da tüm toplumun paylaştığı bir ütopyayı da anlatmıyor. Belki aynı çalışmada anılan bir pikaro. Roman elbette pikaresk türde değil, alakası yok. Oysa sürüklenen ada, serüvenlerini gelişigüzel bir sürükleniş içinde yaşayan bir pikaroyu andırmıyor değil. Ama dahası Saramago’nun Yitik Adası, hem kıyamet sonrası (post apokaliptik) bir hikâyenin mekânı hem de bana kalırsa birlikte yolculuk yapan grup için bir ütopya denemesi niteliğinde. Yarımadanın kopması ve okyanusta yolculuğa çıkması, Asor takımadalarına, sonra ABD ve Kanada’ya doğru yüksek bir hızda ilerlemesi ve toplumun durumu bu kıyamet senaryosunu olgunlaştırıyor. Adada turist kalmayınca önce oteller evsiz ya da kötü şartlarda yaşayan insanlar tarafından işgal ediliyor, büyük göç dalgaları başlıyor, arabalar kullanılmaz oluyor, benzin ve gıda sıkıntısı yaşanıyor, yağmacılık, hırsızlık artıyor, cinayetler işleniyor, sığınmacılar sefalet içinde yaşıyor, ordu terk edilmiş şehirlerde insan avlıyor. Dehşet, düzensizlik ve şiddet hâkim. Tüm bu kaos içinde insanlar çarpışmadan kaçıp hayatını kurtarmak için oradan oraya göç ediyor. Avrupa’nın ve Amerika devletlerinin ikiyüzlü tutumundan dolayı Avrupa’da Hepimiz İberli’yiz sloganıyla anarşist hareketler başlıyor. Saramago anlatısı içinde hem uluslararası siyasetin zavallılığına hem de hükümetlerin aslında kâğıttan kaplan olduklarına, dalga geçen ve iğneleyen ironik diliyle vurgu yapıyor. Bu ufak kıyamet provası içinde, daha önceden tanışmayan beş kişi ve bir köpek bir araya gelerek birbirine bağlanıyor. Garip deneyimler yaşayan bu insanların birbirlerini bulmak için ve sonrasında birlikte yaptıkları yolculuk, karşılarına çıkan zorlukların üstesinden bir şekilde gelip, tesadüflerin ve açıklayamadıkları fenomenlerin etkisi altında yol almaları Yüzüklerin Efendisi ve benzer epik fantezi türündeki yolculuk anlatılarını da anımsatıyor. Bu insanların ortak özellikleri önceden yalnız oluşları ve iş ya da sosyal hayat anlamında vasat bir hayat geçiriyor olmaları. Nispeten genç adamlar ve kadınlar birbirlerine âşık olup eş haline geliyorlar, yaşlı adam ise köpekle dostluk kuruyor, sonradan ilişkileri çetrefilleşiyor. Her şeye rağmen birbirlerinden kopmuyorlar, yolculuk yapmak için hedefleri kalmadığında dahi hiçbiri eski hayatlarına dönmek istemiyor. Adanın hareketleri onları etkiliyor, onlar adanın hareketini etkiliyor, birbirlerine göbekten bağlılar. Çünkü Saramago’nun dediği gibi hiçbir yolculuk tek bir yolculuktan ibaret değil, her yolculuk pek çok yolculuk içeriyor. Kıyamet günleri onların kişisel ütopyalarının umutlu, heyecanlı ve keşiflerle dolu günlerine dönüşüyor. Önce Joana Carda söylüyor şunu: Dünyanın sonu yaklaşıyor, o zaman gidip nasıl sona erdiğini görelim, sonra diğerleri de aynı sözü tekrar ediyor. Buradaki “dünyanın sonu” hem küçük bir adaya dönüşmüş dünyalarını hem de çarpışarak ya da batarak yok olacak dünyayı ifade ediyor. Levha tektoniği kuramına göre kıtaların hareket etmesi değil belki ama deprem, volkan, toprak kayması vb. birçok jeolojik fenomen hayatlarımızı benzer şekilde karıştırma, olumlu ya da olumsuz etkileme potansiyeline sahip.
Peki, bilimi bir yana bırakalım, bir yarımadanın anakaradan koparılması ve adaya dönüştürülmesi hikayesi tarihte yer alıyor mu diye sorsak. Yanıt yine evet. Hem de Datça’da yaşanmış bunlar. M.Ö. 500’lü yıllarda Knidoslular Datça Yarımadası’nı Pers istilasına karşı anakaradan bir kanal kazarak koparmak istemişler. Tarihçilerin babası Heredot anlatıyor:
“…bütün Knidos toprağı, ince bir kıstak dışında, suyla çevrilidir; kuzeyi Kerameikos Körfezi, güneyi Syme ve Rhodos Denizi’dir. Harpagos, İonia’ya indiği zaman Knidoslular, bu aşağı yukarı beş stad genişliğindeki kıstağı kazmaya başladılar; yurtlarını ada haline getirmek istiyorlardı. Böylece tamamen kendi yurtlarına çekilmiş olacaklardı, zira kazmak istedikleri yer, Knidos topraklarını anakaraya bağlayan toprak parçasıydı. Pek büyük insan emeği harcandı bu iş için; ama görülmemiş bir olay geldi başlarına, işçiler taşları kırarlarken çeşitli yerlerinde ve en çok da gözlerinde inanılmaz büyüklükte yaralar açılmaya başladı. Delphoi’ye elçiler gönderip bu nedir diye danıştılar, Knidosluların kendileri anlatırlar, Pythia şu üçlü iambos ile cevap vermiş:
Kıstak ne kale ister ne de kazılmak
Zeus isteseydi bu kayayı ada yapamaz mıydı?
Bu orakl (kehanet) üzerine Knidoslular işi bıraktılar ve Harpagos ordusu geldiği zaman çarpışmadan teslim oldular.”
Hikayedeki kıstak şimdiki Balıkaşıran denen Datça yarımadasının en dar, denizlerin karşılıklı en çok yaklaştıkları yerdir. Delphoi ise dönemin en önemli kehanet merkezlerinden biridir.

Saramago Heredot okumuş muydu acaba?
Dahası da var. 1992’lerde Datça devlet tarafından ada yapılmak istenmiş. Datça’nın önemli değerlerinden Yusuf Ziya Özalp (Avukat Ziya derler) Datça Kazan Betçe Kepçe adlı anı kitabında bu hikâyeyi kaleme aldı. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu yıllar. Datça’ya bir haber gelmiş ki Balıkaşıran’a kanal açılacak, Datça ada olacakmış. Marmaris ve Gökova’dan çıkan tekneler Bodrum’a kestirmeden geçebilsin, Datça’yı dolaşmak zorunda kalmasınmış amaç. Yetkililer Datça ada olunca turizmin de çok gelişeceğini iddia etmişler. Datça halkı ise tam tersini düşünüyormuş, bu nedenle karşı çıkmış projeye. Can Yücel’in de yakın dostu olan Avukat Ziya bu karşı çıkışları çok keyifli anlatır kitabında. Anlattığına göre Can Baba’nın bir sözü slogana dönüşmüş:
“Dokunmayın Balıkaşıran’a
Bağlanırız Yunanistan’a”
Bu sözün üzerine Datçalılardan biri hükümeti korkutalım, kanal açarsanız Yunan’a bağlanırız deyip elimize Yunanistan bayrakları alıp protesto gösterisi yapalım, demiş. O zamanın Belediye Başkanı Mustafa Soytok önde ahali arkada ellerinde Yunan bayraklarıyla Cumhuriyet Meydanı’na Atatürk anıtına gidip iktidarı şikâyet etmişler. Olanlar olmuş tabii, Hürriyet Gazetesi bir haber yapmış, “Yunan Tohumları” diye de başlık atmış, altta da protestocuların bayraklı fotoğrafı. O gazete haberini bulamadım ama Milliyet Gazetesi haberini buldum. Bu garip hikâye devam ediyor, merak eden gerisini Avukat Ziya’nın kitabını edinip okuyabilir. Sonuçta proje gerçekleştirilememiş. Zeus bir kez daha karşı çıkmış bu duruma anlaşılan. Yüzyıllar önceki kehanet yine tutmuş.

Saramago’nun adası insanların müdahalesiyle ayrılmıyor tabii karadan. Belki bu kurmaca dünyada Zeus yarımadanın ayrılmasını istiyor. Günümüzde yok mu böyle kazı hesapları? Olmaz mı? Mesela Kanal İstanbul. Düşman ordularının istilasından sakınmak için de değil üstelik, düpedüz rant için, arsaların değerlenmesi, yeni bir şehir kurmak için. Knidos’un ada olmasını Zeus istememişti, İber Yarımadası’nın ayrılmasını ise Saramago’nun izniyle belki yine Zeus uygun görmüştü, İstanbul’un kanalla ayrılmasını ise ne bir tanrı istiyor ne de büyük bir romancı. Kimin istediği herkesçe malum, hem de Kuzey ormanlarının, önemli su havzalarının, Terkos gölünün yok edilmesi uğruna ve şehircilik ve doğa adına bilimsel araştırmalara dayalı karşı çıkışlara aldırmadan.
Romana dönelim yine. Saramago Yitik Adanın Öyküsü’nü yazdıktan on bir yıl sonra Bilinmeyen Adanın Öyküsü okurla buluşmuş. Yayın tarihleri ile yazılma ya da yazılmaya başlanma tarihleri farklı olabilir elbette. Yıllar önce başlanıp bir kenara bırakılmış bir metin yıllar sonra tekrar canlandırılıp yazarı tarafından tamamlanabiliyor. Buna karşın aradaki on bir yıllık uzun süre akla şunu getiriyor: Saramago Yitik Adanın Öyküsü’nde ete kemiğe büründürdüğü yüzen ada kavramını zihninde hep canlı tutmuş, öyle ki bu kez işi gerçekten yüzmek olan, yüzdüğü için kimsenin garipsemeyeceği bir tekneyi adaya dönüştürmüş Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nde. Bilinmeyen Ada ütopik bir ada ve ilk romanda bahsedilen taş sal ile alakası yok ama bir karanın yüzen bir sala, toprak ve kayalardan yapılmış büyük bir yüzen taştan gemiye dönüşmesinin neredeyse tam tersi bir mantığı işleterek yeni bir ada yaratmış. Daha önce Saramago’nun Bütün İsimler ve Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş romanları hakkında yazdığım ve Parşömen Sanal Fanzin’de yayımlanan yazıda bu iki romanı birbirini aynalayan anlatılar olarak ifade etmiş, Don José ile karakter olan “ölüm”ün, birbirlerinin ayaklarına basan varlık ve gölge gibi olduklarını söylemiştim. Bu iki adanın da tıpkı böyle birbirlerinin ayaklarına, bir aynanın iki yanında basan adalar olduklarını söylemek mümkün.
Esasında bu yazıya başlarken başlığı Saramago’da “Ada” Meselesi olarak belirlemiştim. Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nde de bahsedecek çok şey var ve döneceğim dediğim konulara da bir daha dönemedim. Fakat bu yazıda sanıyorum amaç hasıl oldu, daha fazla uzatmak hem işin tadını kaçıracak hem de yazıyı toparlamak kolay olmayacak. Galiba taş sal gibi açılıp gittim. Bu nedenle burada kesmeli ve Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nden bir başka yazıda bahsetmeli.
Yarımada durdu ama yolculuk devam ediyor.
M. Özgür Mutlu
Kaynaklar:
1- Bilinmeyen Adanın Öyküsü, Jose Saramago, Çev: Emrah İmre, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014.
2- Yitik Adanın Öyküsü, Jose Saramago, Çev: Dost Körpe, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016.
3- Ada, Akşit Göktürk, Adam Yayınları, 1982.
4- Heredot Tarihi, Çev: Müntekim Ökmen, İş Bankası Yayınları, 8. Basım.
5- Understanding Earth, Frank Press ve Raymond Siever, Freeman yayımcılık. Tekin Yürür FJ 2005.
7- Datça Kazan Betçe Kepçe, Yusuf Ziya Özalp, Datça Belediyesi Kültür Yayınları, 2019.