Korkut Kabapalamut

Yabancı aramıza katılalı neredeyse bir yıl oluyor. Onu hiç kimse gerçekten sevmiyor, belki bir tek ben hariç. Kentimizin lisesine atandıktan sonra bekâr bir genç adam olarak dar aydın çevremize eklenmesi kaçınılmazdı. Her ne kadar bizlerin aksine kendi kendine yeten, keyifle vakit geçirebilen, belki de iç barış denilen şeye çoktan ulaşmış bir tipse de bu ufak, sıkıcı yerde bize hiç ihtiyaç duymadan, tamamen biz yokmuşuz gibi davranarak, bize tümüyle sırtını dönerek yaşamını sürdürmesi de beklenemezdi doğallıkla.

Bize pek benzemiyor. Kafası gerçekten çalışan biri. Bizimle her fırsatta alay ediyor, hepimizi hor görüyor, bunu saklama gereği bile duymuyor çoğu zaman. Yine de aramızda barındırmaya, elden geldiğince hoş tutmaya devam ediyoruz onu. Sonuçta kabul edersiniz ki bizim de fazla seçeneğimiz yok burada. Hepi topu kaç kişiyiz ki, sırf bizi beğenmiyor, küçük görüyor diye aydın bir kimseyi, üstelik böyle gerçekten de parlak, yetenekli, sıra dışı özelliklere sahip, bizimki gibi bunaltıcı bir kente ancak yüz yılda bir uğrayacak nitelikte birini öyle kolayca dışlayacak, harcayacak, onunla ilişkimizi tümden noktalayabileceğiz? Kaldı ki doğrusunu söylemek gerekirse bizi beğenmemekte pek de haksız sayılmaz adamcağız. Bizim sahip olmadığımız, isteyip çabalasak da asla olamayacağımız meziyetlerle cömertçe donatılmış ya da kendini donatmış, çok iyi yetiştirmiş, neredeyse kusursuz biri o. Bunu, onunla beş-on dakikacık sohbet ettikten sonra tam bir kesinlikle kavramamak elde değil. Kendini her seferinde mükemmel ve çabucak ifade ediyor, bizim aksimize her zaman canlı, uyanık, hazırcevap. Ona ayak uydurmak, onun saygısını kazanmak öyle zor ki.

Grubumuzda en yakın durduğu, birlikte en fazla vakit geçirdiği, en çok eğlendiği ya da belki de beraberken en az sıkıldığı kişi ne mutlu ki benim. Sanki bana diğerlerine oranla daha fazla değer veriyor, kendine yakın hissediyor gibi. Ya da yalnızca ben öyle olduğunu düşünmek istiyorum iyimserlikle. Benimleyken, yabancının davranış ve konuşmaları sanki daha doğal, nispeten daha sahici gibi görünüyor bana. Belki de sahip bulunduğu yüksek zekâ seviyesine en yakın zekâ seviyesinin bende olduğuna inanıyor tüm grupta. Bunu kendisine açıkça soramam elbette, o kadar da samimi ya da laubali değiliz birbirimizle, olalım da istemem doğrusu. Biraz mesafe her zaman iyidir çünkü.

Yabancı hariç grubun bütün üyeleri alkolik. Başta, o da zamanla bu bataklığa gömülür kaçınılmaz biçimde diyordum ama o sağ kalmayı, bu klasik, bin yıllık tuzaktan kurtulmayı başardı. Gayet ölçülü, dikkatli içiyor. Bu kentte içmek dışında yapılabilecek bir şey yok oysa ki. Son derece sıkıcı, durağan, insanları son derece tutucu, cahil olan bir yer burası. Muhtemelen kuruldu kurulalı da böyledir, başka türlü, daha canlı, eğlenceli, hareketli bir kent olmayı aklının ucundan bile geçirmemiştir hiçbir zaman.

Yani nasıl söylemeli, içmeden, hem de deliler gibi içmeden buranın atmosferine katlanmak bence imkânsız. Kentimizde birkaç gün kalsanız siz de bu acı gerçeği kabul ederdiniz muhtemelen. Tabii yabancının iradesine, kararlılığına sahip değilseniz. Onu biraz da bu yüzden sevip takdir ediyorum galiba. Dış koşullardan fazla etkilenmiyor. (Hatta neredeyse hiç) Kendi sağlıklı, rasyonel gündemiyle rotasına tamamen sadık kalıyor. Ondan asla şaşmıyor. Gülüp geçiyor belki de bizim gibi edilgen, zayıf ruhlara.

Öte yandan, ne yalan söyleyeyim hepimiz geveze ve takıntılı tipleriz. Can sıkıntını savuşturmanın en iyi yolunun hiç durmadan konuşmak, tartışmak olduğuna eskiden beri budalaca inanmışız. (Deli gibi içmenin yanısıra tabii.) Hâlbuki o kadar da işe yaramıyor bu retorik bağımlılık. Konuştukça daha koyu, geçit vermez bir can sıkıntısının içine gürültüyle yuvarlanıyor, orada acıyla, panikle, umarsızca debelenip duruyoruz gerçekte. Gülünç durumlara düşürüyoruz kendimizi. Sahiden de son derece komik, grotesk tipleriz bana kalırsa. Yani kendimize dışarıdan bakmaya çalıştığımda gördüğüm manzara bu. Yabancı, bu konuda da bize pek benzemiyor neyse ki. Her daim yerli yerinde konuşur ya da susar. İçkiyi kırk yılın başı fazla kaçırsa bile sağduyusuyla kontrolünü asla yitirmez. İşte, ona duyduğum hayranlığın ikinci nedeni. Nasıl başarıyor öyle olmayı? Bir çırpıda yanıtlaması güç.

Temeli çok sağlam olsa gerek. Başka deyişle kişiliği, inançları ya da tutunduğu dünya görüşü, işte o artık her neyse… Kim bilir bizleri ne kadar da zavallı, aşağılık yaratıklar olarak görüyor. Onunla kıyaslandığında iğrenç birer böcekten farkımız ne ki? Sahip bulunduğumuz kimi insani eğilim ya da zaaflar mı? Güldürmeyin, öfkelendirmeyin lütfen siz de beni. Bunlar ne işimize yarıyor sanki bizim? En azından, dar sınırları içerisine yıllardır hapsolduğumuz, kurtulma umudumuzla hevesimizi uzun süre önce tamamen terk ettiğimiz bu sıkıcı kentte?

Grupta herkes yabancıya iyi, uygarca davranmakla, ona içten içe büyük bir hayranlık beslemekle beraber, bana kalırsa kin tutuyor, diş biliyor, onu kıskanıyor, defolup gitse artık şu pislik başımızdan, eski, nispeten güzel, en azından katlanılabilir günlerimize, zamanlarımıza bir an evvel geri dönebilsek, o bize tertemiz bir ayna gibi çirkin suratlarımızı gece gündüz acımasızca göstermekten başka halta yaramayan şu pislikten bir kurtulabilsek, diye düşünüyor kanımca. Çünkü ona baktıkça, onun tazeliğiyle güzelliğine tanıklık ettikçe kendilerinden daha çok nefret edip tiksiniyorlar haklı olarak. (Davranış ve tutumlarındaki sahtelikle, hemen her konudaki iflah olmaz yetersizliklerini daha bir kesinlikle fark ediyorlar zira o zaman.) Ne derece hastalıklı, anlamsız karakterler olduklarını daha büyük bir berraklıkla görüp, bu kente yollarının düştüğü o uğursuz günden bu yana yaka silktikleri varoluşlarına katlanmakta eskisine oranla daha da zorlanıyorlar. Belki de öldürmek, yok etmek istiyorlar kusursuz yabancımızı. Bunu arada bir ben bile elimde olmaksızın aklımdan geçirdiğime göre yanılıyor olma ihtimalim son derece düşük. (Çünkü ben de diğer grup üyelerinden farklı değilim özümde. Olmam da beklenemez doğrusu, yıllardır mecburen onlarla düşüp kalkan, bütünleşen, aynı kaptan yiyen, devamlı aynı havayı soluyan biri sıfatıyla. Sadece biraz daha dışarıdan bakıp, nispeten soğukkanlı yorumlar getirebilirim duruma.)

Yabancı, bir manken kadar yakışıklı, boylu poslu da biri olduğundan, grubumuzun gerek evli gerekse de bekâr kadın üyeleri, aramıza katılır katılmaz flörtleşme girişimde bulundu kendisiyle bekleneceği üzere. Hatta bu konuda birbirleriyle şirretçe, utanmazca yarıştılar, kavga ettiler. Yabancı, bunların hiçbirisine kayıtsız kalmamakla, bu acınası yakınlaşma girişimlerini kabaca baltalamamakla beraber bir gönül ilişkisine girmeye de kalkışmadı, tam nerede durmaları gerektiğini hayret verici bir kesinlikle hissettirdi onlara ve neyse ki hiçbiri de bu işaret edilen noktayı geçmeye çalışmadı, hatta yavaş yavaş o sınırdan da bilgece uzaklaştılar, geriye çekildiler, bir âşık olarak değil de bir arkadaş gözüyle bakmaya karar verdiler o aşamadan itibaren yabancıya. Böyle değerli, üstün niteliklerinin tamamen farkında olan genç, geleceği parlak bir adamın onlara gönlünü birazcık bile kaptırmasının olanaksızlığını fazla da zorlanmadan, gözyaşı falan dökmeye kalkışmadan soğukkanlılıkla kabullendiler neyse ki.

Bazılarımız da ne kadar üstün vasıflara sahip olursa olsun, yabancının da er ya da geç bize benzeyeceğine, bu korkunç yazgıdan kaçmanın taşraya düşmüş hiç kimsenin haddine olmadığına, bunun yalnızca bir zaman meselesi sayılması gerektiğine içtenlikle inanıyor, hatta bahse bile tutuşuyor bunun üzerine. Bu karamsar düşüncenin ya da kehânetin onları üzüp endişelendirdiğini söylemek de zor. Hatta tam tersine, sanki bunun artık bir an önce gerçekleşmesini umup arzular gibi alçaklar. Ama ben onlar gibi değilim elbette. Yabancı, daima bize tamamen yabancı olarak kalsın istiyorum. Ona her baktığımda, içten ve gürültülü kahkahasını her işittiğimde bir insan olarak bu dünyada neleri kaçırdığımı, bence hiç hak etmediğim halde nelerden mahrum kılındığımı görmek canımı ölesiye yakıyorsa da günün birinde onun gibi biri olma umudumu da diri tutuyor kentimizdeki varlığı. Elbette ki bir nokta kadar küçük, savunmasız bir umut bu, ama ben ona tutunabilmeyi başardıktan sonra boyutlarının ne önemi kalıyor ki?

Korkut Kabapalamut