İlker Aslan’ın ilk kitabı “Bir İntihar Üstüne Söylenti” 2020 Eylül’ünde Edebi Şeyler tarafından yayımlandı. İlker benim soru sormaktan en çok keyif aldığım insanların başında geliyor. İlk kitabı vesilesiyle bir röportaj yaptık.

Halil Yörükoğlu

İlker n’aber, gündeminde ne var?

İyidir valla ne olsun. Rutin Türkiye günlüğü… Uzun zamandır ev odaklı bir hayat sürüyoruz malum. Başlarda iyi bir şey sandık bunu ama meğerse çok sıkıcıymış. Benim gibi antisosyal bir adam bile evde durmaktan sıkıldıysa nispeten sosyal arkadaşları hayal bile edemiyorum. Gündemde bu sıralar Euro 2020 var tabii. Bir yıl gecikmeli de olsa… Maçları takip etmeye çalışıyorum. Ay sonuna doğru Fransa Bisiklet Turu başlayacak, onu bekliyorum heyecanla. Bunun dışında gündelik işler aslında. Gün içinde iki satır bir şey okuyabilsem, şöyle 4-5 günde bir iyi bir film izlesem şanslı hissediyorum kendimi. Zaman hızlı akıyor. Her şeye yetişme imkânı yok.

Gündeminde hazır Euro 2020 varken hâl hatır faslından sonra, turnuva vesilesiyle ikinci soruma ve kitaba geçmiş olayım.

Euro 2020’yi de ne güzel bağladın kitaba… Eskiden beri bu bağlama işlerinde çok iyisin valla takdir ediyorum seni. Buyur abi…

Eyvallah, iyiyimdir evet. Şöyle; okurun olarak anladığım kadarıyla, kurmacada oyunu seviyorsun. Bu tercihin sebebi oyunlaştırarak anlatmanın kolaylığı mı yoksa oyunlaştırmak bir şeyleri katlanılır mı kılıyor?

Yazdıklarımdakine oyun denilebilir mi bilmiyorum. Oyunlu metinler yazayım gibi bir çabam yok açıkçası ama daha önce başka konuşmalarda da dile getirdiğim olmuştur, geleneksel anlatı biçiminin artık beni doyurmadığını fark ettim. Okur olarak söylüyorum bunu. Okuduğum metinlerde illa bir oyun olsun demek istemiyorum. Ama okurun da aktif bir öğe olarak metne katıldığı, metin aracılığıyla zihninin meşgul olduğu süreçleri tercih ediyorum. Bu demek değil ki diğerlerini öteliyorum. Çok kişisel bir şey bu dediğim. Benim kurmaca metinlere bakış açım böyle. Yorulayım biraz istiyorum. Bunu kimi yazar biçimsel denemelerle yapar, bir başkası anlatının bizatihi kendisi üzerine bu deneyselliği kurar. Veya başka şekillerde. Önemli değil. Hep örnek veririm Georgi Gospodinov’u. Okudun mu?

Yok hayır, okumadım.

Fırsat bulursan oku bence mutlaka. Dışarıdan bakınca dümdüz bir metin gibi yazdığı romanlar. Ama içine girince başka bir hikâye çıkıyor ortaya. Ana akışa dahil değilmiş gibi görünen bir yan anlatı, onu sarmalayan daha geniş bir atmosfer vs. Bu, okuru meşgul eden bir yazım biçimi. Veya Mark Danielewski’nin Yapraklar Evi romanı. Adam on senede yazmış. Romanda aklına gelebilecek her şey var. Hikâyeyi okuyorsun, adam bir dipnot veriyor, oradan başka bir hikâye akıyor. Dipnota kendi içinde bir dipnot daha veriyor falan. Derken arka sayfayı bir çeviriyorsun, yamuk yazmış. Bir diğer yerde sayfayı okumak için ayna kullanman gerek. Daha neler neler… Bu bir oyunsa, oyun diyelim. Adı her neyse. Deneysel olduğu kesin. Bunu Türkçeye veya başka bir dile çevirmek de ayrı bir mesele. Onu da başarmışlar. Double double yani. Lafı çok uzattım ama şuraya geleceğim, başta da dedim, oyunlaştırarak anlatmak gibi bir çabam gerçekten yok. Sadece yazının olanakları neler olabilir, bunun üzerinde düşünüyorum. Ortaya çıkanlar da bu düşüncenin ürünü. Başarılıdır başarısızdır, seven olur sevmeyen olur, bu ayrı bir konu. Ama benim evrenim böyle. Öte yandan katlanılır kılma konusunda da emin değilim. Bir şey yazıyorsun, onun zihninde kapladığı bir alan var. Seni uyutmuyor, belki yoruyor, zorluyor. Yani yazıya dökme sancısı anlamında değil, o konunun kendisinden bahsediyorum. Ne bileyim köpeğin ölmüştür mesela, bu senin için bir derttir. Bunu nasıl yazarsan yaz -şayet yazacaksan- önemli değil, o dert senin içinde öylece durur. Oyunlaştırarak anlattık diye meselenin kendisi daha katlanılır olmaz bence.

Haklısın. Bence de daha katlanılır olmaz. Bu söylediklerinden, aklıma öykünün ne olabileceği, onu nasıl tanımlayabileceğimize dair sorular geldi. Öyküde denenen tarzlar adedince bir öykü tanımı yapılabilir mi yoksa herkes kendi yoluyla aynı yere mi varıyor?

Senle kişisel sohbetlerimizde de belki konuşmuşuzdur benzeri konuları. Ben kesinlikle bunların önemli olduğunu düşünmüyorum. Türler, alt türler, yan türler… İsminin bir önemi yok benim gözümde. Önemli olan anlatının kendisi. Okura ulaşıyor mu, duygusal ve/ya zihinsel anlamda temas ediyor mu? Bir meselesi var mı yoksa kendinden öncekileri tekrar mı etmiş bir şekilde? Bir sürü sorum var bunlara dair ama hiçbiri öykü şöyledir, şudur budur gibi tanımsal açıklamalara gitmiyor. Hep diyorum, belki resim yapabilsem ressam olacak, derdimi öyle anlatacaktım. Belki bütün hikayemi karıncalar üzerine yapılmış bir belgeselde görebilirim. Mümkün. Geçenlerde astronomi üzerine bir belgesele bakıyordum, aaa dedim ben bunu anlatmaya çalışıyorum işte. Halbuki o belgeseli hazırlayan bambaşka bir yerden gitmiş benim gidiş yolum apayrı. Ama derdimiz aynı veya benzer. O yüzden aynı yere mi varıyor, gidiyor bilemem ama herkesin kendi yolunda gitmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Zaten gün sonunda bize eşlik edecek olanlar kalıyor yanımızda.

“Belgeseli hazırlayan başka yoldan gitmiş. Benim yolum apayrı.” Bu cümleler bana şunu hatırlattı: Sana bir hikâye yazdıran bir sokaktan ikinci kez geçtiğinde başka bir hikâye yazacağını düşünüyorum. Sorum şu, hep diğer final ya da yol var mıdır? Yoksa öykü biter mi? Ya da sen anlattıklarınla ilişkini nasıl kuruyorsun?

Benim anlattıklarımla ilişkim genelde o dediğin “diğer” üzerine kurulu. Çok basit bir yerden başlıyordu aslında benim hikayem. Babam öldüğünde 3 yaşındaydım. Bunu ajitasyon olsun diye söylemiyorum, yani durum öyle değildi. Aklım biraz ermeye başlayınca, sanırım biraz maddiyatla da ilgili bu, acaba babam hayatta olsaydı yaşamımız nasıl olurdu diye hep düşündüm. Yokluğu illaki hissetmişimdir ama bu dediğim onunla alakalı bir şey değil. Duygusal değil yani matematiksel bir şeyden bahsediyorum. O ihtimal benim hep kafamı kurcaladı. Demem o ki orada bir öykü bitti ama başka bir öykü başladı. O yeni başlayan öykünün dallarında da başka öyküler hep kaldı kafa kurcalayıcı olarak. İllaki bir yol var, başka bir yol. Ama nereye çıkıyor onu bilmiyoruz. İnsan sadece yaşadığını biliyor. Diğerini bilemese de orada öylece durur o hikâye de. Bu ve benzeri durumlar, yani aslında yeterince yukarıdan bakarsak, ne kadar küçük olduğumuza dair yaşadığım farkındalık, ilerleyen yaşlarımda da karşıma çıktı, hâlâ da çıkıyordur. Hepimizin karşısına çıktığı gibi. İşte yazdıklarımı da ilk elden etkileyen fikirler bunlardır sanırım. Sonuç olarak, hayır abi, öykü bitmez. Öykünün bitmediğini, asla bitemeyeceğini herkes de biliyor bence. Herkes…

Öykü bitmiyor ve ihtimaller sonsuz. Aynı “Dışa Doğru Genişleyen Bir Cüzdan Üzerine On Olasılık” öyküsü gibi.

O öyküyü sen bayağı seviyorsun galiba, daha önce de bir iki kere onun ismini özellikle vurgulamıştın.

İlker Aslan

Doğrudur, evet. İyi bence. Şuna geleceğim; bu ihtimalleri belirleme noktasında, insan bir yerde birini beklerken, o anki hayali ya da düşünceleri içinde bulunulan yere göre şekilleniyor gibi geliyor bana. Bu bir ilk kitap. Beklediğin yerleri ve düşündüklerini okuyabiliyoruz. İlker nasıl bir yerde zamanda ruh halindeydi bu öyküler yazıldığında?

Tabii bunun tek bir cevabı yok. Sen de tahmin ediyorsundur zaten, yazan birisi olarak. Ama ne demek istediğini anladım. Mekânın ve zamanın, daha doğrusu bu ikisinin birleştiği o “anın” kişinin üstünde mutlak bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Hiçbirimiz bundan azade değiliz. Ama o anları nasıl yorumladığımız, neler düşündüğümüz önemli. Belki benimle benzer durumda kalan başka birisi bambaşka şeyler düşünüp yazacak. O yüzden hem anı deneyimleme dediğimiz şey hem de yazma eyleminin bizatihi kendisi fazlasıyla kişisel süreçler. Öznel. Ben de şu ruh haliyle şöyle bir dönemde yazdım gibi açıklamalar yapamam ama hayatımdaki yoğun çıkışların ve inişlerin olduğu zamanlarda daha çok kalem oynatıyorum diyebilirim. Sıradan olanın, rutinin dışına taşıldığında belki de. Bir dönem Ardahan’da görev yaptım, biliyorsun. Kaldığım evin bir penceresi karşıki tepeye bakıyordu. Ufak bir vadi gibi düşün. Ben bir tarafındayım. Ortadan ufak bir dere akıyor. Karşı tepe dediğim yerde de hapishane var. Geceleri, belli saatlerde siren sesi gelirdi. Hapishane hayatı hakkında çok şükür bir şey bilmediğim için ne anlama gelirdi o siren kestiremiyordum ama bu beni çok etkilerdi. Gözetleme kulesinde bir asker, aradan dışarı çıkardı. O manzara beni çok etkilemiştir mesela. Hâlâ da aklımdadır. Şuraya geleceğim, belki orada uzun zamandır ikamet eden bir başkası için o manzara artık hiçbir şey ifade etmiyordur. Bu tamamen durduğun, baktığın, olduğun yerle ilgili. Bir deniz kenarındasın, güneş batmak üzere. Taşları üst üste dizmişsin, güneş tam o pozisyondayken, ufak bir gölge düşmüş denize. Sonra bir şey oluyor, taşlar devriliyor. O taşları bir daha aynı şekilde dizme ihtimalin yok. Güneş aynı yerinde değil bir kere. Her an değişiyor. Nasıl dizeceksin… Bu tip değişimler, küçüklü büyüklü, bazılarına çok basit gelebilecek şeyler beni etkiliyor. Ruh halimi tam olarak anlatmama imkân yok ama bu söylediklerim belki aşağı yukarı bir fikir verebilir. O tepeye yine bakacağız ama. Taşları yine dizeceğiz. En azından deneyeceğiz. Başka türlü nasıl yaşanırdı ki…

Mesele biraz da bu galiba. Taşları dizmeye çalışmak. Denemek yani. Böyle planlarının olmadığını biliyorum ama illa bir isim koymak gerekirse denediğin şeyler yine öykü olarak mı ortaya çıkıyor? Ya da tam tersi dünyanın halleri yazma sürecini etkiledi ve bekleme halinde misin?

Ben zaten kurmaca anlamında hiç üretken biri değilim. Bunu az çok biliyorsun. Sen benden çok daha üretkensin kesinlikle. Kolay yazabilen biri değilim. Gerçekten yazılmaya değer bir şey olduğuna inanmam gerek. Gorki, -kime yazdığını hatırlamadığım- bir mektubunda, kendini bir türlü iyi bir yazar olarak görmediğini, yazdıklarıyla tam anlamıyla barışamadığını söylüyordu. Galiba bu durum bende de biraz var. Bir türlü içime sinmiyor. Bekleme hali dedin ya, o yüzden bunu söylüyorum. Bu bir bekleme haliyse, dünyanın şimdiki veya daha önceki hallerinden bağımsız bir bekleme halidir bendeki. Yani salgın şartları illaki bir şeyleri hem bireysel hem toplumsal olarak etkiledi ama zaten öncesinde de takır takır yazabilen birisi olmadım hiç. O yüzden ağır aksak ilerliyor. Bir iki öykü karaladım. Onlar üzerinde çalışıyorum. Yazdıklarım yine kafamda bir öykü dosyası oluşturabilme biçiminde ilerliyor. Ortak bir izlek var zihnimde. Eğer becerebilirsem, şayet olursa yani, sonraki dosya da öykü dosyası olur. Öte yandan kafamda bir de roman kurgusu, roman demeyeyim de belki novella tarzı bir şey var. O da zihnimi meşgul ediyor ama şimdilik biraz arka taraflarda bekliyor. Dediğin gibi türlere sıkıştırmayı seven biri değilim ama ortaya çıkan metinler de illaki bir formda olacak. Onu da son virajda göreceğiz artık. Bakalım…

Bekliyoruz. İlk kitap yeniden hayırlı olsun. Dünya için daha iyi, senin için daha üretken bir yıl olur umarım. Son soru, Avrupa Şampiyonasında favorin kim?

Eyvallah abi. Herkes için olur umarım bu dediklerin. Valla şampiyonada bir favorim yok aslında. Güzel maçlar izlersek ne âlâ. Ama ben bu tip turnuvalarda hep sürpriz takımların yukarılara çıkmasını umarım. Shevchenko’dan ötürü Ukrayna biraz ileriye gitsin isterim mesela. Veya Macaristan’da bizim oğlan oynuyor, Attila. Gönül kayıyor oraya da. Makedonya çok zayıf ama en iyi üçüncülerden olup gruptan çıksa tatlı olurdu. Şampiyonluk için büyük sürpriz adayım yok. Fransa’yı çok yakın görüyorum. Sonra Almanya veya İtalya. İspanya bence zayıf, şansı az. Belli de olmaz tabii. Yine lafı uzattım. Futbol olunca sabaha kadar konuşurum biliyorsun.

Rusya’nın futbolda iyi olmadığı belli oldu. Gelenektir, Fransız edebiyatından okurlar için bir tavsiyen ile sohbetimizi bitirelim o halde.

İlla Fransız olsun diyorsan yakın zamanda Annie Ernaux’dan “Seneler”i okumuştum, tavsiye ederim. Kişisel biyografi üzerinden bir dönemin toplumsal tarihini, geçiş evrelerini, değişim ve dönüşümleri çok güzel anlatıyordu. Sadece edebi değil aynı zamanda sosyolojik bir metin olarak da okunmalı bence. Onun haricinde Fransız değil Alman ama Daniel Kehlmann’dan Gitmeliydin‘i okudum birkaç gün önce. İncecik bir novella. Kurgusu, anlatımı çok hoşuma gitti. Diğer kitaplarını da edinip okuyacağım. Bu arada sen Ruslardan vazgeçme yine de. Futbol konusunda haklısın ama edebiyatın hası orada bence…