
Dayım Hasan’a
Kızı kaçıracak mıydık, kaçırmalı mıydık, hepsinden önemlisi kaçırabilir miydik? Buralarda homo economicus işlemezdi. Çay, tabanca ve öfke hüküm sürerdi. “Sizin oralar western filmleri gibi mi?” diye sormuştu bir arkadaşım. “Hayır,” demiştim. “Kovboyların işlemeli silahları yok, onlar sevdikleri kızı kaçırmıyor ve bir yaban domuzuyla kan davası gütmüyorlar.”
Ali seviyordu, biliyordum, her haline yansıyordu bu. Fakat önce istemeliydi kızı. İlk çare kaçırmak değildi. Bir türlü anlatamıyordum bunu ona. Elini omzuma koyuyor ve “anlamıyorsun,” diyordu. “Emicem onlardan kız aldı, o kızın kardeşini bana yâr etmezler. Beni emicemle bacanak etmezler. Kural bu!”
Bense sulhe inanıyordum. Gereksizdi tüm bu adrenalin. Hangi yüzyıldaydık yani. İnsanoğlu Mars’a koloni kuracaktı. Kız kaçırmakta neyin nesiydi? Araya büyükleri sokup bu işi çözerdik. Fakat ne yaptımsa ikna olmadı Ali. Bir akşamüstü yanıma gelip elini gene omzuma koydu. Bunu yaptığında belanın geleceğini bilecek kadar tanıyordum onu. “Bu gece,” dedi, “babamın serçeyle kızı kaçıracağız. Ve sen muşmula suratlı, çocukken seni kızılcıktan kurtardığım günlerin hatırına bana yardım edeceksin.”
“Peki,” dedim çaresiz. Gece olunca atladık serçeye. Ne hikmetse Ali’nin Emicesi de bir kırmalı tüfekle geldi. Haberimiz serçenin bangır bangır ses çıkaran hoparlörlerinden mi yoksa Ali’nin kahvede planını açık seçik anlatmasından mı bilmiyorum, kız tarafına ulaşmıştı. Neyse ki bizde de tabanca vardı. Galya’nın Roma’yı kuşatmaya kalkmasına benzedi bu. Yarı otomatiklerin sesini daha kızın evinin önündeki toprak yola girmeden işittik. Ali’ye “dönelim!” dediğim halde “kızı almadan gitmem!” diye diretti. Bu kez havaya değil arabanın camlarına isabet etti birkaç mermi. Ali, “yırmağa!” dememle direksiyonu kırdı. Vurduk çaylıklardan aşağıya. Araba sıkışınca güç bela inip kendimiz koşmaya başladık. Arkamızdan sıkıyorlardı. Bir süre sonra zifiri karanlıkta birbirimizi de kaybettik. Var gücümle koşuyordum. Aniden tüm bedenimi yakan o metal acıyla tanıştım. Kurşunu yemiştim. Yırmağı bulunca çakmağı yakıp önümü gördüm. Paçalarımı sıyırmadan atladım içine.
Telefonu başımın üzerinde tutup karşı kıyıya çıktım zorlanarak. Hâlâ ıslak toprağa uzandım. Kan kaybettiğime emindim. Beni bulamazlarsa öleceğime de. Ali’yi aradım. İlk çalışta açtı. Merak ettim nedense, telefon elinde ne yapıyordu? “Twittera bakıyordum,” dedi. Anderi fuşki serçemi kurşun yağmuruna tuttular ama gündemde değiliz. Bir sunucunun yemek takımı, bir popçunun ayakkabıları var gündemde biliyor musun?”
“Lan Ali,” dedim, “vuruldum. Kan kaybediyorum. Gelin alın beni.” “Konum at,” dedi hemen. Konum atıp telefonu kapadım. İnlemeye başladım. Nereden vurulduğuma aceleden bakamamıştım. Şimdiyse bakmaya korkuyordum. Gelmeleri bir ömür sürdü sanki. Bayılmak üzereydim Ali telefonun fenerini suratıma tuttuğunda. “Ali,” dedim. “Hakkını helal et, benim varsa helal olsun. Çok mutlu olun. Çocuğunuza da benim ismimi koyun.”
Ali, el fenerini vücudumda gezdirip enseme bir şaplak attı. “Senin burnuna osurayım,” dedi. “Kolunu sıyırmış mermi. Kan bile akmamış doğru düzgün.” Sonra gözleri doldu. “Özür dilerim lan, lafını dinlemedim. Söz yarın gidip isteyeceğim kızı.”
Ahmet Tarık Tekoğul