Alfred Dreyfus’un “Ömrümden Beş Sene” adlı kitabı Vacilando Kitap tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni Ahmet Şimşek ile konuştuk.

Ahmet Şimşek

“Ömrümden Beş Sene”yi çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Dreyfus Olayı’nı ilk Proust’un kitaplarından duydum, daha üniversitedeydim o zamanlar ve Alfred Dreyfus’ü merak edip araştırmştım. Zola’nın Suçluyorum’unun Dreyfus’la ilgili olduğunu da o zamanlar fark ettim. Dreyfus Vaka’sını anlatan epey bir çeviri kaynak var. Ama gördüm ki Dreyfus’ün merkezinde olduğu olaylarla ilgili kendi yazdığı kitapları olmasına rağmen hiçbiri Türkçe’ye çevrilmemişti. Bunu epey tuhaf buldum, hatta bir eksiklik gibi gelmişti bana. Olayın zamanında ne kadar büyük yankı uyandırdığını bilen bilir. Neden Dreyfus’la ilgili bunca kitap vardı ama Dreyfus’ün kendi kitabı yoktu? Son iki senedir az da olsa bir iletişimim olduğu tüm yayınevlerine kitabı çevirmek için öneride bulunuyordum. Vacilando Kitap’ın kurucusu Mustafa Okumuş, Dreyfus’un hikâyesi için benim gibi heyecanlanan tek insan oldu. İkimiz de kitaba çok inandık ve bu heyecan iki taraf için de motive ediciydi sanıyorum.

Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?

NedenSeymour adlı blogumda hobi olarak kısa öyküler çeviriyordum. Sonra bir çevirmen arkadaşım beni bir yayınevine önerdi, kurgu eser çevirmek istediğimi söyledim ama verdikleri ilk işi kabul ettim. Belçika’dan bir deneme kitabıydı. Sonrasında birkaç çeviri işine başlayıp yarım bıraktım. Çeviriyi bir iş olarak göremiyorum çünkü. Çevireceğim kitapla duygusal bir bağ yakalamam gerekiyor. Bunun sadece kitapla da ilgisi yok. Dreyfus’u çevirmeyi çok istedim çünkü hikâyesinin onun ağzından da okunması gerektiğini düşündüm. Bu tarz bir bağ yakaladığım her kitabı çevirebilirim sanırım ama artık kurgusal bir şeyler olsun istiyorum. Bir yazar olarak da kurgu eserlerin bana daha fazla şey katacağına inanıyorum. Yazmak için bir rutinim olmadığı gibi çeviri için de bir rutinim yok. Geçenlerde biri bana “Çeviri yapmak yerine kendi kitabını yazabilirdin,” dedi. Severek yapsam da çevirmenlik yazarlığın önüne geçsin istemiyorum. Zaten kolayına çeviri işi de alamıyorum artık ama çevirmeyi aşırı arzuladığım bir yazar var. Onun için bir süreliğine her şeyi erteleyebilirim.

“Ömrümden Beş Sene”nin çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Çeviri üç ay kadar sürdü. Tabii öncesinde Dreyfus Vakası’yla ilgili yaptığım araştırmaları saymıyorum. Mustafa Okumuş’un Vacilando için düşündüğü yayıncılık anlayışında herhangi bir süre sınırlaması ve yetiştirme baskısı yok, en azından benimle yok. Mustafa Bey, yazar olarak da çevirmen olarak da beni hep özgür bırakıyor, hiçbir işin zorlama yapılıp yaratıcı güzelliğini kaybetsin istemiyor sanırım. Bu nedenle zaman konusunda çok rahattım. Yine de konuştuğumuz tahmini bir teslim tarihi vardı ve kendimi ona göre ayarlamıştım. Yılbaşı haftası bir akşam laptobumu düşürüp kırdım ve bu sakarlık iki haftalık emeğime mal oldu, konuştuğumuz teslim tarihini de iki hafta geciktirmiş oldum. Ömrümden Beş Sene için en zoru buydu. Bir de bazı askerî makamların ve terimlerin Türkçe karşılığını bulmakta biraz güçlük çektiğimi hatırlıyorum. Çok sık sözlüklere başvurdum. Kitap bittikten sonra İngilizce baskısından kontrol okuması da yaptım ve gördüğüm farklılıklar beni hem şaşırttı hem çok şey öğretti.

Alfred Dreyfus orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?

Alfred Dreyfus her şeyden önce bir asker. Onu bir yazar olarak değil meramını doğrularıyla anlatmak isteyen, yazıda bile hakkını arayan bir yurttaş olarak değerlendiriyorum. Dreyfus’un dil kullanımında ve üslubunda öne çıkan bir şey varsa o da hakikati dolaylamadan aktarmak istediği için tercih ettiği sadeliktir. Bu bir otobiyografi-anı kitabı. Ömrümden Beş Sene’yi farklı kılan ilk unsur anlatılan olayların gerçekliği bence. Bir yerden sonra bu gerçeklik öyle bir yere gidiyor ki acaba kurgu mu okuyorum diye kuşkuya düşüyorsunuz. Bu, eğer yazar olarak bakmak istersek, Dreyfus’u daha başarılı bir yazara, kitabını da daha çarpıcı bir metne dönüştürüyor. Ama Dreyfus hepsinden önce bir asker. Metinde usta bir yazarın elinden çıkmış olsaydı çok başka bir boyuta taşınacak birçok kısım var bence. Yeniyetme bir yazar olarak bakınca benim ‘ben olsam böyle yazardım’ dediğim yerler olmadı değil. Ancak Dreyfus’a, yani yazara olan saygımdan tek bir cümleyi dahi güzelleştirmeyi aklımdan geçirmedim bile. Ben de bir gün yazdıklarım çevrilirse daha iyi olması için süslensin istemem çünkü. Dreyfus’un derdi hikâyesini en anlaşılır şekilde insanlara aktarmaktı, ben de aynısını, elimden geldiğince Türkçede denedim.

Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?

Sanırım Haziran 1897’de olacak, Dreyfus’un tutulduğu Şeytan Adası’nın komşu ada kıyısında bir yelkenli görüyorlar ve herkes hemen alarma geçiyor. Dreyfus o sırada barakasında silahlı bir nöbetçi gözetiminde tutuluyor ve olan bitenden habersiz füze sesiyle uyanıyor. Nöbetçi sorularını yanıtlamıyor çünkü konuşması yasak. Ama dışarıda büyük hengame var ve eğer Dreyfus paniğe kapılıp yatağından fırlamış olsaydı muhtemelen o an canından olacaktı. Çünkü o sıralar hapishane yönetmeliğinde bir değişiklik yapılmıştı. Asker onun kaçmaya yeltendiğini düşündüğü on onu vurma yetkisine sahipti. Dreyfus’un o an dâhi soğuklanlılığını koruması, nasıl güçlü bir karaktere sahip olduğunun ufak bir örneği ama bu sahne beni çok etkilemişti.

Ahmet Şimşek’in Fotoğrafı: Arailym Aliakbarova