
Bay Ölüm’le uzun süre aynı pansiyonda kalmak son derece kafa karıştırıcı. Özellikle de ölümle yaşam arasında tercih yapmakta zorlanan benim gibi tuhaf insanlar yönünden. Üstelik adam kimliğini de ısrarla inkâr ediyor. Sözüm ona sıradan bir mirasyediymiş. Sürekli siyah kıyafetler giymesinin ölüm meleği ya da şeytan gibi bir şey olmasıyla uzaktan yakından alakası yokmuş doğallıkla, sevdiği tek renk siyahsa ne yapsınmış yani. Üstelik, ne güzel kir de göstermiyormuş siyah, ayrıca daha zayıf bir görünüm veriyormuş kişiye. Hayal gücünüze hayranım ama unutmayın ki bu her zaman haklı olduğunuz, isabetli tahminlerde bulunabileceğiniz anlamına gelmez elbette, diyor bana. Arada bir kısa süreli kent dışı seyahatlere çıkmamı, pansiyon dışından yeni insanlarla tanışmamı, örneğin birkaç hobi edinmemi, kısacası yaşama alanımı genişletmemi, kendimi, duygularımı bu yollarla yenilememi öneriyor babacan tavırlarla. Kusura bakmayın ama sizin ruhunuz kararmış, hatta kokuşmuş üstadım, diyor. Oysa ben onun kim olduğundan adım gibi eminim. Etrafımda ustaca dans ediyor, çemberi köpekbalıkları gibi giderek daraltıyor. Gerilimi sinsice artırıyor. Ondan kaçsam mı, yoksa soluğumu tutup bedenimi onun karanlık koynuna mı teslim etsem bilemiyorum, karar veremiyorum. Acaba benim açımdan hangisi daha mantıklı?
Gerçek mirasyedi aslında benim, o değil. Son üç yıldır bu pansiyonda kalıyorum. Öyle pahalı, ahım şahım bir yer sayılmaz. Zaten benim de daha iyisinde gözüm yok. Sonuçta temel ihtiyaçlarım düzenli biçimde karşılanıyor. Orta yaşı geride bırakmak üzereyim. Hayatım boyunca çalışmadım, çalışmayı aklımın kıyısından bile geçirmedim. Varsıl babamın, önce cömert miktardaki harçlıkları, sonra da biricik mirasçısı sıfatıyla bana bıraktıklarıyla hayatımı iyi kötü sürdürdüm, sağ salim bugünlere kadar geldim. Parlak, imrenilesi bir hayat olduğu söylenemez tabii bunun ama beğenin ya da beğenmeyin yine de bir hayat sonuçta. Özellikle kendisininki olunca, insan bir hayattan öyle kolayca, hiç tartışmadan, pazarlıksız vazgeçme, onu ne idüğü belirsiz bir ölüm meleğinin sıska, kurumuş avuçlarına elleri titremeksizin öylece bırakma gücünü kendinde bulamıyor. Yanlış anlaşılmasın, ona değer verdiğinden değil, sonrasında onu neyin beklediği konusundaki alt edilemez cehaletiyle sonu gelmez endişelerinden dolayı. Belki de Bay Ölüm, kendisiyle işi bitenleri sonrasında bekleyen bir şeyler olup olmadığını biliyor ama bunu henüz hayatta olan biz fanilerle paylaşmaya yanaşmayacağı da kesin. Ona sormaya bile gerek yok bunu.
Hemen yan odamda ikâmet ediyor. 9 Numara’da. Benin oda numaram 8. Ondan önce çok yaşlı, kendine bakmaktan aciz, günde iki kez bir refakatçinin ziyaret edip ilgilendiği bir kadın kalıyordu o odada. Onun ölümünün hemen ertesi günü, sözünü ettiğim gizemli şahıs aniden pansiyonda belirip ölü odasına bir güzel yerleşti. Bu mânidar ayrıntıya dikkatini çektiğimde, başka deyişle kendisini canını aldığı kadının odasını da hiç utanıp sıkılmadan işgâl etmekle suçladığımda gülüp geçiyor bana o her zamanki aşırı neşeli, pozitif tavrıyla. Ne yalan söylesin, basit bir tesadüfe bu kadar anlam yüklemem onu hayli şaşırtmış. Maalesef hiç de sağlıklı düşünemiyormuşum belli ki. O olmasa bir başkası gelip yerleşirmiş odaya. Ayrıca bir gece öncesinde birinin son soluğunu verdiği bir odaya taşınmak, orada gecelemek onu hiç de rahatsız falan etmiyormuş. Zaten neden etsinmiş? Ölüm, dünyanın en doğal olayıymış. Özellikle de yaşlı, eli ayağı tutmayan bir kadınsa söz konusu kişi. İnsan belki doğar, bir ihtimal bu dünyaya gelirmiş ama günün birinde son nefesini vermek, her insan için beslenmek, büyümek, sevişmek kadar doğal bir olguymuş. Doğum, ölümün tek nedeniymiş hatta. Benim gibi zeki, eğitimli birinin bu kadar açık, basit bir hakikati hiç göremeyişi, algılamayışı kendisini hayrete düşürüyormuş zaman zaman vs. vs. İşte böyle beylik, hiçbir özgün yanı olmayan laflarla inkâr ediyor acı gerçeği, kafamı karıştırmaya, aldatmaya kalkışıyor beni, karşısında küçük bir çocuk varmış gibi tatlı sözlerle kandırıp avutabileceğini sanıyor. İtiraf etmem gerekirse bunu bazen başarıyor da üçkâğıtçı. Yanılan ben miyim acaba diye soruyorum kendime ağır bir suçluluk hissiyle, o çok bilmiş sözlerini tamamladığında. Acaba biraz haksızlık mı ediyorum ki zavallıya?
İki kez, yakalanmamaya çok dikkat ederek takip ettim kendisini. Ne yazık ki şüpheli herhangi bir davranışta bulunmadı onu izlediğim uzun süreler boyunca. Arkadaşlarıyla buluştu, düzensiz bir ilişkisi olduğunu tahmin ettiğim orta yaşlı bir kadının evine girip iki saat kadar sonra gayet neşeli, rahatlamış hâlde dışarı çıktı. Bir keresinde tek başına oturup pahalı bir lokantada iştahla yemek yedi, üzerine tadını çıkara çıkara, çevresini zevkle süzerek kahvesini içti, büyük bir kitapçıda uzun süre dolaştı (hiç kitap almadı), akşama doğru bir sinema salonuna girdi. Normal bir insanın yapacaklarından farklı bir şey yapmadı kısacası. Sandığımdan daha kurnaz, sinsi bir tabiatı olsa gerek. Kendini bu kadar kolay ele vermeyeceğini daha en başta tahmin etmeliydim.
Pansiyonda, ev sahibemiz ile bir kadın çalışan hariç on kişiyiz. 9 Numara dışında hepsi uzun zamandır burada yaşıyor. Geçinilmesi güç olmayan, halim selim kimseler tümü de. Ev sahibemiz müşteri seçimi konusunda son derece titiz ve mahir. (Bay Ölüm hariç elbette.) Şimdiye dek hiçbiriyle kavga etmedim, tartışmadım, olumsuz bir deneyim yaşamadım. Gül gibi geçinip gittik amiyane tabiriyle. İçlerinden ikisiyle gayet samimiyiz de hatta. Hemen her şeyi konuşuruz aramızda. Acımasızca, gürültülü kahkahalar eşliğinde diğer pansiyonerlerin dedikodularıyla taklitlerini yaparız. Onlara 9 Numara’yla ilgili korkunç şüphelerimden de bahsettim tabii. Ne de olsa güvenebileceğim, eskiden beri sevip saydığım komşularım bunlar. Bir çatı altında yaşadığım, aynı işletmenin demirbaşı, sermayesi olduğum tamamen iyi niyetli, saygıdeğer, sevecen kimseler. Yalnızlığa yatkınsam da öyle tümüyle yabani, dağdan inme bir insan da sayılmam. Artık o kadar da uzun boylu değil. Onlar da bana güvenirler sağ olsunlar, özel hayatlarına, mazilerine ilişkin her şeyi hiç çekinmeksizin, duraksamaksızın paylaşırlar benimle zaman zaman. (Hiçbiri de burada anılmaya değer şeyler değil.) Hemen her konuda gayet iyi anlaşırız. Ayrı düştüğümüz, tartıştığımız pek olmaz. Hatta yemeklerimizi de birlikte, tatlı bir sohbet eşliğinde, aceleye getirmeksizin yeriz genelde. Yıllardır birlikteyiz, artık neredeyse mutlu, uyumlu bir aile gibi olduk. Ama ne yazık ki onlar da beni hiç anlamıyor, bana birazcık olsun inanıp güvenmiyor, tam tersine korkunç derecede yanıldığımı kanıtlamaya çabalıyorlar ne zaman şu Bay Ölüm konusu açılsa. Hatta 9 Numara’yla benzer önerilerde bulunuyorlar hiç utanmadan budalalar.
Aslında ölümden korktuğum falan yok kesinlikle. Kendimi övmek istemem ama şu hayatta beni korkutup ürküten az şey oldu zaten. Çok da aklı başında sayılabilecek biri olmadığım için genellikle tehlikelerin üzerine üzerine gittim, hiçbir şey karşısında geri adım atmaya, onunla birazcık bile uzlaşmaya yanaşmadım, artık ne olacaksa olsun, çok da umurumda sanki, en belalısı, çetrefillisi gelsin gelecekse, diye düşündüm. Hatta var olmamayı, doğumumuzdan önceki o mutlak yokluğu en ideal ontolojik konum olarak kabul ettiğim bir sır değil. İnsanlarla her fırsatta paylaşırım bu kâti düşüncemi. Varoluşu trajik bir kaza, ölümcül bir yara olarak görüyor, hissediyorum kendimi bildim bileli. Şu dünyada bir saniye bile daha az vakit geçirmeyi kazanç sayarım ilk gençliğimden, hatta çocukluğumdan bu yana. Peki o hâlde derdim ne? Neden nefret ediyorum Bay Ölüm’den, onun böyle sinsice etrafımda dolaşmasından, kimliğini alçakça gizlemesinden?
Sorun şu ki, o tüyler ürpertici ölüm ânı, başka deyişle yaşamdan yokluğa ya da bilemediğimiz başka bir varlık boyutuna geçiş ânı delicesine huzursuz ediyor beni. Bunu düşündükçe öfkeyle korkudan neredeyse aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Uykumda ölmeye hiçbir itirazım yok örneğin. Hatta şiddetle arzuluyorum bunun gerçekleşmesini. Bilinci kapalıyken ölen insanları acayip kıskanıyorum, onların yerinde olmak ya da onlardan biri olmak için her şeyi yapardım. Yeterki boğazım şiddetle sıkılıyormuş, tüm ruhum sanki cehennemdeymişçesine yanıp tutuşuyormuş hissine kapılmayayım son nefesimi gönülsüzce verirken. Celladımın ellerinde, gözlerim dehşetten dışarıya uğramış hâlde can çekişmeyeyim, belki de korkudan altımı ıslatmayayım. Böyle utanç verici, acınası durumlara düşmeyeyim mümkünse.
Bunları zaman zaman 9 Numara ile de açık açık konuşuyorum. Pazarlık önerisinde bulunuyorum yani kendisine. İsterse, o da uygun bulursa bir gece odamın kapısını hafif aralık bırakabileceğimi, sessizce içeri girip uykumda canımı dilediği yöntemle alabileceğini, buna hiçbir itirazım olmadığını, hatta bunu yaparsa hayatının en büyük iyiliğinde bulunmuş olacağını, eğer varsa sırf bu sevap sayesinde cenneti garantileyeceğini söylüyorum kendisine. Başının derde girmemesi için arkamda ayrıntılı bir intihar mektubu da bırakacağımı ekliyorum sözlerime tabii ama adamın tüm yaptığı bu içten sözlerime kahkahalarla gülmek. Israr edersem de öfkelenip konuşmaya derhal, kabaca bir son vermek, yanımdan söylenerek kalkıp gitmek. Şakayı dozunda bırakmak gerekirmiş, ona böyle katil ya da azrail muamelesi yapmam hiç mi hiç yakışık almıyormuş, kimseye zararı olmayan, benim dışımda herkesçe sevilip sayılan biriymiş beyimiz. İlle de anlamsız varlığıma bir son vermek istiyorsam, bunun benim de bildiğimden emin olduğu sayısız yolları, yöntemleri varmış, bunların bazıları o kadar acı verici, göz korkutucu da değilmiş, bir saniye bile sürmeyecek o geçiş ânından neden bu kadar çekindiğimi de hiç anlayamıyormuş doğrusu. Sonuçta herkesin ortak yazgısıymış ölüm ama kimse benim gibi böyle hezeyanlar içinde çırpınıp, sırf siyah giyiniyor diye etrafındaki suçsuz insanları itham etmeye, durduk yere ortalığı küçük çocuklar gibi velveleye vermeye kalkışmıyormuş. Ayrıca bu yersiz kuşkularımdan, paranoyakça düşüncelerimden neredeyse her önüme gelene bahsettiğimden de haberdarmış. (Öte yandan, zaman zaman onu takip ettiğimden de ciddi anlamda kuşkulanıyormuş bir süredir.) Böyle yapmaya devam edersem belki de bana artık dava açacakmış. Acımaktan vazgeçip hakkımda suç duyurusunda bulunacakmış savcılığa. Gerçi herkes benim yarı deli olduğumun elbette ki farkındaymış, belki de cezai ehliyetim bile tam yokmuş, ama son zamanlarda artık iyice zıvanadan çıkmışım ben, işi azıttıkça azıtmış, şakanın dozunu hepten kaçırmışım, tanımadığım insanlara bile bu saçma masalı zorla anlatıyormuşum her fırsatta. Hatta yoldan, yani pansiyonun önünden geçen zavallı insanları durdurup, onlara kendisini işaret ediyor, ona her daim dikkat etmelerini, ondan mutlaka uzak durmaları gerektiğini söylüyormuşum bu kimselere. Evet doğru. Hakikati inkâr edecek kadar alçalacak, onursuz biri değilim. Yapıyorum, çünkü artık bu adamdan ve onun bana yapıp edebileceklerinden başkaca hiçbir şey düşünemez oldum bir süredir. Çıkıp, şu gün, şu saatte gelip canını alacağım, kendini buna göre hazırla, metin olmaya çalış, biraz erkek ol, dik dur karşımda falan dese, yani kartlarını açık oynasa, bana karşı dürüst davransa ona da razıyım artık şu aşamadan sonra. Karakola gidip şikâyet edecek falan değilim yani kendisini. Adam haklı sonuçta. Onun elinden olmasa bile, günün birinde o korkunç gerçekle yüzleşmeyecek miyim sanki? Ama işte, nasıl denir bilirsiniz: ne kadar geç o kadar iyi. Hayat bana göre yaşamaya kesinlikle değmezse de ölümün nasıl bir şey olduğunu, kim, hangimiz birazcık olsun biliyor, tahmin edebiliyor? Ya dünya hayatından bile daha ürkütücü, dayanılmaz, bitimsiz de bir varoluş biçimi selamlayacaksa bizi biricik ruhumuzu teslim ettikten hemen sonra? Bana bunun gerçekleşmeyeceğinin garantisini kim, hanginiz verebilir ki?
Korkut Kabapalamut