Ayşem Dur

Su içmek için uyanmıştım. İki gece evveldi. Saat üç buçuğa geliyordu. Geceleri sık sık yaparım bunu. Ya çişim gelir ya da susarım. Bazen gecede birkaç defa uyandığım olur. İşin iyi yanı yatağa döner dönmez uykuya dalarım. Yoksa uykusuzluktan alarmı duymaz, her sabah işe geç kalır ve sonunda da kovulurdum. Neyse ki hiç uyanmamış gibi hemen uyuyabiliyorum. O da böyle bir geceydi. Uyandım. Çok susamıştım. Yarı kapalı gözlerle mutfağa gittim. Tezgâhın üzerinde, her zamanki yerinde duran su şişesini ağzıma götürmemle birlikte tiz bir çığlık işittim. Mutfak apartman boşluğuna bakıyordu. Bütün mutfakların ortak noktası olan boşluğa. Kadın mı erkek mi olduğunu anlayamadım. Tek bir çığlık. Sonrası yok. Ne bir konuşma ne bir ağlama ne de başka bir ses. Bütün apartman soluğunu tutmuş bekliyor gibiydi. Herkes neredeydi? Daha bir akşam evvel karşı komşuyla karşılaşmıştım. Havadan sudan konuşmuştuk. Çöpleri deviren kedilerden. Çöplerden etrafa yayılan pis kokulardan. Havanın ne kadar kirli olduğundan. Şimdi neredeydiler?

Binadaki tüm evleri birbirine bağlayan ana damar bu boşluk. Herkes herkesi duymasına rağmen kimse kimseyi duymuyormuş gibi bağıra çağıra konuşur. Yolda görsem tanımam belki ama seslerini net bir şekilde ayırt edebiliyorum artık. Birisi sürekli telefonda konuşuyor mesela. Kaçınca kattan bilmiyorum ama ses üstten geliyor. Altımdaki kadınsa şarkı söylüyor. Yüksek sesle. Hemen herkesin duyacağı şekilde. Neden yapıyor bunu anlamıyorum. Bazen çok rahatsız edici olabiliyor. Başka bir daireden ise sürekli kavga sesleri geliyor. Bir karı koca. Genç bir çift. Evlendikleri günden beri tartışıyorlar. Bütün bina neden kavga ettiklerini dinliyoruz. Çoraplar neden orada, bu yemek neden soğuk, kitapların yerini kim değiştirdi, “Kapat şu pencereyi artık! İçerisi buz gibi oldu!” Saçma sapan şeylerden kavga çıkarıyorlar hep. Bir arada olmak istemedikleri o kadar belli ki. Keşke ayrılsalar. Yazık. Başka bir evde ise hasta bir çocuk var. Annesi yanından ayrılmıyor. Çocuk yatağa bağımlı. Konuşması da biraz yarım yamalak. On sekizden fazla değildir. Anne ve babasının bazen mutfakta dertleşip ağladıklarını işitiyorum. Böyle anlarda yanlarına gidip konuşmak geliyor içimden fakat hangi dairede yaşadıklarını bilmiyorum. Başka birisi de sürekli sigara içiyor. Başlarda çok rahatsız olmuştum. Sonradan alıştım herhalde. Şimdi kokuyu almıyorum bile. Ve her binada olduğu gibi bizimkinde de bir müzisyen var. Gitar çalıyor. Güzel de çalıyor doğrusu. Şarkı söyleyen kadınla tanışıyorlar mı acaba? Çığlığı duyduğum gece, evlerden birinde kalabalık bir parti vardı. Gitar sesi eksik olmadı. Kayıt değildi. Birisi gerçekten çalıyordu. Bir binada, özellikle de bizimki gibi yirmi bir daireli bir apartmanda bu denli iyi gitar çalabilen iki kişinin olması ihtimali pek yüksek olmadığından, her zaman işittiğim gitarcı da sanırım o gece partinin misafirlerindendi.

Ne çok eğlendiler o akşam. Sürekli mutfağa girip çıkıyorlardı. Bir şey kutluyor gibiydiler. Gece güzel başlamıştı. İnsanın ağzını sulandıran lezzetli kokular geliyordu burnuma. Fırında ne olduğunu tahmin etmeye çalışmış, bulamamıştım. Ben de epey acıkmıştım doğrusu. Dolabı açtım. Umutsuz vakaydı. Bir elma alıp kapadım. El birliğiyle sofrayı hazırlıyorlardı. Birbirine vuran tabaklar, çın çın öten çatal bıçaklar. “Birisi şu bardakları alsın!” Elmamdan bir ısırık daha kopardım. “Eveet, kim ne getirmiş bakalım. Ooo şarap harika. Paraya kıyılmış bakıyorum.” “Eee, olsun o kadar. İnsan bir kere…” Duyamadım. ‘Hapşıran Kadın’ yine yapacağını yapmıştı. ‘Hapşu’ adında birine sesleniyormuş gibi ardı ardına yüksek sesle hapşırmaya başlamıştı yine. “Hapşuuu, hapşuuuu.” Evdekilerden birisi dayanamayıp yanına geldi. “Bu şekilde hapşırmak zorunda mısın? Bütün apartmanı ayağa kaldırdın.” Gerçekten sinir bozucuydu. “Ne yapayım canım. Elimde mi?” Işığı söndürüp mutfaktan çıktılar. Diğerlerinden de pek bir ses gelmiyordu. Herhalde yemeğe geçmişlerdi. Ben de elmamdan son bir ısırık alıp çöpe salladım. Işığı söndürüp televizyon izlemeye gittim. Fakat bir kulağım mutfaktaydı. Niye bu kadar merak etmiştim bilmiyorum, ama o an ben de aralarında olmak istemiştim. Onlarla birlikte o masada oturup fırında pişen o leziz şey neyse ben de onlarla birlikte yemek, ben de o pahalı şaraptan içmek istedim. Kalabalıktılar. Eğleniyorlardı. Gülüyorlardı. Kutluyorlardı. Güzel kıyafetler giyinmişlerdi. Fotoğraf çekiliyorlardı. Aralarından birisi ayağa fırlayıp tanıdıkları başka birinin taklidini yapıyordu. Hepsinin bildiği eğlenceli bir anıyı hatırlıyorlardı hep birlikte. Televizyonun sesini kısıp mutfağa gittim tekrar. Bir şişe de ben açtım. Üzerindeki etiketi okuyunca içimden “Ooo…” demek gelmediğine göre onlarınkiyle boy ölçüşemeyecek kadar ucuzdu. Olsun. Benden başkası içmeyecekti. Tezgâhın üzerine çıkıp pencereyi sonuna kadar açtım. Başımı birazcık çıkarıp aşağı baktım. Epey yüksekti. Kalabalık benim bir kat aşağımdaydı. Yansıyan gölgelerden net olarak görebiliyordum. Gece ilerlemişti. Gitar sesi geliyordu. Hareketli bir parça. Diğerleri de söylüyor. Dans ediyor olmalılar. Daha sakin bir şarkıya geçiyorlar sonra. Hüzünlüler. Ama mutlular da. Şarkı hepsini kolları arasına aldı. Arkadaşlıklarına duydukları minnetle birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar. Gitarcı yine havayı değiştirdi. Bundan sonrası bir süre hareketli devam etti. 90’lar, 80’ler, yerli, yabancı. Bir kadın ve erkek seslerini kontrol ederek Fransızca bir şarkı söyledi. Güzel bir düetle sonlandırdılar. Diğerleri alkış kıyamet. Sonra yine yavaş müziklere geçildi. Birkaç kişi mutfağa geldi. Artık iyice kulak vererek dinliyordum. Gözüm duvardaki yansımalarda. Biraz daha şarap alıp birer sigara yaktılar. Onlarla birlikte ben de.

“Nerede onda o para. Kesin yapmıştır bir şeyler.”

“Nasıl yani? O ne demek şimdi?”

“Aman canım işte. Çok pahalı diyorum. Görmediniz mi tarihini?”

Kendimi tutamayıp güldüm. Biraz önce gülüp eğlendikleri, samimiyetle omzuna dokunup iyi şans diledikleri, her şeyin gönlünce olmasını söyledikleri arkadaşları için şimdi neler diyorlardı.

“Hem hiç de güzel değil. Bizim getirdiklerimiz çok daha lezzetli.”

İyi ki kaçak izliyorum diye geçirdim içimden. Ben de bir şişe şarap alıp aralarına katılmış olsaydım, cebimden çıkacak paraya üzülürdüm doğrusu. Büyük hayal kırıklığı. Fransızca düet hariç. O çok güzeldi. Işığı söndürüp yatmaya gittim.

Gece saat üç buçuk gibi uyandım. Susamıştım. Yarı kapalı gözlerle mutfağa gittim. Su şişesi her zamanki yerinde duruyordu. Pencereyi açık unutmuştum. Aşağıdan ses gelmiyordu. Parti bitmişti anlaşılan. Kapağı kaldırıp ağzıma götürdüm. Bir yudum almıştım ki tiz bir çığlık işittim. Başka bir ses duyarım diye bekledim. Fakat herkes neredeydi? Şişeyi tezgâha bıraktım ve pencereye yöneldim. Dizimden destek alarak tezgâhın üzerine çıktım. Bakmaya korkuyordum. Sonunda merakım ağır bastı. Partinin olduğu dairede, bir erkek pencerenin pervazına sırt üstü yaslanmış, kıpırdamadan öylece duruyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmış, yüzü bembeyaz kesilmişti. Kırık bir şarap şişesinin boyun kısmı gerilmiş boğazının ortasında etine batmak üzereydi. Kırık parçayı kimin tutuyor olduğunu göremiyordum. Adam ağladı ağlayacak. Başını geriye attıkça boynu biraz daha geriliyor ve pencereden daha da aşağı sarkıyordu. Geri çekildim. Donup kalmıştım. Düşünemiyordum. Neydi o gördüklerim? Ne alıp veremedikleri vardı bu kadar? Ne yapmam gerekiyordu? Etrafıma bakındım. Hemen yanımda dün akşamdan kalan şarabın mantarı duruyordu. Kendimi göstermeden alıp aşağı fırlattım. Ve gözlerimi kapayıp bekledim. Birkaç saniye sonra aşağıdaki pencere kapandı. Dikkatlerini dağıtmayı başarmıştım. Derin bir nefes aldım. Apartmanın sessizliği ürkütücüydü. Az evvel içemediğim suyu bu defa tek dikişte bitirdim. Tezgâhtan indim. Pencereyi kapadım ve televizyon seyretmeye gittim.

Ayşem Dur