“Hayatlarınızdan Alacaklıyım” adlı dosyası ile Sennur Sezer Öykü Ödülü’nü alan Tunç Kurt ile Manos Yayınları’ndan çıkan yeni kitabını konuştuk.
Halil Yörükoğlu

Merhaba Tunç, ödül ve beraberinde gelen yeni öykü kitabın hayırlı olsun. İlk olarak şunu sormak istiyorum. Bazı öykülerinde anlatıcı ile dedesi arasındaki bağı ve aynı zamanda gündelik hayattaki bazı kelimeleri kurguda kullandığını görüyoruz. Yerel motiflerden ve anlatılardan beslenme hakkında ne düşünüyorsun?
Teşekkür ederim. Ben Ege kültürü ile büyüdüm ve bu kültüre hâkimim. Haliyle yaşadığım kültürün dili, yaşayışı, inanışı dilime de yansıyor. Öykülerimde yerel ağızlara yer vermemeye çalışıyorum çünkü daha önce okuduğum metinlerde gerçekçilik adına şive kullanımının metni büyük ölçüde düşürdüğüne tanık oldum, bu yüzden Ege ağzına ne kadar hâkim olsam da kullanmamaya çalışıyorum. Bazen gerektiği için, bazen de sırf sevdiğim için bazı sözcükleri kullanıyorum. Örneğin bizde “berenağrı” diye bir sözcük vardır. Fena değil, iç güveysiden hallice gibi bir anlama gelir. Bu sözcüğü çok sevdiğim için bazen karakterlerime söyletirim. Nasılsın sorusuna verilebilecek en güzel yanıtlardan biri bu bana göre. Öykülerimde dede karakterler oldukça fazladır. Bunun sebebi ise çocuk-baba gibi belirgin ve hatta zıt kuşakların ötesinde 3. bir kuşak olan dedenin torunu ile ilişkisinin özel olduğuna inanmam. Bu kuşak oğlu ya da kızıyla iletişim kuramazken torunu ile bunu başarabilir. Bu bana çok ilginç gelmiştir. Bu yüzden dede varsa öykülerimde mutlaka torun da vardır. Öykülerdeki tüm dedeler, kendi dedemden yola çıkarak yazdığım karakterlerdir. Dedem bir Ege köylüsüdür ve örnek aldığım az sayıda insandan biridir. Dedem çok nazik bir insandı. Kimseyi kırdığını görmedim. Onun ağzından hiçbir zaman bir küfür ya da kötü söz işitmedim (kaldı ki küfür Ege’de nefes almak gibi bir şeydir). Bunlar bence çok kıymetli şeyler ve büyük bir miras.
Sade ve gözlem üzerine öykü yazan bir yazar olarak beslenme biçimlerin ile ilgili odak noktalarını merak ediyorum. Bu konuda neler söylersin?
Eskiden daha çok öykü okuyordum çünkü o zamanlar öykü okumanın öykü yazmak hakkında bana pek çok fikir vereceğini düşünüyordum. Öykü nasıl yazılır sorusunun yanıtını bulacağımı sanıyordum. Elbette bana pek çok şey öğretti ama yine de yanıldığımı düşünüyorum çünkü öykü okumak bana öykü yazmayı değil öykünün nasıl yazılmaması gerektiğini öğretti. Özellikle okuduğum kötü örneklerden daha çok şey öğrendim. Bu anlamda benim için daha öğretici oldu. Şimdi ise öykü okumanın bana edebi bir zevk vermek dışında bir katkısı olduğunu düşünmüyorum, bu yüzden okumalarımı farklı alanlara çevirdim. Özellikle çocuk edebiyatı ve felsefe metinlerini okumayı tercih ediyorum. Felsefenin farklı bakış açıları sunmasını, çocuk edebiyatının sınırsız dünyasını değerli buluyorum.
Kitapta, başta kendinle olmak üzere, ironik bir dil ile doğrudan edebiyat eleştirisi yaptığın öyküler var. İğneyi kendine batırma meselesiyle ilgili ne düşünüyorsun?
Uzun zamandır öykülerimde ve kendimde eksik olan şeyleri düşünüyorum. Öyküde yapmak istediklerimi, bunların etkilerini düşünürken kendimde bazı eksiklikleri fark ettim. Her yazarın hayata ve edebiyata karşı bir bakışı var. Kendi doğrularımızla şekilleniyor bu bakış. İster istemez bunun ne kadar doğru olduğunu sorguluyorum. Bu sorgulamaya girmezsem kendime karşı dürüst olamam. Sert önyargıların esiri olurum. Bunu istemem doğrusu. Her özeleştiri yeni bir şans verir bana. Türkiye bile 20 yılda ne hale geldi? Değişim kaçınılmaz. Bu yüzden özeleştiri şart. Yazar, çuvaldızı kendine batıramayacaksa iğnesini kim ne yapsın?

Sen de ara ara inceleme yazıları yazan biri olarak, içine sinen bir dosya oluşturma sürecinde bu dosya ile olan bağın nasıl gelişti?
Aslında yazdıklarımı inceleme olarak değil de bir eleştiri olarak görüyorum. Amacım kitabı sadece okura tanıtmak değil, yazarına başka bir gözün gördüklerini aktarmak aynı zamanda. Bu yazıları kaleme alırken elbette kendi öykü dünyamdan yola çıkıyorum. Okuduklarımın, yazdıklarımın her biri tecrübe. Kendimce eksik gördüğüm, öykülerde aksayan yönleri dile getirmeye çalışıyorum. Bazen olumsuz yazdığımda nasıl anlaşılıyor diye düşündüğüm oluyor ama kendi adıma içim rahat çünkü ben sevdiğim kitaplara eleştiriler yazıyorum. Yazarın daha iyisini yazabileceğini biliyorum. Kendi dosyamı oluştururken de aynı şeylere dikkat etmeye çalışıyorum. Çoğu kez dergilerde yayınlanmış öyküleri dosyaya alıyorum çünkü daha önce bir şekilde birilerinin okuduğunu ve öykülerin yayınlanabilir olduğunu bilmek bir anlamda beni rahatlatıyor. Bazen emin olmadığım öyküleri arkadaşlarıma okutuyorum. Onların fikirleri de etkili oluyor. Elimden geldiğince ince eleyip sık dokuyorum ve bu şekilde dosyalarımı oluşturuyorum. Kitap basım aşamasına gelince editörün gözü de bu sürece dâhil oluyor. Haliyle pek çok göz gördükten sonra tam olarak karar veriyorum.
Öykülerinde nahif bir üslup var, hatta erkeklik meselesini eleştirdiğin öykülerinde bile erkek karakterlerin üslubu oldukça nahif, bu anlamda dil ve üslup anlayışın hakkında neler söyleyebilirsin?
Aslında öykü ne isterse üslup ona hizmet eder ama şöyle bir durum da var: Yazar neyse üslubu da o oluyor. Bunun kesin çizgileri yok sanırım. Ucuz Poetika’daki üslup nahif değil mesela, tahakküm eden bir yazar sesi duyuyoruz. Edebiyata Çirkin Saldırı adlı öyküde daha alaycı bir ses var. Ama şuna kesinlikle katılıyorum öykülerimdeki erkekler oldukça nahif çünkü benim erkek karakterlerim cevval kişiler değil en küçük bakışta geri çekilen, çekingen, oyunu baştan kaybetmiş kişiler. Bu nahiflik midir yoksa acizlik midir bilemiyorum. Dili kullanırken mümkün olduğunca karakterin doğasına uygun olmasını istiyorum.
Öykülerinde belirgin bir şekilde politik ve toplumsal meselelere yer veriyorsun. Bu olağan durum son zamanlarda ayırt edici bir özellik haline de geldi diyebiliriz. Klasik bir soru olarak, kurmaca ile yazarlar çağın tanığı olabilir, bu noktada nelere dikkat ediyorsun?
Yazar çağına tanıklık etmek zorundadır bana göre. Yazar bireysel konuları ele almasın demiyorum, diyemem de bu benim haddime değil ama bulunduğu ülkede her gün adaletsizlik, ötekileştirme, yaşam biçimi dayatma, ekonomik sıkıntılar gibi toplumu ilgilendiren olaylar yaşanıyorsa orada yazarın susması ve içine kapanması bence doğru değil. Dünya edebiyatına baktığınızda demokratik ve refah seviyesi yüksek toplumların edebiyatında içe dönük karakterleri görürsünüz, oldukça başarılıdır bu eserler. Büyük sözler etmezler ama toplumda anlatmaya değer çok büyük olaylar yaşanmadığı için -kendi coğrafyamızla kıyaslayarak söylüyorum- böyledir. Kolonyal ülkelerde ötekinin sesini anlatan yazarlar daha büyük meseleleri ele alır. Fransız bir yazarla Faslı, Tunuslu, Cezayirli bir yazarın meseleleri aynı olamaz. İşte bu yüzden bizde meselesiz bir yazar görmek beni şaşırtıyor. Bence yazar politik olmalıdır. Türkiye’de hayat maalesef tozpembe değil.
Dil ve içerik meselesinin yanında metinlerinde biçimsel, deneysel oyunlar da görüyoruz. Hatta Ucuz Poetika adlı öykünde oranlar vererek bu tarz oyunları kullanmayı ya da kullanmamayı da odağına almışsın. Biçimsel olarak günümüz öyküsü seni okur olarak ve ilham almak isteyen bir yazar olarak ne ölçüde heyecanlandırıyor?
Öykülerimde deneysel dokunuşlara yer vermeye çalışıyorum. Bu bir ihtiyaçtan doğuyor. Daha başka anlatmaya olan bir ihtiyaç bu. Olanı olduğu gibi anlatan, düz öyküler çoğu kez beni tatmin etmiyor. Bu anlamda deneysellik benim için kıymetli bir enstrüman. Kendi içerisinde riskleri de var. Zaten bu riskleri ve öykülerimdeki etkisini sık sık sorgularım. Özeleştirisini de yaparım çünkü deneysellik bir noktadan sonra zeka sınırlarını ölçmeye yarayan bir araca dönüşüyor ve bu da öykünün kimyasını bozabiliyor. Bunu pek çok kez kendi öykülerimde yaşadım. Ucuz Poetika’yı da bu yüzden yazdım. Yani deneysellik kusursuz bir şey değil. Bir baharat gibi miktarı her şeyi değiştirir. Lezzet katabildiği gibi berbat da edebilir. Deneyselliğe yer veren öykücüler var. Bazıları beni oldukça heyecanlandırıyor ama elbette ki öyküdeki tek kriterim deneysellik değil çünkü her öykü kendi yazım yöntemini kendi belirler, yani zorlama bir deneysellik yazarın sadece oyun bahçesi olabilir.