Nietzsche gibi büyük fikirlerle dolup taşan bir dil dehasının anlaşılmasının yolu, eserlerinin dikkatle ve tekrar tekrar okunmasından geçecek ancak en nihayetinde bu da yeterli olmayacaktır. Zira sözünü ettiğimiz kişi çok genç bir öğrenciyken farklı kültürlerin dil yapısını ayrıntılarıyla incelemiş, medeniyetlerin düşünme, inanç ve kültürel yapılarına dair çözümlemelerde bulunmuş ve henüz yirmi dört yaşındayken özgün çalışmaları sayesinde filoloji profesörlüğüne aday gösterilmiş biriyken okurunun da bu derinlikte sulara girmeyi göze alması kaçınılmaz bir sonuç.
Bu yazının sonunda okura “Nietzsche’nin insanı” olarak tanımladığım Zerdüşt’ün “üstinsan” idealini duyuran sesine aracılık etmek isteyen bir çabam olduğu hissini verebilirsem amaçladığım iyilikte bir yazı yazmış olacağım.

Nietzsche Kim Değil?
Bazı yazarların okuru olmak hem gayretli yan okumalar yapmayı hem de gündelik hayatın karmaşasından (siyaset, magazin, güncel edebiyat denizinin sahil kesimlerinden ve türlü gündelik kaygıdan) sıyrılarak okumayı gerektirebilir.
Nietzsche’ninki gibi anıtsal bir zihnin eserlerini anlamlandırmanın yollarından biri de böylesi bir inzivayı gerekli kılacak türden. Bu tercih, okunanların etkisini elbette hem güçlendirecek hem de yazarın dünyasına konuk olmanın süresini uzatacaktır. Bu sayede konukluk süremiz uzadıkça yeni sorular sorma fırsatıyla yazdıklarını tekrar tekrar okumaya gereksinim duyacak ve okuduklarımızı anlamlandırabilmek için başka yazarların onun eserleri hakkında yazdıklarının tanıklığına başvuracağız.
Tüm bunlar gayretli okurluğun şanından sayılabilir belki. İşte ne derler; okumaktan vazgeçmemek, irdelemek, yeni sorular ve sorunlar yaratmak, soruşturmak ve yazarın zihin kalesini düşleyerek bu kaleyi ele geçirme fikriyle heyecanlanmak… Evet, okurken yapılması gereken tam da bu. Yazarın yazdıklarından yola çıkarak inşa ettiği zihin kalesini bulmak ve okurunun bu kalede yaşamaya ortak olma heyecanı…
Ancak Nietzsche okurunun, bana kalırsa, işi epey zor. Birçok kere hevesi kursakta bırakan geriye dönüşler ve okumayı yavaşlatan çapraz okumalar yapmak gerekiyor. Sınırları aşıp ilerledikçe yabanıl topraklarda karşılaştığınız Zerdüşt ile yepyeni fikirleri tartışıp kendinizi onun karşısında en anlaşılır tabirle sığ kalmış hissedebiliyorsunuz.
Kimin Topraklarına Girdik?
Öncelikle, Tanrı’yı öldürmüş birinden bahsediyoruz. Başı sonu kesilerek alıntılanan “Tanrı öldü” cümlesi, dindar muhafazakar birçok kişi tarafından Nietzsche’nin tam olarak anlaşılamadan reddedilen bir filozof olmasına neden oldu.
Bu kişi aynı zamanda felsefi sorgulamaya tutkuyla bağlı, kontrol edilemez coşkunlukta bir zihne sahip. Bu zihinle yarattığı ideal dünya imgeleminde, felsefeyi hayatın alışılagelmiş pratiklerini reddetmekte kullanabilmekte doğuştan usta. (Doğuştan diyoruz çünkü çok katı geleneklere sahip ve dindar bir ailede yetişiyor. Biz, bize gösterileni, öğretileni ve dayatılanı biliriz. Ancak onun zihni ona ilk öğretilenlerin etkisiyle değil mizacının getirdiği güçlü, sorgulamacı sezgilerle büyüyor/kendisini büyütüyor.)
Acıdan kaçmıyor aksine acıya kafa tutuyor. “Beni öldürmeyen acı, güçlü kılar” diyerek davetiye gönderirken korkmuyor; Apollon’un aydınlık, güvenli hayatındansa deliliği, esrikliği seven Dionysos’un kaosunu seçiyor.
Birçok deha gibi “çokluk” içinde yalnız hisseden Nietzsche de yaşadığı çağda anlaşılamamanın yarattığı sıkıntılı ruh halini, ruhuna uygun iklimleri aramaya çıkan, ülke ülke gezen göçmen bir yaşantıyla ve sürekli yazmakla yatıştırır.
Kendi iç dünyasına ulaşma ve tinsel olanı arama yolunda kasvetli düşüncelerin kuyusuna dalar. Kimi zaman bu kuyularda kaybolur gider. Günlerce süren baş ağrılarına, görme kayıplarına varan duygusal yükselişlere ve zihnini yorup tüketen fikirsel doğumlarla (bu ifade kendi tanımı) yüzleşir. Bu yüzleşmelerde ölmez de hayatta kalabilirse hemen hepimizin yıkımları sonrasında sığındığı o popüler sözle, hayata kaldığı yerden devam eder: “Beni öldürmeyen acı, güçlü kılar” diyerek…
Üstinsan Fikri
Nietzsche kendi yarattığı Übermencsh (üstinsan) fikrini münzevi kahramanı Zerdüşt ile duyurur. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te yazar ile sayfalarca sohbet edebilecek zihinsel sağlamlığın yanında fikirsel altüst oluşlara da hazır olmak gerek.
Nietzsche’nin kendi tanımıyla “herkes için ve hiç kimse için bir kitap” olarak yazdığı Böyle Buyurdu Zerdüşt‘ün her satırı güçlü bir yılmazlıkla okuruna sorgulamayı, şüpheciliği ve reddetmeyi öğretmeye çalışıyor. Bugünkü uygar toplumların savunduğu eğitim sisteminin temellerinde yatan, öğrenilen bir bilgiyi yapılandırma, ampirik bilginin peşinden koşma hedefi ve yaşamanın amacını sorgulamayı iki yüz yıl öncesinden başlatan Zerdüşt (aslında Nietzsche) tam da bu öngörüsü sayesinde bizden çok sonraki nesillere de seslenecek bir dinamizme sahip. Genel bir felsefi deyimle “soruşturma çukuru”na girebilmeyi göze alan her yaştan her bireye çağlar boyu buyurabilecek kendinden emin bir ses.
Pek tabii en nihayetinde bu sesin seviyesini bireyin içinde bulunduğu oluşun niteliği-niteliksizliği belirleyecektir. İnsanın biricik oluşu ve özgün olma özelliğini hiçe sayan ve bireyi adeta bir nesne gibi ele alan yaklaşım için kısık bir sesken kendi varlığının ne yapmakta olduğunun, etrafında neler olup bittiğinin ve bu olup bitenlere ilişkin çevreden bağımsız kararlar verebilenler için ses anlam kazanır ve yükselir.
Özetle; kitabın anlaşılırlığı okurunun bir çeşit içsel Kaos’a (radikal bir paradigma değişimine) hazır olup olmadığı veya öncesinde, üst insan fikrine duyduğu inancın gücü ve bu değişime ne kadar açık olduğuyla orantılı diyebiliriz.
Zerdüşt’ü dinledikçe öğreniriz ki savunduğu üstinsan felsefesiyle Nazilerin (daha uzun yaşayıp görebilseydi, büyük ihtimalle bir hiç olarak tanımlayacağı insanların) elinde sapkın denebilecek düzeyde silahlaştırılan fikirlerin faşizmde kullanışlı hale getirilmesinde (kızkardeşinin Nazi sempatizanı olması dışında) kendisinin hiçbir payı yoktur.
Zerdüşt’ü dinledikçe öğreniriz ki, nihilizmin kıyılarından dahi geçmeyi planlamamış bir felsefeci hakkında oluşmuş birtakım tabular yıkılır. Bunu yaparken de bizzat Nietzsche’den alıntılar yaparak hakkını teslim edebiliriz.
Ondan “on hakikat”i dinleyip insan olan varlığı sevmeye devam etmek başta pek olası değilse de gündelik kaygılar bunun üstesinden gelir ve rutinlerimize dönüş büyük ihtimalle gerçekleşir.

Nietzsche’nin kitaptaki sesi Zerdüşt, herkes için ve hiç kimse için bir kahramandır.
Zerdüşt herkes içindir çünkü yılmaz bir biçimde üstinsan savunuculuğu yapan Nietzsche geçmişe gömülmesi gerektiğini düşündüğü toplumsal eğilimleri eleştiren sorgulayıcı bir dil kullanmasına rağmen okuruna karşı aşağılayıcı değil aksine onu kucaklayıcıdır. Bir paragraf sonra vereceğim örneklerle somutlaştıracağım bu kucaklayan üslup zaman zaman yüreğe iyi gelen tuhaf bir kibirle de seslenir (buyurur da diyebiliriz).
Kürsü bilgelerine sataşır, yeni bir istem öğretir insanlara, körlemesine yürünen bir yolun nasıl terk edilebileceğini ve kafasını göksel şeylerin kumuna gömmemeyi öğretir.
Zerdüşt’ün ilk konuşması “Yalvarıyorum kardeşlerim, yeryüzüne sadık kalın ve size doğaüstü umutlardan söz edenlere inanmayın!” türünden bir söylemle devam ederken bir taraftan da seslendiği kitlenin anlayış düzeyinin de farkında olarak “gülüyorlar işte; beni anlamıyorlar, ben bu kulakların dinleyeceği ağız değilim” der. Bu yönüyle gerçekçi bir itkiyle hareket ettiğini söyleyebiliriz.
“yeryüzüne sadık kalın!” söylemi Nietzsche’nin nihilizmden ne denli uzak olduğunun kolaylıkla anlaşılabilecek somut işaretlerinden biridir. Bu ifade ile, nihilistlerden çok farklı olarak, yaşamı kucaklamayı, kendi talihini yaratabilecek inancı ve kendi umudunun tohumunu ekip yetiştirecek bireye “üst insan” tanımını yakıştırır. İnsanları hiçlemeyen umudu hâlâ vardır, dünyadan ümidini henüz kesmemiş olacak ki “dingindir gönlüm ve aydınlıktır” demekten geri durmayıp yaşamı anlamlı hale getirebilecek bireysel özgürlüklerle yeryüzüne tutunmayı seçer.
Nihilizmin Gölgesinde Dans Eden Dionysos
Nietzsche’nin nihilist olup olmadığı konusu hâlâ tartışmalı bir konuyken kendi okumalarımdan çıkardığım sonucu paylaşmak isterim. Kendini zaman zaman Dionysos taşkınlığına bırakan filozofun nihilizme en yakın olduğu dönem muhtemelen onun hayatını değiştiren en önemli isimle, Arthur Schopenhauer ile tanıştığı zamanlar olabilir.
Schopenhauer’un başyapıtını ilk kez okuyan Nietzsche şöyle der: “Bana, bu kitabı alıp eve götürmem için hangi kutsal ruhun (daimon) fısıldadığını bilmiyorum.” Eve vardığında ise zihnini bu büyülü kitaba teslim ettiğini söyleyerek kendinden geçmiş bir halde okumaya başladığını belirtir: “Kendimi bu yeni hazinemle birlikte bir koltuğun köşesine attım ve o dinamik, kasvetli dahinin benim üzerimde çalışmasına izin verdim” der. O ilk anlar için güvenli ve yeterli bulduğu yeni fikir adasına kendi hür kararıyla, teslim oluşla yerleşir. Büyülenmiş gibi Schopenhauer adasından bahsediyor gibi görünse de çok sonra sınırlarını dar bularak tereddüt etmeden bu fikir adasını terk edecektir.
Schopenhauer kör bir iradenin ellerinde acı çekerek amaçsız bir şekilde savrulduğumuzu düşünecek kadar karamsardı. Ona göre doğmamış olmak belki de en iyisiydi. Fakat hocasının aksine Nietzsche, bu dünyadan yüz çevirmemizin büyük bir korkaklık olacağını, acıdan kaçmanın büyük bir hata olacağını savunuyordu. Nietzsche’ye göre acılar, bizi şekillendiren, güçlendiren, olgunlaştıran, yoğuran ve bizi biz yapan olaylardır. Hayatı ve onun getirdiği acıları reddetmek bir yana; aksine her anın dolu dolu yaşanması ve sonuna kadar tadına varılması gerekir.
Schopenhauer’u yol göstericisi olarak gören Nietzsche, düşünce dünyasını kurmasında etkili olan bu dahi ile birlikte aynı zamanda düşüncelerinin şekillenmesinde etkili olan bir diğer isim Richard Wagner’e de zamanla başkaldırarak kendi felsefesini şekillendirecektir.

Tabii yaşadıkları yıllara bakınca, çizimdeki gibi bir buluşmanın hiç olmadığını görürüz. Buluşmaları kitaplar, fikirler üzerinden gerçekleşir. Nietzsche çocuk yaştayken Schopenhauer dünyayı terk etmiştir. Kitapları sayesinde tanıştığı Schopenhauer, Nietzsche’nin fikirlerini güçlendirecek ve hayata başka bir gözle bakmaya başlayacaktır. Nietzsche de ileride üniversitedeki profesörlük görevinden istifa ederek tıpkı hocası gibi münzevi bir hayatı seçecektir.
“Beni öldürmeyen acı, güçlü kılar” sözü nihilist olduğu varsayımını çürütebilir mi tam olarak bilemiyorum ancak her türlü “şey”in değer ve manadan yoksun olduğunu düşünen bir fikir (nihilizm) Nietzsche gibi üstinsanı ve güç istencini ortaya koyan yaratıcı bir ruhla örtüşmüyor gibi.
Üstelik hayatı reddeden değil aksine daha huzurlu yaşayabilmek için atmosferik olaylara takıntılı ve iklimlere göre sürekli ülke değiştiren bir göçmen filozoftan bahsediyoruz. Şu da var ki bedensel ağrıları için kullandığı yüksek doz ilaçları ve uykusuzluğunu tedavi eden uyuşukluk veren maddeleri saymazsak bedenine iyi bakan, maddi olanakları ölçüsünde görece iyi beslenmeye çalışan ve doktor doktor gezerek sağlık arayan birinin “hiçlik” tanrısına inanması da beklenemez.
Zerdüşt’ün Doğuşu: “İnsan aşılması gereken bir varlıktır”
Nietzsche’nin toplumu uyandırma ve dahası bireyi toplumdan özgürleştirme çabası ile yalnızlıktan payına düşeni büyük bir kıvançla taşıyıp özgürce yaşaması, hayata değer verişin işaretidir. Kendi aydınlığına kavuşmuş Zerdüşt’ünün karşısına dünyanın efendisini, yani Güneş’i çıkarıp kahramanını, dolayısıyla da en çok kendini, Güneş (dünyaya hayat veren tek cisim) karşısında eşit tutar. “Ben olmasam sen ne işe yarardın, varlığın benimle anlam buluyor” der Güneş’e. Bu belki yıkıcı bir başkaldırı sayılmaz fakat sorgulayışın ilk ve gerçek adımını atmak için okuruna güven verir. Bahsi geçen ilk adımı doğrudan okuyalım, bakınız kendini büyütme, hakir görmeme, hiçleştirmekten çok uzak bir tavır görüyoruz: “Ey sen büyük yıldız! Aydınlattıkların olmasaydı ne olurdu mutluluğun? On yıl boyunca buraya mağaraya geldin; kendi ışığından da bu yolu aşmaktan da usanırdın ben olmasaydım…” cümlenin öncesi ve sonrasını da yazarsak daha net bir duruş orada çıkar:
Zerdüşt otuz yaşındayken yurdunu ve yurdunun gölünü terk edip dağlara çıktı. Burada başını dinledi ve yalnızlığın tadına vardı ve on yıl boyunca da bundan usanmadı. Ne var ki sonunda dönüştü yüreği ve bir sabah tanyeri ağarırken kalktı ve güneşin karşısına geçip şöyle söyledi: “Ey sen büyük yıldız! Aydınlattıkların olmasaydı ne olurdu mutluluğun? On yıl boyunca buraya mağaraya geldin; kendi ışığından da bu yolu aşmaktan da usanırdın ben olmasaydım…”

Burada yeni bir hayatı, bir yaratım gücünü yüklenmiş, hâlâ umutlu olma ve bu iyi halini başka bireylere bulaştırma gayreti ömrünün sonuna yaklaştığında akli dengesini yitirdiği dönem dışında Nietzsche için nadiren sekteye uğramışa benziyor.
Felsefeyle az çok ilgili olanların çok iyi bildiği gibi Sokrates’in kendini “at sineği”ne benzetmesi kabaca ve kısaca söylemek gerekirse -kendi ağzından bu tür bir benzetme çıkmamış olsa bile- Nietzsche için de geçerli sayılabilir.
Aşılması gereken ”insan” kavramından kasıt; hiyerarşiyle yaşamaya alışagelmiş, zihniyet ve sadece bedenen yaşamayı bilen, üretmeyen, yaratmaktan korkandır. Birey bu haliyle gereksizdir, bireyin bu haliyle nefes alıp vermeye devam etmesindense yok olup gitmesi yeğdir. Oysaki üst insan her an gerçek bir zihinsel yenilenmeden geçen ve zihinsel binası sürekli bir esinin alevleri tarafından aydınlanandır. İçindeki hiçbir şey sessiz, sakin ve yumuşak olarak biçimlenmez; her his, her düşünce bir yaratım peşinde ve şimşek çakmaları şeklinde somutlaşır. Eskiyi hiç düşünmeden yok edebilir, yıkar yakar ve alıp götürebilir… Onun devinim halindeki dünyasında geçmişten gelen geçerli ve itiraz edilmemiş tek şey yoktur.
Evet, özetin özeti olacak bir ifadeyle Nietzsche’ye göre insanı aşmanın ve üstinsana ulaşmanın yolu bu acılı ve sancılı iç çatışmalardan geçer. Bir anlamda Anka kuşunun küllerinden rengarenk kanatlarıyla doğması gibi üstinsan da binlerce yıllık fikirlerin çelişkilerinden yakılan ateş çukuruna girip oradan sağ çıkabilendir.
Başak Ağma Küçük
Kaynakça
Friedrich Wilhelm Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, İş Bankası Yayınları
Friedrich Wilhelm Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, İş Bankası Yayınları
Stefan Zweig, Kendileriyle Savaşanlar, İş Bankası Yayınları
Irvın D.Yalom, Nietzsche Ağladığında, Ayrıntı Yayınları
Bettany Hughes, Modern Dünyanın Dâhisi, 2016