Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 673. yıl, 101. Gün:

KİMLİK DEĞİŞTİREN BİR ANI

Cumhuriyet Kitap Eki’nin 1630’uncu sayısında 40’dan fazla yapıtın sahibi Muzaffer Buyrukçu’nun kendi günlükleri hakkında söyledikleri gülümseten bir gerçeği dile getiriyor:

“Sadece anı, roman değil, öykü, deneme, röportaj karışımı bir oluşumdur günlüklerim… Geçmişi kurcalar: Unutulmuş bir deneyimi, bir tavrı, olayların kimlik değiştirmesinden meydana gelen bir anıyı, gölgeliklere sığınan verimli bir cümleyi yakalar, gelgitleri özlerinde canlı kalmayı başarabilmiş durumları irdeler…” — Daha güzel söylenemezdi.

Bunu okuyunca, kendimin de “olayların kimlik değiştirmesinden meydana gelen bir anı”ya sahip biri olduğumu fark ettim: Anım, 1962 ile 1963 yıllarında 15 ay arayla gerçekleştirdiği başarısız iki darbe girişiminden dolayı 1964’de, 5 Temmuz günü idam edilen Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir’le ilgili. 27 Mayıs İhtilali’nden sonra 1961 yılının sakin bir Ankara gecesinde, Aydemir’in tüm Harbiyeli öğrencilere, subaylara, astsubaylara ve eşlerine yaptığı konuşmanın teknik bir aksama olmaksızın devamını sağlayan bendim ve tam 11 yaşındaydım. 

60 İhtilali sonrası Kara Harp Okulu’nda hafta sonları sık sık eğlenceler düzenlenirdi. Askeri servislerle lojmanlarından alınan aileler, Harp Okulu’nun, etrafında renkli ampüller sarkan yüksekçe bir sahnesi olan iyi hazırlanmış bahçesindeki gecede biraraya gelirlerdi. Geç vakitlere kadar süren eğlencelerin assolistleri özellikle ihtilali candan destekleyen şarkıcılar olurdu. Bunların başında Çanakkaleli Saniye Can gelirdi ve “Bahriyelim” türküsünü “Harbiyelim” diye söyler Harbiyelileri coştururdu. 

Böyle gecelerde komutan Talat Aydemir mutlaka -şimdiki aklımla pek yanlışa düşmeden söyleyebileceğim gibi- hamasetli bir konuşma yapardı. O gece de öyle oldu. O konuşurken, çocuklar, davranışlarında daha da esnek olmak için gerekli nedeni bulduklarını sanır, ya masalar arasında koşturur ya da sahnenin altında sessizleşirlerdi. İşte o ayırt edici anda, Aydemir konuşmasını yapmak üzere sahnenin kenarına yakın bir yere konmuş ayaklı mikrofonu kavradığında ben, onun tam altında ve onu aşağıdan yukarıya bakışla yüceltilmiş bir antik çağ tanrısı imgesi olarak izlemekteydim ve rastlantı bu ya, yanımda başka bir çocuk da yoktu.

Ne olduysa tam o konuştuğu sırada oldu ve Talat Aydemir’in bir ara mikrofonun yüksekliğini kendi boyuna göre ayarlama endişesinden doğan bir refleksle hareket etmesiyle, en az Aydemir’in kendisi kadar dik duruş sembolü olabileceğine inandığım ayaklı mikrofon, çubuğu ve ayağıyla yerinden kayıp tam başımın üstünden geçerek, mevta gibi yataylaşıp ayaklarımın ucuna düşeyazken kollarımı uzatarak onu ellerimle yakalayıverdim. Bir anda şaşkına dönen görevli askerler daha ne olup bittiğini anlamadan ve o, cümlesi yarıda kesilmiş bir insanın şaşkınlığını yaşarken, ben elimde tuttuğum üçayaklı mikrofonu kendisine uzatmıştım bile. Böylece, Talat Aydemir sayemde cümlesini bitirebilmiş ve sonraki bir iki yıl için ona lazım olacak olan karizmasını güvenle koruyabilmişti.

O zaman aile içinde bana küçük bir “Aferin!” kazandıran ve ben dahil kimsenin üzerinde durmaya gerek görmediği bu sıradan olay, birkaç yıl sonra kendini Kore’de ispatlamış iyi bir komutan ve fakat naif bir darbeci olan Albay Talat Aydemir’in 47 yaşında idam edilerek Türk Darbeler Tarihi’ne geçmesi sonucu, “olayların kimlik değiştirmesiyle meydana gelen bir anı”ya dönüştü ve günlüğümün bu sayfasında yaptığım gibi de bana “geçmişi kurcalattı”.

103. Gün:

ENTELLEKTÜELLER VE HALK

Geçenlerde, bir televizyon programına davet edilen ünlü bir sinema yönetmenimiz, söyleşi sırasında ilginç bir gözlemini aktardı: Halk, filmlerimizi seyrederken filmin içine giriyor ve duygulanarak adeta olayların içinde yaşıyordu. Buna karşılık, entellektüeller filmi anlamaya çalışıyorlardı ve bazen de yanlış anlıyor ve anlatıyorlardı. Söylenenlerden, “anlatanlar”ın eleştirmenler olduğu konusunda bende sezgiden doğan bir kanı oluştu.

Halkın filmin içine girerek onu yaşadığını çocukluğumdan bu yana bilirim. Henüz ilkokula başladığım yıllarda Sarıkamış’taki sinemada perdenin önündeki düz zemine dizilmiş arkalıksız tahta sıralara kadınlar otururdu ve yerli filmlerimizin gösterimi boyunca kötü adamın eylemlerini, başlarını iki yana sallayarak, “Torpah paşına! Torpah paşına!!!” bağırışlarıyla ve ellerini yumruk yapıp kendilerini döverek lanetlerlerdi.

Bu kadim çelişki konusu, yani, ‘entellektüeller karşısında halk veya halk karşısında entellektüeller’ sınırlı bir zaman süresi tanınmadıkça sonucu hiç alınamayacak bir münazaraya kapı açması bakımından her dönemde ilginç bulunabilir: Aklın peşinde giden entelektüeller mi, yoksa duygularına kapılmayı seçen halk mı haklı? Bu soru, entelektüellerle halkı ayrıştırarak uç noktalara ittiği gibi, aklın mı yoksa duyguların mı üstün olduğuna ilişkin merakı deşerek karmaşayı daha da artırıyor.

İyi ama, “Anlamayı hayatın merkezine oturtan entellektüeller yanlış mı yapıyorlar? Hayatı layığıyla yaşayamayıp birçok değerli ânı heba mı ediyorlar? Ayrıntıları anlamlandırmak uğruna büyük resmi kaçırıyorlar mı?” soruları akla geliyor. Bu soruların karşılığı “Evet!” ise, tabii ki söylenecek şey: “Otur koltuğuna, kaptır kendini olaylara, duygulan, ânı yaşa ve anlamaya çalışmanın beynine yüklediği gerilimden azade, anlamak fiilinin icrasıyla kayba uğratacağın duygularını sahiplen.” ‘Yaşamak’la hiç bir şey kaybedilmezdi, ama ‘anlamak’la, hele yanlış anlamakla, yalnızca zaman değil, saygınlık da kaybedilebilirdi. 

Belirsizleşen tabloyu netleştirmek için varsayalım ki karşımızda genç bir insan var. Düşünen ve düşünce üreten biri ve bir akla ihtiyacı var ve soruyor: “Yaşamımda entellektüelleşmeyi mi amaçlamalıyım, halklaşmayı mı?” Herhalde doğruya yakın cevap: “Ne sipsivri bir entellektüelleşme ne de yayvan mı yayvan bir halklaşma” olurdu. Bu ise, aklın ve duyguların yerinde dengelerle kullanılmasını önermek demektir; ki bu da, hayatın gerçekleri yönünden bakıldığında, belli bir eğitimden geçmenin yarar sağlayacağı anlamına gelir. Bilimsel bir bulgu olarak; bir konuda en doğru tahminin tek tek insanların tahminlerine değil, toplumdaki tüm insanların tahminlerinin ortalamasına yakın olması, aklın ve duygunun birlikte duruma el koymasından olsa gerektir.

Hayatın acıları ve sevinçleri karşısında duygulanmak ile hayatın örneklerini anlamaya çalışmak birbirinin karşısına konamayacak kadar birbirini tamamlayan eğilimlerdir; toplumca, şu yeryüzünde uzun bir süre canlı kalabilmek adına her iki yönelimin de becerisini artırmak için -sanatın yardımıyla da olsa- bol bol pratiğini yapmak aynı zamanda hem duygulara hem de akla yatkın değil mi?! 

106. Gün:

ÇİTLEM

– Dün gece bir rüya gördüm.

– Hayırdır inşallah! Anlat hadi.

– Anlatamam.

– Niye?

– Unuttum da ondan.

– Hikayesi unutulan bir rüya neye yarar ki?

– Olsun! Gördüm ya! En azından yaşadığımı anlamaya yarar.

– “Rüya görüyorum. Öyleyse varım” diyorsun, yani.

– …

109. Gün:

Hiç bir yaşam, olunduğundan farklı bir kimlik edinmek uğruna yaşanandan daha acınası değildir.