Bundan önceki yazıma Saramago’da Ada Meselesi başlığı atmışken sözün ucunu kaçırmıştım, yazı daha çok Yitik Adanın Öyküsü romanı üzerine olunca da Saramago’nun Taş Salı adıyla tamamlamıştım. O yazıda Saramago’nun adında “ada” geçen diğer yapıtı Bilinmeyen Adanın Öyküsü ile ilgili bir başka yazı yazacağımı söylemiştim. İşte, şimdi o yazının vakti geldi.

Bilinmeyen Adanın Öyküsü bir uzun öykü. Klişe gibi olacak ama bu kısacık metinde altı çizilmeyecek satır yok. Saramago’nun Taş Salı adlı yazımda Yitik Adanın Öyküsü romanıyla Bilinmeyen Adanın Öyküsü arasındaki benzerliklerden bahsetmiştim. İki metinde de adaları sonradan oluşturuyor Saramago demiştim. Yitik Adanın Öyküsü’nde İber yarımadası (İspanya ve Portekiz) bilinmeyen bir nedenle anakaradan kopup okyanusta yolculuğa başlıyor, Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nde ise bilinmeyen adayı bulmak için yola çıkan teknenin kendisi adaya dönüşüyor. Aslında on bir yıl arayla yayımlanan bu metinler birbirini aynalıyor, aynanın iki tarafında birbirlerinin ayaklarına basıyorlar. Saramago neden zaten var olan adalar hakkında yazmadı, keşfedilmemiş bir adayı bulup çıkartmadı ya da hayali bir ada yaratmadı? İşte bu sorunun yanıtını aslında “Ada” adlı kitabında Akşit Göktürk veriyor. Edebiyatta ada kavramını geçmişten günümüze özetleyen Göktürk, ütopya adalarını, Robinsonadları, serüven kitaplarını inceledikten sonra 19 yy’da keşfedilmemiş ya da hayali adaların edebiyat eserlerinden yavaş yavaş silindiği tespitini yapıyor. Neden? Ütopyalar mı bitti, Robinson’ların nesli mi tükendi? Böyle iddialar var. Aslında Bilinmeyen Adanın Öyküsü de bu iddiaya karşı çıkıyor, başka bir yol gösteriyor: Ütopya adaları kalmadıysa kendi ütopya adanızı yaratın.

Tüm adalar keşfedilmiş, artık okyanuslar aşan cesur ve maceracı denizcilerin yeni bir ada keşfetme şansı kalmadı. Bütün dünyanın haritası çıkarıldı, uydu görüntüleri neredeyse röntgenimizi çekiyor, bu teknolojik ilerleme ve keşiflerle birlikte tarihin sonuna gelindiği ve şimdiki dünya düzeninin asla değiştirilemeyecek, neredeyse tanrısal bir mecburiyet olduğu yalanıyla birlikte kimsenin adasından ayrılmaması ve yeni bir ada aramaması bekleniyor. Oysa öyle olmuyor işte.

Akşit Göktürk, denizlerdeki ütopya adalarının yerini, keşfedilmemiş uzaydaki adaların aldığını ifade ediyor. Uzayın bilinmezliği ve sınırsızlığı içinde gidilecek pek çok yer vardır. Bununla birlikte zaman kavramı da ele alınır ve mekân yerine gelecek zamanın konduğu da olur. Ursula Le Guin’in Mülksüzler’de yarattığı Anarres ve Urras gezegenleri gibi bilimkurgu romanda pek çok yeni gezegen yaratılır. Ütopyalar dışında karşı-ütopyalar da ortaya çıkar tabii. Burada mekânın ada ya da uzayda bir gezegen olmasındaki amaç genel bir toplumsal ve siyasal düzen tasarımının uygulanabileceği, en rahat anlatılabileceği steril, dıştan gelen bozucu etkilere kapalı, kendiyle sınırlı, savunulabilir mekânlar oluşturabilmektir. Thomas More’un Ütopya’sı bir adadır, Atlantis adadır, en bilinen ütopyalardan Campanella’nın Güneş Ülkesi, Bacon’un Yeni Atlantis’i adadır, Gulliver bir dizi adayı gezer. Dışa kapalı bu ütopya adaları bana üniversitede derslerde pek sık kullandığımız ceteris paribus deyimini hatırlatır hep. Bu Latince ifade “diğer tüm şartlar sabitken” anlamına geliyor. Özellikle iktisatta kullanılıyor bu söz dizisi, kimya ve fizik problemlerinde de karşılaşıyorduk yanlış hatırlamıyorsam. Ütopya adalarının durumu da böyledir. Adada kurulan ve tıkır tıkır işleyen düzen ancak ceteris paribus olduğunda anlatılabilir. Bu nedenle ada, akla gelebilecek diğer tüm şartları sabit tutar, içinde olup bitenlere dışarıdan bir etkinin ulaşmasını engeller. Bu nedenle ada da, gezegen de, gelecekte bir zaman da uzanamayacağımız, dışarından göz atabileceğimiz düzlemlerdir, oralara bizim gibi kimse müdahale edemez ama oraları kurabiliriz.

Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nde bir adam kraldan bilinmeyen bir ada bulmak üzere tekne isteyince, kral tıpkı yukarıda bahsettiğim minvalde bir yanıt veriyor: “Saçma, bilinmeyen ada kalmadı artık.” Yine de Kral halkın o anda oluşturduğu baskıya dayanamayıp ona bir tekne vermeyi kabul ettikten sonra adamı gönderdiği liman reisi de aynı şeyleri söylüyor, bütün adaları keşfettik zaten, öyle bir yer yok. Buna karşın emir emirdir, kralın söylediği şekilde adama bir karavela veriliyor. Karavela önemli. Geminin türünün, tipinin ne önemi var derseniz yanılırsınız; bakın bizi nerelere götürecek.

Karavela bana kalırsa doğru ve bilinçli bir seçim. Selim Özen’in hazırladığı Gemiler Sözlüğü’nde karavela hakkındaki bilgilere baktığımızda görüyoruz ki bu tip gemiler tam manasıyla keşif gemileri. Hem oldukça fazla yük alabiliyor hem de iyi manevra yapabiliyorlar. Ama en önemlisi rüzgâra doğru dümen kırabiliyor oluşları ve karavelanın Saramago gibi Portekizli oluşu. Ortaçağ’da denizciler Afrika kıyılarını takip edip güneye indiklerinde, kare yelkenli gemilerle kuzey rüzgarına karşı seyir yapamayıp geri dönememekten korkarlarmış. İşte bu problem Karavela’nın rüzgâra karşı 55 derecelik açıyla seyir sağlayan üçgen Latin yelkeniyle çözülür. 1419’dan sonra Portekiz Prensi Henry, okyanus ve kıyılar hakkında bilgi toplamaya ve geziye en uygun tekneyi aramaya başlar. Mutlaka bu istek içinde bilinmeyen adaların keşif isteği de vardır. Tabii amaç bir ütopyayı gerçekleştirmekten ziyade dünyayı fethetmek ve sömürgecilik yapmak. En iyi keşif teknesini belirlemek için Musevi haritacı, Alman gökbilimci, Arap tacirler, denizciler, korsanlardan bir grup kurar. 1456 yılında Prens Henry’nin düzenlediği Afrika gezisinden sonra karavelanın denizlerde yelken açan en iyi gemi olduğuna karar verilir. Böylece karavelalar keşiflerde yoğun olarak kullanılmaya başlanır. Henüz kalyon dönemi başlamamıştır. Kristof Colomb’un Nina (21,4 metre uzunluk, 100 ton) ve Pinta (20 metre uzunluk, 140 ton) gemileri karaveladır. Bu boyutlarda bir teknenin oldukça küçük bir adaya dönüşebileceği açık, ancak bu hayali kuran kişinin (Saramago’nun) geminin üstüne bir orman bile yerleştirme hakkı anasının ak sütü gibi helaldir. Karavelaları Vasco Da Gama ve Macellan da kullanır. Amerika keşfedilir, Hindistan’a gidilir, şeker, baharat ve köle ticareti hızlanır ve karavelalar Sömürge Çağı’nı başlatırlar.

Jose Saramago

Stefan Zweig’in “Başlangıçta baharat vardı” cümlesiyle başlayan Macellan adlı biyografi kitabında da bu yaşananlar detaylarıyla anlatılır. Ortaçağ’da, bir çuval karabiberin insan yaşamından değerli olduğu dönemde, baharatın Avrupa’ya getirilme meşakkati oldukça fazlaydı, değeri de bundan kaynaklanıyordu. Bu nedenle Hindistan’a bağlanan bir deniz yolu bulmak kaşiflerin amacıydı. Bu noktada Portekiz hükümdarının oğlu, İngiltere krallığının yeğeni Atlantik Okyanusu’nu bir yola dönüştürmek arzusunu hayatının düşüncesi haline getirmişti. Kitapta bu isim Henrique olarak anılıyor. Hayatı boyunca Hindistan’a deniz yolculuğu yapabilmek için hazırlık yapar bu adam. Açılmak istediği deniz Mare Incognitum yani Bilinmeyen Deniz’dir. Dönemin denizcilik ve coğrafya bilgileri son derece kıttır ama bizim Bodrumlu Herodot ile Datça hakkında söylediği meşhur söz nedeniyle Datçalıların fahri hemşerilik payesi biçecek kadar sevdiği Amasyalı Strabon’un, Firavunlar döneminde Fenikelilerin Kızıldeniz’den yola çıkıp Cebelitarık’a vardıklarına dair yazdıkları vardır. Denizciler o sıralarda en fazla Fas’taki Cabo Não burnundan (Ötesiyok Burnu) öteye geçmemektedirler. Zweig, bu burnun hemen ötesinde karanlığın yeşil denizinin olduğu, o bölgede kızgın güneşin denizi fokur fokur kaynattığı, direk ve yelkenlerin alev aldığı, hatta bu şeytan ülkesine adım atan Hıristiyanların hemen zenciye dönüştüğüne dair masalların anlatıldığını yazar. Şimdinin ve Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nün keşfedilmemiş ada kalmadı masallarına ne kadar benziyor Bilinmeyen Deniz ve Ötesiyok Burnu ifadeleri, değil mi? Sınırların ne kadar ötelenebileceği merakını bastırmaya çalışan korku… Elbette bu sınırı geçemeyiş aslında Selim Özen’in Gemiler Sözlüğü’nde bahsettiği ve yukarıda özetlediğim gibi gemilerin yetersizliği, kare yelkenle rüzgarüstüne doğru yol alamayıştan kaynaklanıyordu. Prens Henrique’nin uğraşları sonucu, karavelalarla Ötesiyok Burnu’ndan çok ötelere geçilir. Böylece Hindistan’a kadar varılır, Portekiz bir anda denizci bir ulusa dönüşür. Papa Portekiz ve İspanya’ya dünyanın bilinmeyen bölgelerini keşfetme ve sömürme ayrıcalığını tanır ve dünyayı bölüştürür. 1494’teki Tordesillas Antlaşması ile Yeşil Burun Adaları civarından dünyayı bölen hayali çizginin batısını İspanya’ya, doğusunu Portekiz’e verir. Bu arada, bu garip antlaşma Yitik Adanın Öyküsü romanında da geçer. Yarımada Amerika kıtasına doğru harekete geçince bazı aklıevveller bu anlaşmanın güncellenmesi gerektiğini söylerler.

Okyanusları geçen, kıtalar keşfeden karavelaların Saramago’nun okyanusun enginliğinde bilinmeyen bir adanın aranmasında kullanılacak tekne olarak seçilmesi de bu tekne türünün tarihi göz önüne alındığında oldukça doğru bir seçim gibi görünüyor.

Üstteki Portekiz Karavelası (Piri Reis’in Dünya haritasından)

Öyküye dönüp kısaca özetlersek, teknede yattığı ilk gece adam rüyasında yolculuğu tamamlar, yarı yolda vaat edilen adayı bulamayacaklarına inanan kadınlar ve erkek tayfalar gördükleri ilk kara parçasında zorla inerler, Nuh’un Gemisi gibi gemiye doldurdukları hayvanlar da kaçar, bu esnada yaşanan karmaşadan ötürü teknede depolanmış yanlarında götürmekte oldukları tohum ve toprak çuvalları patlar, bir süre sonra tohumlar yeşerir, teknede bir orman oluşur, ağaçlar kök salar ve tekne bir ada formunu almış olarak okyanusun ortasında kalır.

Bir ütopya kurmak yolunda çok önemli tespitler içeriyor Bilinmeyen Adanın Öyküsü: En başta haritalarda bütün adalar olsa da, bunlar sadece bilinen adalardır, bilinmeyen adalar mutlaka vardır, bilinen adalar kralınsa, bilinmeyen adalar bizimdir. Denize açılabilmeyi becerebilecek bir tekne gerekir. Bilinmeyen adayı aramak için tekne kullanmayı bilmiyor olabiliriz, denizde öğrenilir, aradığımızın hangi ada olduğu belki varınca anlaşılır, mühim olan yoldur. Denizin hazırlığı karada yapılır. Yanımızdaki tayfa her an bu yolculukta bizi yalnız bırakabilir, evlerinin huzurunu terk edip karanlık denizde bir hayalin peşinden koşarken yalnız kalabiliriz. Bir önceki yazıda bahsettiğim Yitik Adanın Öyküsü romanında şöyle diyordu Saramago:

“Ne yazık ki insan her şeye birden sahip olamıyor, dedi Jose Anaiço, rahatlık ve özgürlük birbiriyle uyuşmaz.”

Tayfalar rahatları kaçınca yarı yolda ayrılır gider, giderken de seni kendilerini boş bir hayalin peşinde sürüklediğin için suçlar. Kim olduğunu, bilinmeyen adaya ayak bastığında anlarsın. Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin. (Bu konuda Rahmi Öğdül’ün Birgün Gazetesi Youtube kanalı için hazırladığı Felsefe ve Sanat programında Adayı Terk Etmek başlıklı bir bölüm var. Ada kavramını, kendi adalarımızdan ayrılıp dünyanın içimize karışması gibi farklı bir bağlamda inceliyor ve Saramago’nun Yitik Adanın Öyküsü’nden yola çıkıyor. Kesinlikle izlenip dinlenmeli bana kalırsa.) Deniz bizi kim bilir nerelere sürükler.

Bu uzun öyküde olduğu gibi bilinmeyen bir adayı, daha doğrusu bir ütopya adasını aramaya çıkanlar olmuş mudur tarihte? Mutlaka olmuştur. Tahmini bir adım öteye götürelim o halde, Akşit Göktürk’ün Ada kitabında Thomas More’un Ütopya’sına ayrılan bölümde buna benzer bir olay aktarılıyor. Thomas More’un Ütopya’sının yayınlanışından sadece altı ay sonra More’un kayınbiraderi John Ratsell, Newfoundland civarlarında boş bir ada bulup Ütopya’da anlatılana benzer bir toplum kurmak amacıyla yola çıkıyor. More’un da bu işte parmağı olduğu söylentileri çıkmış o sıralar. Prens Henry’nin (Henrique) keşif gezilerinde haritacı, gökbilimci, tacir, denizci ve korsanlar varken Ratsell’in Barbara adlı gemisinde duvarcı ustaları, dülgerler, araç gereçler bile varmış. Niyeti oldukça ciddiymiş anlaşılan Ratsell’in. Gemisi de belki yine bir karavela idi çünkü bu gemiler 17. yy’a kadar kullanıldı ve 1500’lü yılların başında henüz büyük kalyonlar denizleri ele geçirmemişti. Ratsell’in denize açılmasıyla Bilinmeyen Adanın Öyküsü arasında ciddi bir paralellik var. Belki de Saramago, More’dan 481 yıl sonra Ratsell’in yarım kalan arayışını tamamlamak ister. Zira, Ratsell gemisinde çıkan bir ayaklanma sonucunda geri dönmek zorunda kalır. Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nde de tayfalar ayaklanmış, adamı kendilerini karaya götürüp bırakması için tehdit etmişler ve tekneyi gördükleri karaya demirlemek zorunda bırakmışlardı kahramanımızı. Bu sayede patlamıştı tohum ve toprak çuvalları. Ratsell bu ayaklanma karşısında geri dönerken, Saramago kahramanını yolculuğa devam ettirir. O adam, artık kaptandır, gemiden ayrılanları durdurmaya çalışmaz ve sonunda aradığı adanın üstünde olduğu ortaya çıkar. Bu benzerliği biliyor muydu Saramago, öğrenmeyi çok isterdim.

Ratsell’in ilginç hikâyesine en sonda kısa bir parantez daha açayım. Bu hikâyeye Jack Weatherford’un henüz Türkçeye çevrilmemiş olan, “Amerika’nın Kızılderilileri Dünyayı Nasıl Değiştirdi” alt başlıklı Indian Givers adlı kitabında rastlıyoruz. Bu yazarın “Para” ve “Cengiz Han ve Modern Dünyayı Anlamak” adlı kitapları var Türkçede. Weatherford, Amerika’nın keşfinden ve ilk kolonilerin kurulmasının ardından Yeni Dünya’dan gelen haberlerin ve Amerigo Vespucci’nin mektuplarının Avrupa’da yankı uyandırdığını yazıyor. Özellikle Kızılderililerin kişisel özgürlükleri, ekonomik sistemleri, özel mülke yaklaşımları ve bir hükümdar olmaksızın toplumsal olarak uyum ve refah içinde yaşayışları şaşkınlık uyandırır. Bu bilgiler pek çok siyasi ve felsefi yazının ortaya çıkmasına neden olur ve Sir Thomas More da bu mektuplarda yer alan Kızılderililerin yaşamı ile ilgili edindiği izlenimleri 1516’da yayınlanan Ütopya’sına dahil eder, ütopyasının kuruluşunda Kızılderililerden ilham alır. More’un kayınbiraderi Ratsell işte böyle bir cennet arayışına girer. Yarıda kalan seyahatini ise oğlu 1536’da tamamlar, Ütopya’yı gerçekleştirecek bir ada bulup bulamadığını ise bilmiyoruz. Ve Indian Givers adlı kitaptan anlıyoruz ki Ratsell son anına kadar yazılarında Amerika’nın sömürgeleştirilmesini savunmuş.

Eh, artık lafı evirip çevirip Datça’ya getirmenin zamanı geldi, bundan önceki iki yazıda olduğu gibi. Datça deyince de Can Yücel. Şair de Saramago’nun bilinmeyen adasına benzer bir adanın üstünde mi görüyordu kendini? Bakalım şu şiirine:

SEFERÎ

Öyle rüzgâr esiyor ki bu Datça’da
Deniz üstünde volkanik bir teknedesin sanki,
Yapraklar dallar ağaçlar
Yapraklanan yelkeni bu yarımadanın,
Gidiyorsun allahısmarladıklarla
Güneşî bir gülegüleyle,
Ah, şu karasinekler de olmasa!

Saramago’nun okyanuslar dolaşıp aradığı ve sonunda dolaştığı teknede bulduğu adayı, yaklaşık aynı zamanlarda, Can Yücel de bulmuş eliyle koyduğu gibi. O da çok sevdiği Datça’sını bir volkanik tekneye benzetmiş, rüzgârda sallanıp duran. Bir an, yine büyülü şiirden katı gerçeğe atlayıverelim: Buralar gerçekten de volkanik adalarla dolu. Hemen dibimizdeki Nisiros adası hâlâ aktif olan bir volkan ve bu yıl içinde bizi defalarca sallayan depremler Nisiros’un altında kıpırdanmakta olan volkanın marifeti diyor jeologlar. Datça’da yaşayan bir çizer Volkan Akmeşe. Harika çizimlerinden birini kullanmama izin verdi. Volkan da Datça’yı böyle yüzdürmüş bir teknenin içinde. Tekneyle gezintiye mi çıkmış Datça, yoksa bir tekneyken adaya mı dönüşmüş, orası bize kalmış.


Çizer: Volkan Akmeşe

Ütopyalardan öğreneceğimiz çok şey var. Öncelikle teknemizin bizzat bilinmeyen adanın kendisi olduğu ve her şeye rağmen kendimizi aramamız gerektiği. Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nden yola çıkarak ulaştığımız yeni adaların, deniz yollarının, Yeni Dünya’nın keşfi ile ilgili detaylar da iyi bir gemiye ve keşfetmek için bitmeyen bir inada ve inanca ihtiyacımız olduğunu söylüyor.

Saramago’nun satırlarıyla ve eski bir denizci sözüyle bitirelim o zaman:

“Bilinmeyen bir adanın var olmaması imkânsız.”

“Gereken yelken açmaktır, yaşamak değil.”

M. Özgür Mutlu

Kaynaklar

Jose Saramago, Bilinmeyen Adanın Öyküsü, Çev: Emrah İmre, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014.

Jose Saramago, Yitik Adanın Öyküsü, Çev: Dost Körpe, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016.

Akşit Göktürk, Ada, Adam Yayınları, 1982.

Selim Özen, Gemiler Sözlüğü, Denizler Kitabevi, 2017.

Stefan Zweig, Macellan-Bir İnsan Bir Yaşam, Çev: Zehra Aksu Yılmazer, Can Yayınları, 2015.

Piri Reis Haritası (Link)

Jack Weatherford, Indian Givers, Random House Publ. Gr, 1998.

Can Yücel, Mekânım Datça Olsun, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012.