Selvi Danacı

Annemin karnındaki sekizinci ayımın ikinci haftasında, mevsim normallerinin aksine oldukça güneşli bir gün. Hatırlayabildiğim en eski anım. Sanki daha öncesi de varmış gibi geliyor, parça parça anımsıyorum annemin bir şeyler anlattığını, ama net olarak her ayrıntısına hâkim olduğum ilk anım bu güne ait. Bu anı yıllar sonra aklıma düştüğünde doğduğum yılın takvimini karıştırıp o günün tarihini bulmuştum. 7 Mart 1961. Gerçekten de Mart ayından beklenmeyecek bir sıcaklık hakimdi güne. Annem de ağzı burnunda, kendini bahçeye atmış, beyaz ferforje masasında oturuyor, şişlikten davul gibi olmuş ayaklarını bir sandalyeye koyup güneşin keyfini çıkarıyordu. Ben de onun karnında o ılık günün rehavetiyle bir hayli mayışmıştım. Dışarıda kuşlar ötüyor, yakınlarda bir parktan çocuk sesleri geliyordu. Güneş bahçede bulunan kuş havuzundaki donmuş suyu yavaş yavaş ısıtıyor, kuşlar için hazır ediyordu. Tabii ki, ben bunlara birebir şahit olmuyordum. Annem anlatıyordu her şeyi. Dışarıda neler olup bittiğini, hangi çiçeklerin tomurcuklandığını, ağaca hangi kuşun konduğunu, iki püsküllü köpeğin yolun hangi tarafından yürüdüğünü, o gün hangi elbiseyi giydiğini. Annem. Tam bir İstanbul hanımefendisiydi. Bir yandan üçüncü viskisini yudumlarken boşta kalan eliyle sigarasını tutuyor, bana etrafında olan biteni anlatıyordu. Böyle bir kadındı annem; doğmamış çocuğuyla konuşur, bazen havadan sudan bahseder, gevezelik eder, bazense en derin sırlarını paylaşırdı. O gün de konuyu ağaçlardan, kuşlardan ve ayaklarını ısıtan güneşten açıp adım adım babama getirmişti. Annemin biricik sırdaşı olduğum için can kulağıyla anlattıklarını dinlemeye çalışıyordum, ama güneşin ve viskinin etkisiyle de bir hayli gevşemiştim doğrusu. Sonra annemin söylediği bir sözle bir anda üzerimdeki rehavetten kurtuldum.

“Keşke ölseydi lanet herif de kurtulsaydım.”

Normalde ağzını asla bozmayan annemin dili güneşin ve viskinin etkisiyle çözülmüştü. Babamla nasıl zoraki evlendiğini anlatmaya başladı.

Baba evindeki kasvete, ağabeylerine, babasının otoritesine ve annesinin itaatkarlığına daha fazla dayanamayıp ilk bulduğu adamla evlenmiş, yani babamla. Babamı gözüne kestirmesinin sebebi iyi huylu ve sakince bir adam olmasıymış. Babası gibi despot bir kocası olsun istememiş. Bir kafesten çıkıp başka bir kafese girmekten bir farkı olmazmış. Bu yüzden daha ılımlı ve sesi pek çıkmayan babamla evlenmeye rıza göstermiş. Babam da annem gibi bir kadını bırakın tavlamayı, rüyasında bile göremezmiş. Annemi görür görmez tutulan babam da annemin gönlünün onda olduğunu öğrenince elinden kaçırmadan nikahı basmış ve onu aile yadigarı bu eve getirmiş. Evlenmeden önce mali müşavirlik bürosunda çalışan babam, evlendikten sonra annemin de zorlamasıyla birkaç sertifika alıp kendi bürosunu açmış. Annem gelen paradan pek memnun olmasa da istediği elbiseleri almaya, haftada birkaç akşam dışarıda yemek yemeye, biraz da kenara koymaya yetecek kadar kazandığı için fazla zorlamamış babamı büro açıldıktan sonra. Her ay babamın verdiği paradan artakalan kısmı külotlarını koyduğu çekmecenin arkasına saklarmış. Aklında önceleri babamın aile yadigarı evini sattırıp bürodan da gelenleri toplayıp Avrupa’ya gitmek varmış. Bu yüzden her akşam eve yorgun argın gelen babamı yemekten sonra karşısına oturtup Fransızca çalıştırırmış. Halihazırda iş yapmayan büronun kirasını çıkarmak için imanı gevreyen babam yemekten sonra karısını kırmamak için dinler gibi yapar, ertesi akşama dinlediklerinin hiçbirini hatırlamazmış. Büro açıldıktan tam bir yıl sonra iflas bayrağını çekince babam önceden yanında çalıştığı mali müşavirin yanına yalvar yakar girmeyi başarmış. Annem ise babasından ve onun gibi bir kocadan kaçayım derken beceriksiz, sünepe bir adamın eline düştüğünü fark edince babamın suratına bakmaz, yanına yaklaştırmaz olmuş. Gelen parayı elbise ve dışarıda yenilen yemekler yerine viskiye yatırmaya başlamış. Babamın yüzüne bakmamış bakmasına, ama birkaç hafta sonrasında gelen istifraların sebebinin viski olmadığını, içinde büyümekte olan bendeniz olduğunu anlayınca babamın yüzüne bakmamanın pek de bir anlamı kalmamış, olan olmuş.

Dediğim gibi, annemin benimle konuşmaya ne zaman başladığını hatırlamıyorum, ama o güneşli Mart sabahı belleğimde yer eden ilk anım. Bu anının ne zaman ve nasıl zihnime düştüğünü soracak olursanız, bundan yaklaşık yirmi yıl önce rahmetli annemin mezarını ziyarete gittiğimde bu anının aniden gün yüzüne çıktığını söyleyebilirim. Birkaç yıl süren başarısız bir evliliğin ardından gelen boşanmanın üzerinden çok geçmemişti ki, doğup büyüdüğüm evin satışı için İstanbul’a gitmem gerekmişti. Aslında evin satışı bir nevi bahane olmuştu, çünkü bir süre kafamı dinlemeye ve üzerimden bir dozer gibi geçen bu ayrılığın üstesinden gelmeye de ihtiyacım vardı.

O eski anahtarı çevirip evden içeri adımımı attığımda yeniyetmeliğimin, ilk gençliğimin tozu burnumdan içeri doluvermişti. Anıları diyemeyeceğim, çünkü net bir anı gelmemişti aklıma; yalnızca belli belirsiz bir his. İnsan uzun bir aradan sonra anne babasının evine geldiğinde evden normal şartlarda almayacağı bir koku alır ya. Bu kokuyu almak için o evden bir süre uzak kalmak, eve yabancılaşmak gerekir. İşte böyle bir aranın ardından eve attığım ilk adımda burnuma dolan o kokuydu. Çocukluğumun o tanıdık, dilimin ucunda ama bir türlü söze dökemediğim o kokusu. İlk gece, burnumdaki bu belirsiz, tarifi mümkün olmayan kokuyla geçti. Ertesi sabah uyandığımda artık o kokuyu almıyordum. Koku yerini anı parçalarına bırakmıştı. Duvarda asılı duran aile resminin mükemmel simetrisi, perdelerin renginin koltuklarla olan uyumu, mutfak dolaplarının takdire şayan düzeni ve o kiraz desenli masa örtüsü… Tüm bunlar anneme ait milyonlarca küçük anı parçasını gözümün önüne getirdi. Yine de derli toplu bir anı denemezdi bunlara. Daha ziyade küçük kesitler, fotoğraf kareleriydi. Hepsi anneme aitti. Mutfağa girip musluktan kendime bir bardak su doldururken masaya baktığımda o vardı. Masanın başındaki ahşap sandalyeye oturmuş, Türk kahvesini mükemmel bir zarafetle yudumluyor, dergisini okuyor, bir yandan da sigarasını içiyordu. Vakit kaybetmeden giyinip kendimi dışarı attım. Kahvaltı bile yapmadan mezarlığın yolunu tuttum. Sanki beni bekliyormuş da geç kalmışım gibi bir telaşın içindeydim. Yanına vardığımda soluk soluğaydım. Ağzımdan çıkan ilk şey “geldim, işte buradayım” oldu. Şimdi düşünüyorum da, karnındayken benim onu duyduğum gibi, o da yerin altında beni duyabiliyor muydu acaba? Kim bilir?

Güneş mezar taşına vuruyor, doğum ve ölüm tarihlerini ısıtıyordu. Bense güneşin, safran kızılı, gür saçlarını aydınlatıp, kömür gözlerini parlattığını hayal ediyordum. Ben hayal ettikçe mezar taşı soluklaşıp kayboldu, o da kanlı canlı karşımda oturmaya başladı. Üzerinde diz kapağının biraz altına uzanan, kolalı yakaları tertemiz, pırıl pırıl beyaz elbisesi, narin ayaklarında en sevdiği hâkî rengi süet ayakkabıları, kulaklarında sünepe kocasının evlilikleri boyunca ilk ve son kez hediye ettiği zümrüt küpeleri. Bir Matisse tablosu olabilecek güzellikte karşımda duruyordu. Halihazırda soluk soluğa kalmışken nefes almayı hepten bıraktım. Ben olduğum yere çivilenmiş dururken o karşımda tüm rahatlığı ve pervasızlığıyla oturuyor, kendimi yeniden küçük bir oğlan çocuğu gibi özgüvensiz ve suçlu hissetmeme sebep oluyordu. Sanki bir sebepten ötürü kendimi savunmam gerekiyormuş da, ne söylersem söyleyeyim onu inandıramayacakmışım gibi geliyordu ve o da bunun farkında olduğunu göstermek için gözünü kırpmadan olanca özgüveniyle bana bakıyordu. Sonra ağzından jilet gibi keskin şu sözcükler döküldü, her biri tane tane: “İyi ki şansım varken defolup gittim.”

Buz gibi terin ensemden aşağı süzüldüğünü hissediyordum. Bir saniyeliğine gözümü kapayıp açmamla mezar taşı yeniden gözümün önünde belirdi. Bacaklarım zangır zangır titriyordu. Arkamı dönüp olanca gücümle koşmaya başladım. Taksiyle geldiğim mezarlıktan koşarak ayrıldım. Ne kadar koştum bilmiyorum, ama bacaklarım hareket etmeyi bıraktığında evin önündeydim. Titreyen ellerimle anahtarı çıkardım ve kendimi eve attım. Koku yoktu. Anahtar elimden kayıp yere düştü, bense hâlâ ayakta durabiliyordum. Dışarıdan daha yeni gelmiş olmama rağmen nefes alma ihtiyacı hissettim. Boğulacak gibiydim. Dizlerimde kalan son cılız kuvvetle kendimi arka bahçeye attım. Bahçeye çıktığımda annemin beyaz ferforje bahçe masasını ve birine oturup diğerine de ayaklarını koyduğu sandalyeleri gördüm. Aynı güneş, bu sefer mezar taşını, safran kızılı, gür saçlarını ya da kömür gözlerini değil, bahçe masasını ve iki sandalyeyi aydınlatıyordu. Birini çekip oturdum, tıpkı onun gibi. Bir diğerine de ayaklarımı koydum. Vücudum bitap haldeydi. Parmağımı bile kıpırdatamıyordum. Üstüm başım terden sırılsıklam olmuştu, ama en çok da pantolonum ıslanmıştı. Ter ve sidik kokusu birbirine karıştı. Güneş ışığı gözlerimi yakıyordu. Önce güneşten doldu gözlerim, sonra da ben koyuverdim. Başladım hüngür hüngür ağlamaya. Daha çok korkudan ağlıyordum, ama onca yolu koşmuş olmanın getirdiği fiziksel acının da payı az değildi. Terim yavaş yavaş soğuyordu, pantolonum ise yapış yapıştı. Aylardan Marttı, güneş ise yüzümü ısıtıyor, gözlerimi yakıyordu. Bense soğuk terden zangır zangır titriyor, bir yandan da ağlıyordum.

İşte tam o anda o malum anı, insanın dilinin ucunda dolanıp duran, ama bir türlü çıkaramadığı, sonra en beklemediği anda aklına gelen bir artist ismi gibi gözümün önünde beliriverdi. Kesif viski kokusu burnumdan içeri doldu. Mart güneşi mevsime inat yüzümü ısıttı. Bir yerlerden kuşların cıvıltısı ve çocukların bağırışları çalındı kulağıma. Sekiz ay, iki haftalığım. Sevgili annemin karnında sarhoşlukla karışık bir rehavet içinde yatıyorum ve varlığıma, silik kocasına, despot babasına, hayatındaki tüm erkeklere lanet okuyan biricik annem benimle konuşuyor: “Keşke ölseydi lanet herif de kurtulsaydım.”

Selvi Danacı