Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?

Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Deniz Ceren Türkkan

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

Aslında ben kitapsız bir hevesli olmaktan çok tutkulu bir hayalperesttim. Dürüst olmak gerekirse kitaplı bir yazar olmayı hiçbir zaman önemsemedim, bu yüzden süreç benim için bir parça tuhaf geçti denebilir. Her ne kadar “kitabı yayımlanmış bir yazar” olmayı zerrece umursamıyor olsam da genç denilebilecek bir yaşta, erkenden kitap sahibi oldum; bunda yayımlanmak konusunda acele etmeyi kendime yasak eden titizliğim büyük bir rol oynuyor. Benim için önemli olan en çetin koşullar altında bile yazmaya devam etmekti. Zaten sekiz yaşından beri yazmakla aramda sıkı bir bağ var, bu yüzden kendi halimde kısa öyküler kaleme alıyor ve bu öyküleri kılı kırk yaran bir özenle inceliyor, budamakla uğraşıyordum. Bu çabayı asla yayımlanmak için değil, bir bakıma, bu çileli serüvenden olağanüstü derecede haz duyduğum ve yazma uğraşını çok ciddiye aldığım, kendimi geliştirmek istediğim için harcıyordum. Sözün özü, öykülerimi bir dosya haline getirme düşüncesi yakın çevremin ısrarıyla karşılaşana kadar aklımın ucundan bile geçmedi. Daha sonra, öykülerimin niteliğinden emin olduğumda, “Neden olmasın?” dedim ve öykü dosyamı sevdiğim birkaç yayınevine sırasıyla gönderdim, sonuncu yayınevinden aldığım olumlu cevaba dek geçen süre içinde her bir yayınevi tarafından reddedildim. Sonuncu yayınevi İthaki Yayınları’ydı ve dosyamı kabul etti. Benim için süreç beklenmedik bir hızla ve şaşırtıcı bir biçimde gelişti.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?

Aslında bu biraz uzun bir mesele; ilk soruda da belirttiğim gibi Türkçe’yi söker sökmez okumaya ve yazmaya tutkun, hayalperest bir çocuk olup çıktım ve bu yaşıma kadar yazmakla aramdaki çözülmez bağlar hiçbir zaman gevşemedi. Bana sorarsanız öykücülüğümün ilk tohumları Ömer Seyfettin’in “Bomba” isimli öyküsünü okuduğumda atıldı, bu öyküyü okuduğumda henüz dokuz yaşındaydım ve sarf edilen sözcüklerin kıtlığına karşın nasıl derinden sarsıldığımı, âdeta çarpılarak dar bir coğrafyada derinleşmenin büyüsüne kapılmaktan kendimi alamadığımı net bir biçimde anımsıyorum. Buna karşın, lise öğrenimine başlayana dek öykü yazarı olmak hiç hesabımda yoktu. Bunun nedeni ağdalı dilim, en küçük olayları bile uzun uzadıya anlatış biçimim ve az sözcükle çok şey anlatmanın, yani ayakları yere basan bir öykü kurmanın zorluğundan yakınıyor oluşumdu. “Roman” türünü daha çok benimsemiş, bu türde daha başarılı olacağımı düşünmüştüm. Oysa benim öykü türüyle okur olarak tanışıklığım çok eskilere dayanıyor, her öyküsever gibi ben de pek çok öykü kitabıyla senli benli oldum, farklı yazarların, öykülerin etkisinde kaldım. Bazı öyküler vardır ki ilk okuduğumuz anda duyumsadıklarımızı hafızamızın karanlık kuytularına gizlemez, belleğin gelişigüzel anımsatmalarına teslim ederek aynı tadı zaman zaman hayalimizde uyandırmasını, bizi yeniden sarhoş etmesini bekleriz. Lisede okuduğum öykü kitapları, benim kesin kanımı değiştirmeye yetti: Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri’ndeki “Şeftali Bahçeleri” isimli öyküsünü okuduğumda öyle büyük bir hayranlık duydum ki, öykü sanatına ucundan kıyısından bulaşmamaya kararlı olmama karşın kısa öykü yazmanın çekimine kapılmaktan geri duramayacağımı anladım. Bu yüzden ilkin öyküler yazmakta karar kıldım.

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?

Öykü dosyamı hangi yayınevlerine göndereceğimi belirlerken, işe yayımladığı kitapları severek takip ettiğim yayınevlerinin kısa bir listesini çıkarmakla başladım. İthaki Yayınları’nın genç yazarlara şans tanıyan, nitelikli eserlere açık kapı bırakan bir yayıncılık amacı güttüğünü biliyordum; sözgelişi “İthaki Poetik serisi” bunun en açık kanıtıydı. Belirlediğim yayınevlerine dosyamı sırasıyla gönderdim ve reddedildim. Daha sonra dosyamın bir kez daha üzerinde durdum, son cilayı da çektikten sonra İthaki Yayınları’na gönderdim; İthaki en geç cevap veren yayınevi oldu ama kabul edilmiştim.

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?

Yayın kurulu onayından sonra editörüm Devrim Horlu ile “Düş Mesafesi” üzerine çalışmaya başladık. Son derece titiz, içime sinen bir çalışma oldu bu.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?

Daha önce de söylediğim gibi, kitabımın yayımlanması benim için hiçbir zaman birincil mesele ya da yazmanın ilgi çekici, heyecan verici tarafı olmadı. Bu yüzden yayımlanma sürecinde büyük şeyler ummadığımı itiraf edebilirim. Ama ilk kitap, hayatımda birtakım değişikliklere yol açtı: Bunu okurlardan aldığım tepkilere borçluyum. Özellikle kadın okurlardan yüreğime dokunan karşılıklar aldım; böylelikle yazarak insanların hayatlarına nasıl ustaca sızılır, insanlığın kadim yaraları nasıl ürpertilir, okur ve yazar arasındaki etkileşim nasıl kurulur öğrenmiş oldum ve bu benim hayatımın dönüm noktası oldu. Hele hele anlattıklarımla okuyanın derin yalnızlığını seyreltebildiğimi gördüğümde, okurla aramda koparılamaz gönül bağları oluştu. Öte yandan bu durum, bende yazma konusunda sorumluluklarımın artacağı izlenimini de uyandırdı. Artık daha ciddi, yazının eyleme geçiren etkisinin bilincinde bir genç olarak yazıyorum diyebilirim.

Telif aldınız mı?

Evet, imzaladığım sözleşmede belirtilen miktar kadar telif aldım.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?

Edebiyat dergileri lisede elimden düşmezdi, hala düşmüyor. Notos, Varlık, Sincan İstasyonu en sevdiğim dergilerdi, hiçbir sayısını kaçırmazdım. Ben iyi bir dergi okuruydum ama yazılarımı dergilere göndermeyi hiçbir zaman düşünmedim. Yaratılarını gizleyen, ketum yazarlardan olduğum için değil, az evvel değindiğim gibi, yayımlanmak ilk hedefim olmadığı için belki.

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?

Aslında bakarsanız yakın çevrem pek kalabalık değildir, yakın çevremi oluşturan kişilerse okuma-yazma uğraşında ne kadar ciddi olduğumun yayımlanan kitabımdan bağımsız olarak farkındaydılar. Öte yandan, yazıyla aramdaki ilişki otobiyografik bir süreci kapsıyordu ve çok özeldi, bu yüzden birilerini ikna etme çabası göstermeden, doğrusu alabildiğine özgürdüm. “Düş Mesafesi” bu anlamda ayrıca bir özgürlük alanı kazandırmadı bana.

Peki, bundan sonra?

Benim tasarladığım pek çok şey var, dur durak bilmeden yaratmayı sürdürüyorum. Kısa öyküler kaleme alıyor, roman yazmayı hedefliyorum. Kısacası okumaya ve yazmaya ara vermeden devam edeceğim.