Herman Melville’in “Moby Dick” adlı romanı Sel Yayıncılık tarafından yayımlandı. Romanı, çevirmeni Deniz Keskin ile konuştuk.

Deniz Keskin

“Moby Dick”i çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Aslında böyle bir karar vermedim, mümkün mertebe daha rasyonel kararlar vermeye çalışıyorum. Uzun bir süre önce arkadaşım Ahmet Birsen, Moby Dick’in yeni bir çevirisinin yapılması gerektiğini söyleyip duruyordu. Başlarda üstüme alınmadım ama kendisi üsteleyince bir akşam iki üç sayfa çevirmek için bilgisayarın başına oturdum. Amacım böyle bir çeviri sürecinin ne kadar yavaş ilerleyeceğini, ne kadar zor olduğunu, yüklenmek istemeyeceğim kadar fazla sorumluluk içerdiğini kanıtlayacak kadar malzeme biriktirip teklifi gönül rahatlığıyla reddedebilmekti. Fakat kendimi o kadar kaptırdım ki, saatlerce çevirinin başından kalkamadım. Aynı şey bir sonraki gün, ondan sonraki gün de devam edince bir süre sonra bu kitabı çevireceğimi kabullenmek zorunda kaldım.

Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?

Yaklaşık 15 yıldır çeviri yapıyorum. Belli, kısıtlı bir yelpazede çeviri yaptığımı söyleyemem. Arkadaş çevremde ve tanıdıklarım arasında epeyce çevirmen, editör, yayıncı olduğu için genelde bana önerilenler arasından hoşuma giden kitapları seçerek çeviriyorum. Edebiyat çevirisi de yapıyorum, edebiyat dışı çeviriler de. Fakat gönlümün daha çok edebiyattan yana, ya da derdini çok mekanik bir dille anlatmayan kurgudışı kitaplardan yana olduğunu söyleyebilirim.

Rutin konusuna gelince, İTÜ’de öğretim görevlisiyim ve öğretmenlik çok “sesli” bir iş. Bütün gün ders anlattıktan sonra eve gelip bilgisayarın başında daha “sessiz” bir iş olan çeviriye gömülmeyi seviyorum. Dolayısıyla kışın geceleri, yazın fırsat buldukça günün her anında çeviri yapıyorum. Alışkanlık icabı epeyce hızlı çevirip metnin üstünden tekrar tekrar geçiyorum. Çeviri teslim edilecek hale geldiğinde metinde baştan sona iki, üç kez gidip gelmiş oluyorum genelde. İlk çeviriden sonra çıktı üzerinde çalışmayı seviyorum.

“Moby Dick”in çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Çok keyifli ama bir o kadar da zor bir süreçti. Bir yıldan fazla, iki yıldan az sürdü. Bir yandan mesaili çalıştığım için çevirinin toplam ne kadar sürdüğünü net ayıramıyorum. Moby Dick çevirmenin en zor kısmı sanırım olayların bir gemide geçiyor olmasıydı. Denizcilik diline Türkçede de çok hâkim olmadığım için, romandaki olaylar da 19. yüzyılda gerçekleştiğinden, denizcilik terimleriyle (ve dönemin denizcilik diliyle) boğuşmak epey zaman aldı. Sonradan Moby Dick’i farklı dillere aktaran çevirmenlerin de benzer zorluklar yaşadıklarını okudum. Hatta Makedoncaya çeviren çevirmen, denizcilik kavramlarının pek çoğu anadilinde de olmadığı için çok sayıda sözcük türetmek/uydurmak zorunda kalmış.

Bunun dışında, Moby Dick edebiyat kanonunda kapladığı yer açısından çok büyük bir eser. Bu işe kalkışmış olmak da insanda başlı başına baskı yaratıyor. Çeviri işinin kendisi kadar bu “yük” de bir zorluk oluşturuyor ister istemez. Çevirdiğim kitaplar arasında en çok Moby Dick’i çevirirken yanlış notaya basmaktan bu kadar çok korktum diyebilirim.

Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı Herman Melville? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?

Ortalama bir okur kadar aşinaydım, bir Melville âşığı olduğumu söyleyemem. Pek çok klasik gibi Moby Dick’i de lise döneminde elime almış, çok verim alamadan (muhtemelen yer yer atlayıp zıplayarak) okumuştum. Çevirmek üzere orijinal metnin başına oturunca “Ben ne yapmışım!” dedim ama belki de böylesi daha hayırlı oldu. Her çeviri süreci esasında bir okuma sürecidir de, hem de metni didik didik ettiğiniz, yavaş çekimde sindirdiğiniz bir okuma süreci. Çeviri yapıyor olmaktan dolayı hızınız otomatik olarak kısıtlandığı için bir sayfada yarım saat, bir saat, saatlerce, bazen günlerce kalırsınız. Bu sayede ben de Moby Dick’i doya doya, sindire sindire, tadını çıkara çıkara tekrar okuma şansı bulmuş oldum.

Herman Melville orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?

Hükmünü vermek aslında bana düşmez ama Melville son derece muzip, son derece geveze, son derece bilmiş ama son derece de bilgili ve dile hâkim bir yazar. Moby Dick’i okuyanların (ve okumayanların) üstünde uzlaştığı bir nokta da (en azından bu eserde) biraz daldan dala atlaması, tali yollara sık girmesi. Fakat bu tuğla gibi romanı dinamik kılan şey de biraz bu bana sorarsanız. Melville sürekli konuşuyor. Hem kendi konuşuyor hem Ishmael’in ağzından konuşuyor, hem okura sesleniyor hem de dönemin bilimsel kaynaklarıyla, tarihsel anlatılarıyla, dini kanaatleriyle doğrudan konuşuyor, hatta yer yer bunlarla kavgaya tutuşuyor. Dolayısıyla bir “deniz romanı” olmakla kalmıyor okuduğumuz şey. Yazıldığı dönemin Amerika’sını, dünyasını, insanını, hâkim fikirlerini de tarayan ve bu fikirleri zaman zaman pekiştiren, zaman zaman yerden yere vuran oldukça zengin bir tablo çıkıyor karşımıza.

Moby Dick denince nedense akıllarda bir “ağır kitap” çağrışımı canlanıyor. Fakat Melville bu kitapta aslında son derece oyuncu, muzip bir dil kullanıyor. Mizahi bir roman demeyeceğim elbette, ama mizahın bir yerlerden sürekli göz kırptığı bir roman diyebilirim Moby Dick için.

Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?

Özellikle bir bölüm seçemem ama Kaptan Ahab’ın “delirdiği” kısımların epey etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Kitabın 36. bölümünde başlayan ve 37. bölümdeki

Cüret ettiğim bu şeyi ben arzuladım, arzuladığım şeyi de yapacağım! Beni deli sanı­yorlar, hele Starbuck… Ama mecnunum ben, çılgınlık çıldırttı beni! Öyle bir vahşi çılgınlık ki bu, ancak ve ancak kendini fark ettirmek için durgunlaştığı oluyor. Benim bacağımı yitireceğim bir kehanetten ibaretti. Evet, bu bacağı kaybettim. Şimdi benim kehanetim de şu: Benim bedenimi parçalayanın bedenini de ben parçalayacağım. Böylece hem kâhin, hem de kehaneti nihayete erdiren olacağım. Bu sizlerden, siz büyük tanrılardan bile büyük bir kudret.”

gibi tiratlarla yükselen öfke krizleri herhalde pek çok okurun tüylerinin diken diken olduğu anlardır. Ama tek bir bölüm seçmek zorunda olsam, “Ertesi sabah şafak sökerken uyanınca Queequeg’in son derece sev­gi ve şefkat dolu bir hareketle kolunu üstüme attığını fark ettim. Dışarıdan bakan biri beni onun karısı zannedebilirdi.” diye başlayan, “Queequeg’in damat kolu gibi üstüme dolanmış kolunu itmeye çalışıyordum, ama o derin derin uyuduğu halde bana sımsıkı sarılmaya devam ediyordu. Bizi ancak ölüm ayırabilecek gibi görünüyordu.” diye devam eden dördüncü bölümü seçerdim. Okurken de çevirirken de bol bol güldüğüm bir bölüm oldu.