S. Sinan Özer
Korku

Gürültü tam da arkadaşıma “Ölüm sana gelsin, sen ona gitme,” dediğimde yankılanmıştı ormanda. İkimiz de yürüyüşümüzün sonlarına doğru yorulmuş, bulduğumuz iki deve hörgücünü andıran taşlara oturmuştuk. Aslında ona hayatımı kökten değiştirecek bir olaydan bahsedip her zaman güvendiğim engin bilgisinden faydalanacaktım. Fakat kulağımızı sağır edercesine dört bir yana yayılan ses, bütün aklımdan geçenleri bir anda buharlaştırmıştı.

Yaprakların arasından görünen güneş, tam ortasından geçen kara bir dumanla ikiye bölünüyordu. Dağ, tepesine düşen her neyse, onun etkisindeydi. Ormanda, gürültüyle birlikte birkaç telaşlı kanat çırpışın ardından duyulan hiçbir şey kalmamıştı. Öyle ki arkadaşımın nefes alışları bile duyulmuyordu artık. “Düşen şeyi görebildin mi?” diye sordum sessizliği bozarak ama ondan hiçbir cevap alamıyordum. Adeta Medusa gibi donup kalmıştı taşın üzerinde. İşte o zaman içimi büyük bir korku kapladı. Ne olup bittiğini bir an önce öğrenmeliydim. Yoksa bu bilinmezlikle yaşamam mümkün değildi.

Aşk

Koskocaman tatili bu alabildiğine ıssız ormanın, kim bilir hangi tarihte yapılmış köhne otelinde geçirmeye mecbur değildim. Kocam ne yaparsa yapsın beni ikna edemiyor, aksine ısrarı inadımı gün geçtikçe daha da güçlendiriyordu. Onu o eski püskü odada bırakıp bari oksijensiz kalmayayım diye, otelin az ötesindeki patikada yürümeye karar verdim. Böyle bir şeyin olabileceğini nereden bilebilirdim ki.

Keçi yolu ayaklarımın altında uzadıkça, bacaklarımdaki yürüme arzusu katbekat artıyordu. O an geriye dönmemek, bir daha kocamın yüzünü görmemek geldi içimden. Aslında onu sevip sevmediğimi de bir türlü bilemiyordum. Gençlik rüzgârı beni bir sonbahar yaprağı gibi savurmuştu ona. Yaşımız ilerleyip de tenlerimizden aldığımız haz azalınca, ikimiz de bunu daha şiddetli hissetmeye başlamıştık. Şimdi şu geniş ormana doğru attığım her adımda, ayrılık fikrinin bana gitgide daha da yaklaştığın fark ediyorum.

Birkaç metre ötede patikayı bitiren çalılıklar çıkıyor karşıma. Yeşil yapraklarına arılar konup kalkıyor, iyice yaklaşıp onların düzenli hareketlerini seyrediyorum. Sonra bir rüzgârla gelen gürültü, uykusundan sarsılarak uyanan bir insanın sersemliğine büründürüyor beni. Hızla arkamı dönüyorum. Otelin ardındaki dağdan koca bir duman yükseliyor. Geri dönmek için var gücümle koşuyorum ama acaba yetişebilir miyim?

Şevk

Dört bir yanını ağaçların çevrelediği bu küçük gölün etrafında, ancak üç tur koştuktan sonra yoruluyorum. Annem, babam ve doktorum aralarında geçen konuşmaları anlamadığımı sanıyorlar ama ben her şeyin farkındayım. Sadece ağzımdan çıkan sözlerle davranışlarım onlarınki gibi düzgün değil, o kadar. Gerçi, bazen ben bile kendimi anlayamıyorum ya neyse. Birkaç hafta önce doktorun tavsiyelerine uyarak başladıkları, beni bahçelere, parklara götürüp biriken enerjimi atma seanslarının bilmem kaçıncı seferindeyiz. Sırf onların gönlü olsun diye amaçsızca koşuyorum. Bana kalsa şu soğuk gölde yüzmek varken yaz sıcağında koşmak büyük aptallık. Ama işte akıllıların yaptıkları delilikler, ne diyeceksin. Allah’tan spor ayakkabım yeni de ayaklarım ağrımıyor.

Bir tur daha mı atsam? Yok, artık daha neler. Hem babam köfteleri pişirmiştir bile. Yememek için nazlansam mı yine? Karnımda o kadar aç ki. Neyse bu sefer uslu bir çocuk gibi davranacağım. Onların da yıllardır beklediği bu değil mi zaten? İştah açan bu koku da ne böyle? Yoksa aklımdan geçen mi acaba? Evet, bu annemin özenle hazırladığı köfteler, beni çağırıyorlar.

Birkaç usul adımın ardından bacaklarım kendi kendine koşmaya başlıyor. O an bir gürültü kopuyor dağda. Herşey, hatta göldeki balıklar bile oraya bakıyor. Bir mıh gibi toprağa saplanan bacaklarımı kurtarmak, küt küt çarpan kalbimi ferahlatmak için dağa bakıyor, ne olup bittiğini görmeye çalışıyorum. Sonra köftelere pardon eve doğru koşuyorum.

Hüzün

Kitabıma konan sinek sayfanın üzerinde oradan oraya dolaşıyor. Kıl kadar ince bacaklarını dokundurduğu sözcükleri takip ediyorum. Ayna… Karanlık… Kurbağa… Kanatlarını titretiyor. Ardından ormana doğru uçup kayboluyor. Peşine düşen gözlerim boşlukta bir müddet asılı kalıyor. Bunu neden yaptığımı sormayın bana. Kendimi bildim bileli benden ayrılan, kopan her ne olursa olsun hep böyle bakakalırım. Belki de her daim bırakılan, terk edilen biri olduğumdandır. Size daha fazla anlatmak isterdim ama sadece bu kadarlık bir açıklamaya izin veriyor. Kim mi? İçimdeki ses tabii ki. Ona, yani ancak yalnız kaldığımızda benimle konuşan asıl bene. Yıllarca katlanılmaz bir arkadaş olduğunu yüzüne haykırmak istiyorum ama ne mümkün. Onu gördüğüm anda, kahrolası sadakatim beni hemen yakalıyor.

Burası yavaş yavaş tenhalaşmaya başladı, gelir birazdan. Acaba yine o kayayı yüklendi mi? Ne anlıyor onu taşımaktan bir türlü çözemedim. Belki de bu ona verilen bir cezadır. Hani şu yokuş aşağı yuvarlanan kayayı her gün yukarıya taşıyan adam vardı ya, işte onu andırıyor. Nihayet gölgesi göründü. Sakın, “Bu kadar uzaktan nasıl tanıdın?” diye sormayın bana. Onun her şeyini aklıma kazıdım. Hem insan kendi gölgesini tanımaz mı? Bakın şimdiden onun gibi olmaya başladım bile. Neden böyle oluyor ki? Şakaklarım zonkluyor. Artık kâbus görmek için uykuya ihtiyacım yok. Yeter ki onun geldiğini hissedeyim.

Bugün ağırdan alıyor belli ki. Nasıl olsa onu burada sabırla bekleyen biri var. Ama bu sefer ona bunu belli etmeyeceğim. Dur, nerede kalmıştım. Kitabı biraz daha kaldırayım da gözlerim görünmesin. Hadi yoğunlaş bakalım. Karanlık köşedeki iki büyük kurbağa gözü… Hayır, olmuyor. Bu gölge uzayıp bana ulaşana kadar rahat yok. En iyisi beklemek. Sonunda düşüyor üzerime. O an batıdan yükselen gürültü, bizi bir bütün haline getiriyor.

Koyu bir dumanın yükseldiği dağa bakıyoruz. Ruhumuza ağır bir hüzün çöküyor ama mutluyuz. İlk defa birbirimize saygı duyuyor, birlikte aynı şiiri anımsıyoruz.

Hüzün ki en çok yakışandır bize
Belki de en çok anladığımız.

Şehvet

Ne kadar da güzel bir cami yapmışlar. İkindi ezanını okuyan müezzinin sesi de yanık mı yanık. Adeta Abdussamed dirilip gelmiş de bizim küçük mesire yerinde ezan okuyor. Doğrusu burada ikindi namazı vaktinde kimsecikler camiye uğramaz. İnsanlar ya yemek yeme telaşındadır ya da gezip tozmada. Bence burada görülmeye değer tek yer şu cami. Heyhat gel gör ki göle ve ormana bakan gözlerin yarısı bile buraya dönmez. Herkes yalan dünyaya o kadar dalmış ki çıkarabilene aşk olsun. İşte iki ihtiyar salına salına geliyor. Onların bile bakışları sağa sola kayıyor. Şimdi, “Canım senin gözlerin hiç dolaşmıyor mu etrafta?” diye soracaksınız. Elbette benimkiler de başka yerlere bakıyor. Ama onların tabiata ve beşere baktıkları gibi şehvetle değil, merhametle. Sakın beni kibirli biri sanmayın. Sadece olması gerektiği gibi yaşıyorum, işte o kadar. Birazdan abdest alıp çıkarlar. Onlara peçetelerini hazırlamalıyım.

Bazen çocuklarla anneleri de gelir buraya. Binbir güçlükle temizlediğim yerleri on dakikada mahvedip giderler. Neredeyse hepsi sadece burayı kullanmak için o uzun patikayı yürürler. İşte çocuk sesleri yaklaşıyor. Bari babaları olsa yanlarında. Şimdi cinsi latife hiç kibarlık taslayamam doğrusu. Yok, yine küçük elleri tutan o narin parmaklar. İki kadını da göründükleri ilk andan itibaren süzmeye başlıyor gözlerim. O an içimde bir şeyler canlanıyor. Garip bir heyecan, ardına taktığı sıcaklıkla yükseliyor. Kafamı sağa sola çevirmek istiyorum. Fakat yeni yontulmuş bir heykel gibi, öylece kalakalıyorum. Tam da olması gerektiği gibi.Bedenimde bir alev topunun büyüdüğünü hissediyorum. Asırlardır uykusunda olan bir yanardağın patlamadan önceki titreşimlerini duyumsuyorum. Yer ayağımın altından şiddetli bir gürültüyle kayıyor. Gözlerim az ötedeki dağa ve ardında yükselen dumana kilitleniyor. Yoksa kıyamet mi kopuyor?

Özlem

Dede yadigârı dürbünümle göle ve ormana bakıyorum. Şişmanca bir çocuk olabildiğince koşuyor, bir yandan da ellerini birbirine vurarak etrafındakileri korkutuyor. Gölün dört bir yanında yelpazelerin savurduğu dumanlar, ormanın içinde kayboluyor. Ağaçların gölgesine kurulan salıncaklarda çocuklarla gençler neşe içinde sallanıyor. Bakışlarımı içlere doğru uzanan patikaya çeviriyorum. Bir kadın öfkeli adımlarla yürüyor. Kollarını göğsünde birleştirmiş, üşüyormuş gibi bir hali var. Hem de bu sıcakta. Başımı dürbünden gözlerimi ayırmadan kaldırıyorum. Issızlığa yakın bir yerde bir cami beliriyor. Ahşap gövdesiyle antika bir eser misali salınıyor. Hemen sağındaki derme çatma tuvalet olmasa, masallardan çıkıp gelmiş saraylar gibi. Beton yapının boyası eskimiş demir kapısının önünde, çatık kaşlı bir adam duruyor. Elindeki beyaz şeyleri arada bir sallayıp serinlemeye çalışıyor. Neden bu kadar gergin ki? Onu bu halde bırakıp dağa doğru bakmaya başlıyorum. İki adam, kan ter içinde kalmış. Belli ki koşarak çıkmışlar oraya. Biri heyecandan yerinde duramıyor. Öteki onu görmüyor bile. Batmakta olan güneşe bakıyor. Ama ben yine de gözlerini üzerimde hissediyorum. Bu kadar uzaktan beni görüyor olamazlar ya?

Onları bir müddet daha seyredip ardından ormana geri dönüyorum. İki saksağan, saklandıkları yerden arada bir başlarını uzatıp etrafı gözlüyor. Üzerlerinde adını koyamadığım bir şey var. Sanki yıllardır özlemini çektiğim ve hep aramakta olduğum hissi bulup huzura ermişler gibi. Onların hemen hemen birkaç metre berisindeki bir düzlükte, tekerlekli sandalyesine kurulmuş kitap okuyan genç bir adam var. Arada bir bedenini sağa sola eğiyor, bunu yaparken de gözlerini kitabından ayırmıyor. Etrafında bir yaşam akıp gidiyor ama o her şeyden soyutlanmış bir halde. Kitabın adını merak ediyorum. Bakışlarım usulca kayıyor, İshak. O an gök bir anda kararmaya başlıyor. Üzerime düşen gölge, göz açıp kapayıncaya kadar büyüyor. Sırtıma değen alev bir anda her şeyi silip atıyor.

S. Sinan Özer