17. Temmuz.21

Aşağıçobanisa ile Yukarıçobanisa köyleri arasında terk edilmiş bir benzin istasyonu var. Orası dünyanın en hüzünlü yeri olabilir.

Aşağıçobanisa ile Yukarıçobanisa arasında
bir benzin istasyonu göreceksin
sakın ağlama

***

Ay tepede bir kanlı portakal dilimi gibi duruyor. Biri onu, oraya tutuşturmuş ya da asmış gibi. Birisi birazdan onu yiyecekmiş gibi.

18. Temmuz.21

Kâtip Bartleby bugün yaşasaydı ve akıllı telefonu olsaydı “yapmamayı tercih edemezdi.” Çünkü günün her saati ulaşılabilir olacaktı, patronu onu zırt pırt arayacaktı, WhatsApp’ta iş grupları olacaktı…

Kâtip Bartleby bile bu kadarına dayanamazdı, yapmamayı tercih edemezdi.

20. Temmuz.21

Güzel yurdumuzun Ege sahilleri çok güzel… Daha doğrusu güzel olabilirdi. Bu kadar sıcak olmasaydı, bu kadar insan olmasaydı, bu kadar araba olmasaydı, bu kadar sivrisinek olmasaydı… Çok güzel olabilirdi.

26. Temmuz.21

Bir süredir, çok yakınımdaki birkaç kişi müstesna, herkes aynıymış gibi geliyor bana. Herkesin biricik olduğunu yıllardır hem doğru saydık hem de bunun bugünkü günde bir tüketici kışkırtma yöntemi olduğunun farkındaydık. Bütün bunların dışında bir duygu bendeki: hissiyat, gözlem, sanı, belki yanılgı, adına ne derseniz.

İnsan elbette parmakizinden başlayarak biricik. Fakat birçok bakımdan da aynı. Herkes kendi aşkının, hayatının, yazdığının, evladının, karısının-kocasının, sevgilisinin, evinin, memleketinin biricik olduğunu sanıyor. Herkesin bencilliği, vurdumduymazlığı, hışırlığı, kıskançlığı, hırsı, şallamşopluğu, zırtapozluğu aynı oysa. En büyük aynılık burada.

Bütün bunların dışında: Hep aynı kişiyle konuşuyorum, hep aynı kişiyi izliyorum, hep aynı kişinin yazdıklarını okuyorum sanki.

Aynaya baktığımda da hep aynı kişiyi görüyorum. Korkunç bu!

28. Temmuz.21

Exxen’de yayımlanan, Aziz Kedi ve Feyyaz Yiğit’in kaleminden çıkma “Gibi”yi çok beğendim. Son birkaç bölümüm kaldı ama şunu söyleyebilirim rahatlıkla: İronisi, mizahı, absürdü kararında bir dil yakalamışlar. Diyalogların sahiciliği de cabası. Oyunculuklar da iyi olunca yaz dizisi denen o garabet türün ekranları istila ettiği bir zamanda ilaç gibi geldi bana Gibi.

29. Temmuz.21

Ezginin Günlüğü’nün en sevdiğim albümlerinin, adı tek kelimeden oluşan albümler olduğuna karar verdim: Ölüdeniz, İstavrit, Rüya, Oyun, Ebruli.

Sonra epey bocaladım, karar değiştirdim ve hepsini ayrı ayrı sevdiğime vardım.

30. Temmuz.21

İsmail Sertaç Yılmaz’ın The Poet House yayınevi güzel işler yapıyor. Geçenlerde Semih Gümüş’ün iki denemesinden oluşan bir kitabını yayımladılar: Yazarın Ölümü. Bayram tatilinde okumak üzere yanımda götürdüğüm halde okuyamadım. Kitap benimle birlikte bir geziye çıktı, Dikili’ye ve Kınık’a gelip Ankara’ya geri döndü.

İki denemeden oluşuyor Gümüş’ün kitabı: Yazarın Ölüm Düşüncesi ve Bir Bavul Kitap. Ben bu dünlükte ikinci denemeden açacağım. Bir Bavul Kitap adlı bu yazısında Gümüş, okur olarak hepimizin tecrübe ettiği sorunlara değinmiş. Bir okur, bir okur-yazar olarak kendi kişisel okuma tercihlerini paylaşmış bizimle. Gümüş, kütüphanesinin büyükçe bölümünü bir kütüphaneye vermiş. Tekrar okumanın okuru derinleştiren yanından dem vurmuş. Kırk kitaplık bir bavul-kütüphane de yapmış kendisi için, bu kırk kitaplık listede şaşırtan bir tercih yok. [Ben sadece Per Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz’una şaşırdım. Okumadım kitabı, Gümüş’ün bu sözlerinden sonra okuyacağım.]

Gümüş, deneyimli bir okur, yazar ve yayıncı olarak okurun kitap okuma davranışları hakkında da söz almış:

Yalnızca “en çok satanlar” listelerine, kitapçıların vitrinlerine, medyanın tuttuğu projektörlerin ışığına bakarak kendi kitap listelerini hazırlayan okurlara ne demeli… susmak en iyisi. İnsanın kendine ettiği kötülükler arasında tarihe böyle bir im düşülmemiştir belki ama ortalama edebiyatı popüler olduğu için edebiyatın yerine koyan okurun kendi canına böyle kıyışı ancak ergen körlüğüyse bağışlanabilir.

Gümüş’ün bu sözlerine hak vermemek elde değil: Zamanımız kısıtlı, okuyacağımız kitaplar sınırlı… Okuyacak çok çok iyi kitaplar varken, onları dönüp dönüp okumak varken, neden ortalama kitaplara, kötü yazarlara saplanıp kalıyoruz? Neden vasat bir beğeniye razı oluyoruz? Çünkü Gümüş’ün bahsettiği projektörlerin ışığından kaçamıyoruz. Eminim kendisi de bu konuda, yayıncı Semih Gümüş ile okur-yazar Semih Gümüş arasında bir gerilim yaşıyordur. Gümüş’ün iyi kitaplar basma niyetinden şüphe edemeyeceğimize göre bir çelişki yaşadığına emin olabiliriz. Çünkü hepimiz [e-yayıncılar, yazarlar, okurlar, dergi çıkaranlar, yayıncılar, sosyal medyada kitap paylaşanlar, kitap eklerine yazanlar…] az ya da çok, öyle ya da böyle vasat’ın ateşine odun taşıyoruz.

Kendimize, tıpkı Semih Gümüş’ün kırk kitaplık bavulu gibi, bir öz-kütüphane kurabilir miyiz? Diyelim aynı 40-50 kitapla geçirebilir miyiz kalan okurluk ömrümüzü? Kendi adıma konuşacak olursam: Benim için şu anda bunu yapmak çok zor. Belki ileride, “yaş aldıkça” yapabilirim. Fakat mevcut durumda tüm okurlar için orada, buz gibi ortada olan bir şey var: Klasiklerin ya da niteliği kuşku götürmez kitapların yanı sıra yeni çıkan yazarları, kitapları da merak eden okur, vaktini ziyan etmeden nasıl ulaşacak iyi’ye? Belli ki kitap ekleri, okuma listeleri bu konuda tam anlamıyla tatmin edici değil. Yaşı kemale erip de kendi bavul-kütüphanesini oluşturana kadar, bu hayali okurumuz yolunu nasıl bulacak? Kime, hangi yazara, hangi eleştirmene, hangi dergiye güvenip okuma listesini oluşturacak?

Burada iş, Gümüş’ün de bahsettiği ve hepimizin bildiği [çünkü iştirak ettiği, çünkü katkıda bulunduğu] popülerlik ve vasatlık saçan, okurda epey uzun süren bir geçici körlüğe neden olan medya projektörlerinin yerle bir edilmesinde. Burada iş, bunu yapmaya cesaret edecek okur-yazarlarda, eleştirmenlerde, Instagram ve Twitter fenomenlerinde, yayıncılarda, kitap eki ve dergi çıkaranlarda, ödül jürilerinde, kitapçılarda, edebiyat yayıncılığı yaptığını iddia eden e-platform yöneticilerinde, editörlerde, çevirmenlerde…

İşin özü: Sadece iyi kitaplar hakkında değil, kötü kitaplar hakkında da yazma cesareti bize lazım olan. Buna cesaret edecek olanlar, orta-kısa vadede bu edebiyat ortamı denen tuhaf yaratıktan tepik yemeyi elbette göze almalı. Zaten bu yüzden bu noktadayız. Kimse dışlanmak istemiyor, kimse aldığı reklamdan olmak istemiyor, kimse herhangi bir belediye ödülünün jürisiyle bile ters düşmek istemiyor.

Bu ahval ve şerait içinde, okur –bu memleketteki herkes gibi– yalnız. Yapayalnız.

Onur Çalı