Roza Alkan

Babamın öldüğü gün alışık olduğum dünyayı da yitirmişim, bunu çok sonra fark ettim. Her şey bir anda tepetaklak olmuş, neresinden tutup düzelteceğimi bilememiştim. Yine aynı kapıdan girdim, aynı pencereden baktım, aynı yatakta yattım ama bir daha ne ben eskisi gibi olabildim ne de dünya.

Olacaklardan habersiz her zamanki coşkumla koşturup duruyordum o gün. Önceden bilsem ne yapardım bilmiyorum. Sonradan da ne yapacağımı pek bilemedim. Zordu. Bir anda, kısacık bir anda tuzla buz olabilen bir dünyaya sırtımı nasıl dayayacaktım?

Annemin, almayayım diye her seferinde sakladığı küçük mavi leğenle okulumuzun karşısındaki tepeden kayıyordum. Kışın beden eğitimi dersinin olduğu gün herkes okula leğen ya da küçük tahta kızak getirirdi. Mecburi hizmetini bitirip gitmek dışında derdi olmayan öğretmenimizin de canına minnetti bu durum. İki ders saati boyunca ona sorun çıkartmadan deliler gibi eğlenirken o da, her zaman bize yaktırdığı lojman sobasının önünde uyuklardı. Ders bittiğinde, üstümüz başımız sırılsıklam olmasına rağmen eve gitmeyi akıl etmez, hava kararana kadar kaymaya devam ederdik.

O gün de tıpkı diğer kış günlerinde olduğu gibi erkenden kararmıştı hava. Buna rağmen kaymaya devam ediyorduk. Oyunu bırakmak zordu. Hiç kimse grup dağılmadan eve gitmez, eğlencenin tümünden mahrum kalmak istemezdi. Tüm geceyi burada geçiremezdik. Son defa topluca kayıp dağılmaya karar verdik. Elimde, popomun zar zor sığdığı küçük mavi leğenim, türkü söyleye söyleye eve yöneldim. Annemin olası hışmından korunmak için odunluktan bir kucak dolusu kuru odun alarak içeri girdim. Sönmeye yüz tutmuş ateşi tekrar harladım. Sırılsıklam olan pantolonumu, çoraplarımı çıkarıp sobanın borusundaki şişlere astım, çizmelerimi kurumaları için arkasına koydum. Sobanın üstünde kaynayan mercimek çorbasının kokusu tüm evi sarmış, sabahtan beri bir şey yemediğimi o an fark etmiştim. Babam gelmeden sofra kurulmazdı. Eli kulağındaydı ama. Birazdan çizmelerindeki karı silkelemek için ayaklarını üst üste sertçe basamaklara vuracak, kardeşlerimle koşarak kapıyı açacaktık.

Sarp dağların arasına kurulan, dağların yamacı ve gökyüzü dışında hiçbir yeri görmeyen küçücük köyde, hayvancılık dışında yapılabilecek başka bir iş yoktu. Ahırlar ezelden beri köyün dışında, meraların ve suyun bol olduğu dağın öte tarafındaydı. Yetişkin erkekler sabah erkenden evden çıkar, ancak gün battıktan sonra dönmüş olurlardı. Köyün neden oraya değil de bu kuş uçmaz kervan geçmez yere kurulduğunu da sonraki yıllar anlayacaktım. Ve anladığım her şeyi omuzumda bir yük olarak taşıyacaktım her yere.

Babam gecikmişti. Akşam ezanı okunmuş, Melle* aşağı mahalledeki evine doğru yol almıştı bile. Telaşlanmak için erkendi belki. Annem, kurt saldırısı olabileceğini düşündü. Gerçi bu konuda tedbiri elden bırakmazdı kimse. Tüm ahırların çoban köpeği olmasına rağmen, her gelişlerinde en az üç hayvanı zayi etmeden gitmezlerdi. Kurtlarla yapılan hiçbir mücadele şimdiye kadar başarılı olmamış, bu da onlara karşı olan öfkeyi ikiye katlamıştı. Anlamsız bir öfke. Onlar da babam gibi ekmeğinin derdindeydi.

Daha fazla katılaşmasın diye çorbayı alıp sobanın arkasına koydu annem. Balkona çıkıp babamın geleceği iki dağın arasındaki daracık yola baktım. Hava kararmış ama kar aydınlığı olduğu için gelenleri görebilirdim. Beş dakikada bir çıkıp bakıyordum, fakat ne gelen vardı ne giden.

Zaman ilerliyordu. Kardeşlerimin, minderleri birleştirerek yaptıkları oyun evine bile telaş hakim olmuştu. Daha fazla dayanamayacağını söyleyen annem, diğer köylülerin dönüp dönmediğini kontrol etmeye gitti. Kısa süre sonra da geldi. Dediğine göre herkes dönmüştü. Babamın her zaman birlikte geldiği, sınıf arkadaşım İbrahim’in babası hariç. Köylülerden biri, ahırların kapısını kapattıklarını, ağaç kesmek için dağın yamacına doğru gittiklerini söylemiş. Çanak anteni evin damına yerleştirdiğimiz halde Med TV çekmiyordu. Babam, anteni yükseltmek için dama bir direk yerleştirmekten bahsediyordu sık sık. Muhtemelen ağacı bu yüzden kesecekti.

Saat sekize geliyordu, bir ağaç için o kadar zaman kaybı olmazdı. Ters bir şeyler vardı, hissediyorduk. Sadece biz değil, köylüler de telaşlanmaya başlamıştı. Başta kapıdan sorup döndüler. Zaman ilerledikçe içeri gelip oturmaya, telaşımıza ortak olmaya başladılar. Onların da telaşı endişelenmekte haklı olduğumuzu gösteriyordu.

“Korkulacak bir şey yok, birazdan çıkar gelirler” demelerini ya da her zamanki gibi hep bir ağızdan konuşmalarını, gülmelerini, sigara üstüne sigara sarmalarını, durmadan çay içmelerini istiyordum ama kimseden çıt çıkmıyordu.

O ürkütücü sessizliğin ortasında annem ayağa kalkıp ağlamaklı, “Beklemek yersiz. Gelebilecek durumları olsaydı bu kadar gecikmezlerdi. Ben aramaya gidiyorum,” dedi.

“Erkekler dururken senin gitmen doğru olmaz” diye homurdandı Melle.

Annem o durumda bile Melle’ye itiraz etmedi. Saat ona doğru bir grup köylü, el fenerlerini alarak yola koyuldu. Jandarmaya da haber verildi. Yardım istemek için değil, o saatte gelmeyeceklerini herkes biliyordu, farklı gruplar sanılıp kendilerine ateş edilmesin diye.

Bir bizde, bir İbrahimlerde kıvranıp durduk. Yerimizde duramıyor, hiçbir yere sığamıyorduk. Kendimizce tahminlerde bulunup olayı anlamaya çalışıyorduk. Hayvanları içeri alıp ahırın kapısını kapattıklarına göre kurt saldırısı olamazdı. Kimse silah sesi duymadığına göre başka bir saldırı da söz konusu değildi. Bir ağacın kesilmesi ne kadar sürebilirdi ki? Ne olmuş olabilirdi? Aradan epey zaman geçtiği halde gidenler de dönmemişti. Bu da kaygımızı iyice arttırıyordu. Köylüler, sabra ve umuda dair bildikleri tüm sözcükleri söyleyip birer ikişer evlerine gitmeye başladı. Annemle İbrahim’in annesiyse durmadan dua ediyordu. Ellerinden fazlası gelmiyordu zaten. Biz çocuklar en sonunda uykuya yenik düşmüşüz, fakat annelerimizin uyuyabildiğini hiç sanmıyorum.

Karmakarışık bir rüyanın içindeyken önce hafif, sonra gittikçe artan bağırış çağırışlarla yerimden fırladım. Gün ağarmıştı. İbrahim ve kardeşleri de bizim evde, yan yana serdiğimiz döşeklerde yatıyordu. Benim yataktan fırlamamla herkes uyandı. Annelerimiz yoktu. Hiç konuşmadan korku dolu gözlerle pencereye fırladık İbrahim’le ben. Çatıdan düşen karlar pencerelerin önünü kapatmış, hiçbir şey göremiyorduk. Dışardaki sesler yerini feryat figana bırakmıştı. Babam dönmemiş, annem yok, ağıtlar yükseliyor. İçimde kopan her neyse sıcaklığı tüm vücuduma yayıldı. Sobanın arkasındaki çizmelerimi aldım. Gözüm hâlâ orda duran mercimek çorbasına ilişti. Kapıya koştuk, açınca buz gibi hava karşıladı bizi. Üzerimize hiçbir şey almadan sesin geldiği tarafa yöneldik. Camiye doğru gidiyordu kalabalık. Kadın, erkek, neredeyse tüm köy. Camiye doğru gitmelerinden ne olduğunu az çok anlayabiliyordum ama nasıl olduğu konusunda hâlâ bir fikrim yoktu. Karlara bata çıka yetişmeye çalışıyorduk. Gözlerim annemi arıyordu ama bir türlü bulamıyordum. Kalabalığın arasına girince sürükledikleri iki büyük kızağı fark ettim. Üzerindeki karaltılara bakıp birinin babam olduğunu bildiğim halde çığlık çığlığa “Anne” diye bağırmaya başladım.

“Güçlü ol, güçlü ol, sen erkeksin” dedi biri. Erkek olmanın hiç sırası değildi. Hem, erkek olmanın bir acıyı sırtlamaya yetmediğini, çoğu zaman acının, ağrının kendisi olduğunu da öğrenecektim. Ama güçlü olmaya gerçekten ihtiyacım vardı. Her zaman.

Kalabalığı yarıp arkadaki kızağa yaklaştım. Üzerinde yatan biri vardı. Eski bir battaniye ile yüzünü ve vücudunu örtüp halatla kızağa bağlamışlardı. Ayaklarına baktım. Hayvan besleyen herkes siyah lastik çizme giydiği için kim olduğunu anlayamadım. Elimi uzatıp battaniyeyi hızla çektim kafasından. İbrahim’in babasıydı bu. Dudağının kenarından çenesine doğru akmış birkaç damla kan vardı. Biri aniden üstüme çullanıp kalabalığın dışına fırlattı beni. Babamın hangi kızakta olduğunu biliyordum artık. Tekrar koşarak öndeki kızağa yetişmeye çalıştım. Camiye varmışlardı bile. Kapısı kapatıldı. Hepimiz avluda kaldık. Dönüp tekrar annemi aramaya başladım. İki kişi koluna girmiş, zorlukla ayakta tutuyorlardı. Koşup sarılmak istedim. Beni sarsın, yatıştırsın istiyordum. Ama kimseyi görecek durumda değildi. Annemden umduğumu bulamayınca İbrahim’e ve kardeşlerime sığındım. Onlar da benden farklı değildi. Acıdan, şaşkınlıktan nefes alamıyorduk. Kimse fark etmiyordu bile. Hayatın bu yüzünü ilk defa görüyordum. Annemin bu halini de. Köylülerin bu şaşkınlığını da. Baş edebileceğim şeyler değildi. Koşup evden küçük mavi leğenimi almak ve kayarak, varsa eğer, bu dünyanın dışına çıkmak istiyordum.

Babam gitmişti. Bahar gelip karlar eridiğinde bile yokluğuna alışamamış, mecburen devam ediyorduk. Dayım hayvanlarımızı alıp kendi sürüsüne katmıştı. Mayıs sonunda da okul bitmiş, iki yıl gecikmeli olarak başladığım ilkokuldan nihayet mezun olmuştum. İçine düştüğüm boşluk iyice genişlemiş, ne yapacağımı, neyle avunacağımı bilemiyordum.

O berbat günden beri aklımda olan ama bir türlü cesaret edemediğim şeyi yapmaya karar verdim. Çığ altında kaldığı yere gidecek, boğazıma kadar dolan zehrin hiç olmazsa bir kısmını böylece akıtacaktım. Odun toplama bahanesiyle erkenden çıktım evden. Daha önce birçok defa ahıra gittiğim için bölgeyi iyi biliyordum. Yaklaştıkça göz yaşlarıma hakim olamıyor, babamın gözünün değdiği, ayaklarının bastığı yerleri tahmin etmeye çalışıyordum. Şu derede su içmiş, şu ahlat ağacının gövdesine yaslanmış, şu meşenin gölgesinde serinlemiş, şu otlağa hayvanları salmış diye düşünüyordum. Ağaçların seyrekleştiği dik bir dağın yamacında devrilmiş, fakat kökünden kopmamış ince bir meşe gördüm. Muhtemelen kesmeye çalıştığı ağaç buydu. Balta darbelerinin çıkardığı sesle çığ kopup gelmişti. Doğanın dilini çok iyi bilen babam, çığ düşme ihtimalini nasıl hesap edememişti? Üstüne koca kar kütleleri gelirken ne hissetmiş, aklından neler geçirmişti acaba? Arkadaşıyla çaresizce can verdiği noktadaydım. Çırpınamadığı, ağzını açamadığı, nefes alamadığı nokta. Onlara ölüm getiren dağın doruğundan bin bir çeşit bitkinin güzel kokusu yayılıyordu şimdi. Burnumdan ciğerime kadar inen bir koku. Dört bir yandan yaşam fışkırıyordu adeta. Yemyeşil otlar, rengarenk çiçekler, çağıl çağıl akan aşağıdaki dere, meleyen koyun kuzular, keçiler…

Babamın yokluğuna rağmen devam ediyordu yaşam. Etraftaki yemyeşil ağaçların aksine, bir daha asla yeşermeyecek, kuru bir odundan ibaret bu ince meşeye rağmen de devam ediyordu. Hem varlığı hem yokluğu ile öylece duruyordu karşımda. Babamın uğruna öldüğü, bir zamanlar ağaç olan bu kütüğü orada bırakmamaya karar verdim. Yarım bıraktığı işi tamamlamalıydım. Ellerimle tutup çektim, çevirdim fakat kökünden bir türlü ayıramadım. Aşağıdaki ahırlardan birine gidip kökünden ayırabileceğim balta veya benzeri bir alet almam gerekti. Beş on metre gidince sık çalılıkların üstünde bir şey dikkatimi çekti. Eğilip baktım. Çamura bulanmış, yarısı çamurdan kaskatı olmuş, diğer yarısı rüzgarda sallanan bir kefiye. Babamın kefiyesi. Nerde olsa tanırım. Kuzu götürdükleri bir bahar mevsiminde Antep’ten almıştı. Etrafı sarı, ortası siyah güllerle kaplı göz alıcı bir kefiye. Eşyalarını camiden aldığımızda yoktu içinde. Babamın ani gidişiyle dağıldığımız bir dönemde kefiyenin yokluğuyla ilgilenmemiştik. Ama şimdi karşımda duruyor, çalının tepesinde rüzgarla birlikte sallanıyordu. Zihnim bana bir oyun oynuyor olmalıydı. Babamın yokluğuna dair izler ararken varlığı her tarafa sinmiş, duruyordu karşımda. Çalıya sarılıp böğüre böğüre ağladım. Gideli dört ay oluyordu ama kefiyesi yittiği yerdeydi. Kestiği ağaç da.

Ağacı orada bıraktım. Kefiyeyi de. Kaçarcasına, bir daha hiç uğramamak üzere ayrıldım ordan. Babam çalının tepesinde, rüzgarda sallanan kefiye olarak kaldı. Botla Yunan adalarına geçerken de sallandı kefiye. Bosna Hersek’te, kalabalık bir grupla yirmi beş gün boyunca hiç dışarı çıkmadan kaldığım o bodrum katında da, Marsilya’da, artık daha fazla dayanamayıp aştığım denizde boğulmaya karar verdiğimde de. Şimdi bulunduğum Almanya İsviçre sınırındaki köyde de sallanmaya devam ediyor. Babam yok artık, köy yok, dağlarımız yok, Med TV yok ama o kefiye hâlâ sallanıp durur çalının tepesinde.

Roza Alkan

*Melle: imam.