Suskunluğa sıfat yakıştırmak yersiz kuşkusuz, Ertuğrul Oğuz Fırat’ı mübadele suskunu sayıyorsam, tek mazeretim gerçekleştirmek istediklerinin ne kadarını gerçekleştirebildiğini bilmeyişimiz. Seviçıra, Karmakarışık Öyküler Kitabı, Umursanmamış ve Çağdaş Küğ Tarihi İçin İmler’den oluşan bin küsur sayfadan, onca besteden, tablodan haberdar olmamız için, Anglosaksonlarca onaylandıklarının kulağımıza gelmesi gerekmiyor, işin kötüsü –hepsi burnumuzun dibinde. Onun başkalarından sıra kapmayı kendine yakıştıramaması yanılgı ağlarını sağlamlaştırıyor, öte yandan; yapıtının her dilimi, değme özgürlükler gibi, meraklısının kesici aletlerini bekliyor. Cesaret mi saymak gerekir o örgüde yarıklar açma dürtüsünü, yoksa, neden olmasın, kibir mi?
Suskun anıların etoburlarına öykünme, gözüme kestirdiğimi yanlış yorumlama pahasına, Fırat’ın tek öykü kitabını açan Karmakarışık’ı yerinden çekip çıkarıyorum.

Özgürlük demişken: Zemini ölü kelebeklerle kırçıllaşmış bir koyağın hatırası da olmasaymış, Karmakarışık’ın anlatıcısı için yabancı dillere gizlenmiş fırsatlardan olurmuş özgürlük. Bir zamanlar, kuşların avlamaya yanaşmayacağı kadar renksiz bir kelebek olabileceği ihtimali betine gidermiş ya, o günlerden geriye, uyku mahmuru sabahlarında, kelebek olduğu hayaliyle oynaşmak kalmış. Ölüm döşeğine çekilmiş bir en yakının başını bekleye bekleye adı da unutulmuşa benziyor; gerek hastasıyla baş başayken, gerekse eve düzenli olarak gelen iğnecinin önünde, Yavru’dan başka bir ismi yoktur, sevdiğini hiç söylemediği, doktorların artık ümidi kestiği bu en yakını için.
Koyağın tepesinde uçuşan kuşların alçalmadığını hâlâ hatırlıyor ama. O çığlık çığlığa avcılar, öğünlerini havalanan kelebeklerden seçermiş.
Kaçabilenler olmuştur kuşkusuz; kesmeye, deşmeye yarayan ağızlara her nasılsa yakalanmayıp sahne arkasına çekildiklerinde, birer özlem taciri seçmişlerdir kendilerine, yaşam diye. Onların kaçışı gözümde canlandıkça, kördüğüm iplerden, ağır zincirlerden kurtulmakta ustalaşmış Harry Houdini’yi hatırlıyorum; o büyük illüzyonistin, medyumların foyasını ortaya çıkarttıkça kendine hüzünlerden hüzün beğendiğini… Onun annesiyle ilişkisine döneceğim ya, Karmakarışık’ın anlatıcısını oğul, onu isimsizliğe hapsedeni anne saymamın bir nedeninin öyküdeki öksüzlük iması, diğerinin Houdini olduğunu belirtmekle yetinmeliyim şimdilik.
Sonu başı belli, sonuna dünden razı bir suskunluğa saplanmış Fırat’ın kurduğu oğul, ayartıcıların şarkılarını dinlemeden önce bağlanmaya ses çıkarmayacakmış gibi. Öte yandan, ayartıya teslim olmak isteyenin işini gürültünün de en az sessizlik kadar iyi göreceğini Tennessee Williams’ın Geçen Yaz Birdenbire’sinden de hatırlıyorum.
Williams’ın o tek perdelik oyunu ilk kez 1958’de sahnelenmiş, Joseph L. Mankiewicz onu hemen ertesi yıl, Gore Vidal’ın senaryosundan, Katharine Hepburn’lü, Montgomery Clift’li, Elizabeth Taylor’lı bir oyuncu kadrosuyla, beyazperdeye taşımıştı. Oyun yazarının Sırça Kümes, Arzu Tramvayı ya da Kızgın Damdaki Kedi gibi, kendi endüstrisini oluşturmuş yapıtlarının gölgesindedir bugün; ne var ki onu Williams’ın en yırtıcı yapıtı sayarım. Bozbulanık bir şiir.
Çerçevesi bellidir: Violet Venable, oğlu Sebastian’ın ayrıksılığını kabullenmek yerine, marazî saydığı o doğada kendini kör etmek için sevgisini kullanır. İokaste miti dolaylarını mesken tutmuş bir örümcek ağı bu; duymaması gereken sevgiyi duyan anne, oğlunu bütünleyen kösnüyü doyurmak üzere, onun hesabına, genç erkekler yakalansın diye ağ atar. Yakaladıklarını oğluna sunduğunu bilmezlikten gelişinin ödülünü alıyordur gerçi: Sebastian’ın her bir yaz tatilinin hasadı olarak kaleme aldığı, kitap uzunluğundaki şiirlerin ilk okurudur. El değmemiş saydığı oğlunun gerçekte nasıl bir yaşam sürdüğünü, geçen yaz nasıl öldüğünü bilen tek akrabaya, yeğeni Catherine’e tahammülü yoktur, dolayısıyla. O genç kadının hafızasına gizlenmiş, su yüzüne çıktı çıkacak anıları kazımanın tek yolunun lobotomi olduğu sonucuna varmıştır. Maddi zorluklarla boğuşan bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesine bağış yapmaya karar vererek, korkunç ameliyatı gerçekleştireceğini ümit ettiği genç bir psikiyatrı malikânesine davet eder.
Karmakarışık’ın annesi, Violet Venable’ın o baskınlığının benzerini, oğluna tehlike savar bir kuşatmayla dayatmışa benziyor. Onun her gününü, henüz başındayken yok etmekten alamaz kendini. Anlatıcıyı dupduru severek tamamlıyor üstelik o yıkımı; oğlunun, sırf, ‘“Bugün nasılsınız?” diye sormayı, ona durumunun umutsuzluğunu anıştıracak uygunsuz bir söz’ saydığı için soramadığı sorunun siyah beyazını soruverir hep: ‘Sen iyi misin yavrum?’ O kadarı da yetiyor berikinin kendini suçlu, acımasız hissetmesine. Aralarındaki, birbirlerini ‘tam anlayabilmekten, duyusal birleşiklikten alıkoyan’, yarı saydam duvar yıkılacak gibi değildir. Ölüm döşeğinde olan, ‘hiçbir karşılığı olmayan tespih taneleri’ benzeri soluklarının, oğlunu bütün incinmelerin uzağındaki bir ayazda dondurduğunu görebileceği günleri geride bırakmıştır –artık hiçbir şey beklememek ile her şeyin birden ona gelebileceğini hissetmek arasındaki farkı görebileceği günleri. Fırat’ın anlatıcısı ağır hastanın göz kapaklarının titreşmesini dahi, ne olduğunu bilmeden beklediği mucize olma gizilgücüne sahip sayar. Günlerin ona neden kıpkısa geldiğini çözmüştür gerçi: Gelecek, tükenecek gibi değildir.
Sebastian’ın bir amacı varmış hiç değilse, nasıl olup da kendisi olabildiğinin yanıtını doğanın acımasızlığında aramayı kendine iş edinmiş. İlk Hıristiyan şehidi sayılan Aziz Sebastian’la adaş olması yavan bir anıştırma elbette; ne var ki onu ölüme çıkaracak çarkları çevirenin inancı değil, acımasız alaycılığı olduğunu da biliyorum. Tanrıyı göreceğine inanmış halde, Herman Melville’in, onun The Encantadas’ının peşi sıra, annesini Galápagos Adaları’na sürükler. Orada, yumurtadan yeni çıkmış kaplumbağa yavrularını avlayan martıları izlerler. Denize doğru can havliyle, arapsaçı ilerleyen siyah benekler: Yumurtayı bulmaya çalışan spermlerin fotoğrafının negatifini görmemek elde değil burada; anaç denizin kıyısında kendi varlığını çözmeye çalışırken, hemen yukarıdaki keskin ağızlı martıların onu rahimden nasıl olup da kazımadığına akıl sır erdiremezken hayal ediyorum genç şairi. Denize ulaşabilen yüzde birlik azınlığın üyesiydi Sebastian; sanıyorum ki, rahme düşebilmesinin duygu yitiminden mustarip bir zekânın eşek şakası olduğunu annesi de anlasın istiyordu. Beriki kendi eşek şakasına çekilmiş hâlbuki: Aciz kocasıyla değil, romantik oğluyla çift olarak görülmek istemiş hep. Sebastian ününü, yırtıcı okurların onu rahatsız edemeyeceği ölüm sonrasına hazırlarken; hem yaşamı hem de ölümü, annesi için, yapıtıyla hâlihazırda iç içedir: Oğlunun son yaz tatiline kendisiyle değil Catherine’le çıkıp ölmesini, şairinin son şiiri sayar.

Oyundaki sinekkapanın İngilizce adının Venüs’le süslenmiş olması, Williams’ın kemikleşmiş Hıristiyan inanışlarından olan, Tanrının sevgi olduğu doktrinine omuz silkmesi için kaçırılmayacak bir fırsat. Fırat’ın anlatıcısı da hiç gelmeyecek olan bir sevileni beklemeyi, en yakının bir türlü gelmeyen ölümüyle aynı soyağacına yerleştirmişe benziyor. İster ölüm döşeğinde olsun ister, Violet Venable gibi, bembeyaz matem giysilerine bürünmüş, bir deus ex machina annenin karşısındaki soytarı koltuğuna sığışmış olan için, eşik namına ne varsa geçmişte kalmış, hepsinin bedeli sindirilmiştir ama. Sanırım bu nedenle, ağır hastanın önünde dile gelmemiş soru, dışarıda, havanın bulutlandığını, yağmurun başladığını görmesi üzerine kıyafet değiştirerek görünür oluverir: “Bu yağmurda gelir mi?” Koyaktaki o rengarenk kelebekleri gördüğünde yanında olan, teniyle, olanca geçmişiyle, marazlarıyla edinmek istediği insanı sahiden de beklediği üzerine elle tutulur bir kanıt yok, kanımca. Fırat’ın anlatıcısı bundan sonrasının, her adımı bir öncekinin gölgesinde kalacak bir pişmanlıklar silsilesi olacağının farkında. Her hatırlayışta hayal kırıklığı biraz daha dinecektir gerçi, bununla avunabilir.
Ürkekliğin haznesi boşaldığında, o mahfazanın dibini kazıya kazıya kurtuluş arayanı, asıl, tırnaklarının arasında başkalarının zayıflıklarını görmek yıldırıyor ama, bana kalırsa. Seçmediğimiz, bunun karşılığında, yavru olarak bizi değil, pekâlâ bir başkasını yeğlemeye dünden razı olabileceklerin zaaflarından ibaret çünkü hem avuntularımız, hem de anılarımız.
Sebastian’ın ölüme doğru yürümeye başladığı kumsala Houdini vesilesiyle atmadım bu remili, yine de şu kısa falın karar sesi o olsun: Falcıların, medyumların hilebazlığını ifşa etmeye meraklı olduğu sır değildir. O çabalarını kaleme aldı üstelik. Ne var ki o kitaba, 1924’te yayımladığı A Magician Among the Spirits’e şöyle bir göz atan, kolayca görebilir: Ne bir alay vardır cümlelerinde ne de kibir. Düpedüz eli kolu bağlı satırlardır onlar. Amerikalı yazar Doctorow’un, Ragtime’da onu annesiyle ilişkisi Freud’la kirlenmemişlerin sonuncularından sayarken haklı olduğunu düşünmeden edemiyorum; kaybettiği annesinden bir kelime olsun duyabilmek için sözüm ona kılavuzların peşi sıra ölüler diyarına inmekte, her hayal kırıklığıyla birlikte sıla hasreti biraz daha kördüğüm oldukça, özgürleşme piyesi iplerini, zincirlerini hatırlamaktadır.
Yine de, Houdini’nin ölü doğanlara ilişmemek gerektiğini bir an olsun unutmadığını düşünmeyi seviyorum ben. Yılgıyla, kara büyüyle ya da sevgiyle, onların kopmuş parçalarını gerisingeriye dikmenin beyhudeliğini anlamak gerekir. Yolun açılacağı varsa, ondan sonra açılır.
Emre Ağanoğlu