Saim Serhat Arslan

Ayaklarımda Dinyeper’in kıyısına kurulmuş bu koca şehri dört günde tavaf etmenin vermiş olduğu sancılar, elimde oradan oraya sürüklediğim emektar bavulumla varıyorum tren istasyonuna. Günde bilmem kaç litre kahveyi karton bardaklarla buluşturan makineleriyle köşe başı kahvecileri, turistleri Uber sürücülerine kaptırmamak için sürekli fiyat kıran taksiciler ve tarifeli trenini kaçırmamak için hızlı adımlarla merdivenleri tırmanan kalabalık… İçeri girdiğimde Kafka’nın betimlediği o soğuk, cansız bürokratik atmosferle karşılaşıyorum. Gişelerde kalın bir camın ardından mikrofonla konuşan kasiyerler, yolcuların yüzüne dahi bakmadan bilgisayar ekranına giriyor sordukları soruların cevaplarını. Bir numaralı gişede sıramın gelmesini beklerken tren saatlerin yansıtıldığı elektronik ekrana bakıyorum. Kalkışa bir saatten fazla var. Sıra bana geldiğinde maskemi çıkarıp öne doğru eğilerek Lviv’e bir bilet istediğimi söylüyorum. Kasiyer kadın hayatımda ilk kez duyduğum bir kelimeyi küçük bir çocuğu azarlar gibi hiddetle söyleyerek karşılık veriyor. Lviv’e bir bilet, diye tekrar ediyorum. Küçük hoparlörden aynı cümleyi duymamla kadının İngilizce bilmediğini anlayıp sıradan çıkıyorum. Hemen yandaki gişede de benzer bir olay yaşadıktan sonra çareyi istasyonun içinde volta atan, lacivert üniformalı, halkın geri kalanı gibi cüsseden yana gayet şanslı polislere danışmakta buluyorum. Dört gün boyunca karşılaştığım pek çok memurun aksine gülümseyerek karşılıyorlar beni. Bilet almak istediğimi söylediğimde kendilerini takip etmemi söyleyip kalabalığı yararak alt kata ilerliyorlar. Bir müddet peşleri sıra gidiyorum. Üzerindeki rengi atmış tabelada ‘’Yabancılar için’’, yazan gişenin önünde duruyoruz. Teşekkürüme iyi yolculuklar dileyerek karşılık veriyorlar. Gişedeki kadının benden çok daha akıcı İngilizce konuştuğunu görmek mutlu ediyor. Biletimi alıp perona iniyorum. Gorbaçov hatta Çernenko döneminden kaldığını tahmin ettiğim kocaman, eski bir tren, tiz bir fren sesiyle yavaşlıyor önümde. Beni Lviv’e bu kara demir yığınının ulaştıracağından emin olduktan sonra vagonuma atlıyorum.

Tren koridorunda ilerlerken önüme sapsarı saçlı, al yanaklı, gürbüz bir çocuk fırlıyor. Saçları çocuğunkiyle aynı renkte genç bir kadın önümdeki kompartımandan başını uzatıp ‘’Mişa’’, diye sesleniyor. Küçük Mişacık, annesi olduğunu tahmin ettiğim bu kadının çağrısına kaçarak karşılık verse de fazla uzaklaşamadan yakalanıyor. Birkaç adım sonra kompartımanıma varıyorum. Küfle karışık ter kokusu karşılıyor beni. Dedemin kasabadaki evindeki koltuk işlemelerini andıran şekillerle işlenmiş koltuk kılıfları, yolu izleyebilmek için üzerindeki bir parmak kirin silinmesi gereken koca bir cam ve içerisini zar zor aydınlatan sarı bir ampulden ibaret bu kompartımanda telefonumu şarj edebileceğim bir priz bulmanın pek de mümkün olmadığını fark ediyorum o anda. Sabaha kadar müzik dinleme planım suya düşüyor böylece. Birkaç sayfa okumak için kitabımı açıyorum. Yıllar önce okuyup bir öykücü olmaya karar verdiğim Martin Eden’i yaklaşık on yıl sonra tekrar okurken elime geçen tek şeyin yayımlanmamış onlarca öykü ve bu öyküleri yazmak için uykusuz geçen geceler olduğunu fark ediyorum bu yabancı memlekette beni bir şehirden diğerine götürecek trenin ekonomi vagonunda.

Kapının gürültüyle açılmasıyla hayal aleminden dünyaya hızlı bir iniş yapıyorum. ‘’Prvyit*’’, diyor karşımdaki koltuğa otururken bir yandan da ceketini ve çantasını çıkaran kadın. Hoş geldin, diyorum yüzümde yabancı bir ülkede daha anlaşılır olmanın bir yolunun da konuştuğu herkese gülümsemek olduğunu düşünen bir turistin gülümsemesiyle. Nereli olduğumu soruyor. Türkiye cevabımın hemen ardından İstanbullu olup olmadığım sorusu geliyor. Yurt dışında çokça karşılaştığım bir durum bu. Neredeyse Türk olduğumu her söylediğimde İstanbullu olup olmadığım sorusuyla karşılaşıyorum. Halbuki hiçbir Yunana Atinalı mı, ya da hiçbir Alman’a Berlinli mi olduğu sorusunu sormadım bugüne kadar. Tren, istasyonu ağır ağır terk ederken kompartımandaki diğer iki koltuğun boş kalmış olmasına sevindiğimizi belli edercesine boylu boyunca uzanarak sohbete devam ediyoruz.

Yarım saatlik bir sohbetin ardından bir suskunluk sarıyor içerisini. Kulaklığımı takıp camdaki kirden belli belirsiz seçebildiğim ağaçları ve tek tük binayı sarmaya başlayan karanlığı izliyorum. O ana kadar ismini sormayı akıl edemediğim yoldaşım yattığı yerden doğrulup uzun bacaklarını karnına çekerek dışarıyı izlemeye başlıyor. Çok geçmeden çantasına uzanıp çıkardığı kocaman şişeden bir yudum alıyor. Kompartımanı karpuzlu votka kokusu doldururken şişeyi öne doğru devrilmemeye dikkat ederek bana uzatıyor. Kendisini izlediğimi fark etti mi? Yerimde doğrulup şişeye uzanıyorum. Boğazımdan aşağı süzülen ilk yudum içimi kavuruyor. İçtiğim en sert votka, diyorum kulaklığımı çıkarırken. Başını sallıyor. Sözlerini anlamadığım şarkılar açıyor telefonundan. Kelimelerin aksine ezgiler hiç de yabancı değil. Yalnızlık, dünyanın her yerinde aynı ezgileri mırıldanıyor. Büyük yudumlarına arada aldığım küçük yudumlarla karşılık veriyorum. Köylerin camdaki yansımaları hızla ardımızda kalıyor.

Uyanıyorum. Midemde ve boğazımda ateş yanıyor sanki. Çantamdaki suya uzanıp kana kana içerken yoldaşımın içeride olmadığını fark ediyorum. O kadar votkaya dayanmak kolay iş değil tabii. Sigara içmek için bir önceki vagonla aramızdaki bağlantıyı kuran geçide çıkmaya karar veriyorum. Vagon görevlisinin girişteki bölmesinde uyuduğunu görünce yakalanma korkumu atıyorum üzerimden. Geçidin kapısını zorlayarak açıyorum. Vagon arkadaşımı geçidin dışa açılan kapısını aralamış dışarıyı izlerken buluyorum. Omuzları çökmüş, elindeki şişede kalan son yudumları içerken bir yandan da sigarasından hızlı nefesler alıyor. Selam, diyorum. Yüzünü bana dönmeden burada olmamalıydın, diyor. İyi misin soruma ise kendi dilinde hayır diyerek karşılık veriyor. Bana doğru döndüğünde yüzünün gözyaşlarından ıslandığını görüyorum. Bir adım atmaya kalksam da sinirle yerimde kalmamı söylüyor. Sigara yakıp hiçbir şey demeden arkasındaki aralıktan hızla akıp giden yolu izlemeye başlıyorum. Gecenin bu saatinde bu hızla giderken dışarıdaki cisimleri seçmek çok zor, diyorum. Dibinde birkaç damla kalan şişeyi uzatıyor. Şişeyi elinden alırken hızlı bir hamleyle sarılıp yere seriyorum. Birkaç saniye çırpınsa da kurtulamayacağını anlayınca denemekten vazgeçiyor. Bir süre uzanıp kalıyoruz. Üşüdüğünü söylüyor. Kollarımız birbirine sarılı, kompartımana dönüyoruz. Koltuğa uzanıp uyumasını bekliyorum. Göz kapakları kapanıp göğsü hafif hafif inip kalkmaya başlayınca başımı koltuğa yaslayıp çantamı kucağıma alıyorum. Arka cebe sakladığım ilaç dolu şişeye gidiyor elim. Birkaç dakika avucumda sıktıktan sonra yerine bırakıyorum. Bir sigara yakmak için dışarı çıkarken gitme diyor, trendeki yabancının sesi. Kocaman açtığı kollarının arasına bırakıyorum kendimi.

Saim Serhat Arslan

* Prvyit: Merhaba (Ukraynaca)