Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?

Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Duran Emre Kanacı

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

Yazmak güzel şey. Sanırım birçok yazar gibi ben de erken bir yaşta bunun farkına vardım. Akışını, sonunu beğenmediğim ya da çok beğendiğim ancak daha fazlasını görmek istediğim bazı kitapları, filmleri kısım kısım, eklemeler ve çıkarmalarla yeniden yazıyordum. Bununla beraber insan yazının sunduğu özgürlüğün büyüklüğünü idrak ediyor sonunda. Bu idrak kitapsız hevesliden kitaplı yazara giden sürecin ilk evresini noktaladı benim için. İkinci evrede, bu özgürlüğün hakkını verebilmek adına yazıya daha ciddi eğilmeye başladım. İyi bir kurgu, bana benzemeyen karakterler, sonra mesela anlatıcılar, tekrar estetiği, ikilikler vb. birtakım teknik ayrıntılar üzerine düşündüm, okudum. İyi bir metin kurabilmek için teknikten nasıl daha fazla faydalanabilirdim? Bu soru üzerine yolum kaçınılmaz olarak yazı atölyeleriyle kesişti. Farklı yazarlardan onların edebiyata ve sanata bakışlarını dinledim; üsluba, kurguya, şekle dayalı farklı araçları deneyimledim. Sonra ortaya üzerinde çalışılmış öyküler çıktı ve ben maalesef onları çok sevdim. Çevremdekiler de sevince daha çok insan okusun isteğiyle öyküleri toparlayıp bir dosya haline getirdim, yayınevlerine gittim. Aldığım retler neticesinde de o dosyayı bozdum, aynı öykülerle tek tek dergilere yöneldim ve sürecin ikinci evresi de tamamlanmış oldu. Şimdi üçüncü evrenin içindeyim, yazıya ve edebiyata yaklaşımım daha ölçülü, bence olgun. Örneğin profesyonel yardımların önemini ve bir kitabı okumanın farklı yollarını nispeten kavradım. Bu evrede ortaya çıkan metinlerin bazısı Yapı ve Yasa’yı oluşturdu, bazısı ödül aldı, içinde bulunmaktan memnun olduğum seçkilere girdi.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?

Dediğim gibi yazı özgür bir alan. Kısa bir süre içerisinde, tüm bileşenlerini sizin kontrol ettiğiniz bir yapı kuruyorsunuz. İnsan daha fazla anlatmak istediği zaman daha uzun ve karmaşık metinler yazmaya yönelebiliyor, bunu ben de yaptım ve şu sıralarda da yapıyorum ancak bahsettiğim yapıyı en iyi öyküde kurabiliyorum. Kitabımdaki en eski öykü de Yapı ve Yasa, önceki evrelerden kalma. Zihnimde yapı üzerine dönenlerin bir yansıması bana göre. Deneyimim, bir duygu yoğunluğu ile değil de araştırmacı yöntemleriyle öyküye yaklaştığımda daha başarılı olduğum üzerine. Benim için işin en heyecanlı kısmı bu yöntemlerin doğurduğu işçilik. Öykü yazarken bu işçilikle örneğin merdivenleri çıkmak, kolonları yerleştirip bağlamı sağlamlaştırmak. Öykü bitmeden ya da bittikten sonra bazı yerleri gönlünce yıkıp yeniden çıkmak. Hani fotoğraflarını görürüz ya her biri mühendislik harikası kapısı olmayan balkonlar, hiçbir yere ulaşmayan merdivenler. Bunları tıraşlama özgürlüğü. Yükleri atmak. Umarım becerebiliyorumdur. Sonra öğrenmek. İnsan bir öykü için araştırma yaparken psikolojiden tarihe birçok alanda yeni bilgilere erişiyor, öykü benim için böyle de bir araç aynı zamanda. Yani bir akademik metne yaklaşımım öyküye yaklaşımımla hemen hemen aynı. Orada da malzemeyi hakkaniyetli kullanmak ve hikâye anlatıcılığı işin kalitesini belirleyen etmenlerden. Bu ve benzeri sebeplerden ötürü bir tür olarak öyküyle uğraşmak da daha meşakkatli bence.

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?

Bu kitabın dosyası, yayınevini nispeten hızlı buldu. Sedat Demir ile geçmişte çalışmıştık, öykülerimi beğeniyordu. Sağ olsun genç yazarları öne çıkarmayı da seviyor. Böylece Yapı ve Yasa Epona’dan çıktı. Yayımlanma sürecinin uzun olduğu aşikâr ancak insan kendi kitabının basımını beklerken epey sabırsızlanıyormuş. Beklemek dışında bir problemim olmadı, dedim ya zaten bu da bir problem değil galiba, süreç böyle işliyor duyduğum ve gördüğüm kadarıyla. Derken uygun bir zamanda birbirimize kavuştuk.

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?

Evet, Melisa Ceren Hasmaden kitabın editörlüğünü yaptı.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?

Heyecan verici bir dönem bu. Öykülerimin, bazı önemli kalemlerin dikkatini çektiğini gördüm. Bu tabii dergiler döneminde eğer o kişilerle direkt çalışmıyorsanız pek olmayan, oluyorduysa da haberimin olmadığı bir şeydi. Sevindirici. Sonra hafif endişesi de var bu dönemin; tekil öyküleriniz yayımlanırken, derginin çevresinde okunacağınızı biliyorsunuz ancak bu iş kitaba evrilince okur sayısı ve okurun düşüneceklerine dair beklentileriniz artıyor. Bu da dediğiniz gibi kaosun hâkim olduğu edebiyat ortamında öyküleriniz her ne kadar sevilse de kitabın kaybolup gidebileceği kuruntusunu doğuruyor, gerçek manasıyla okunmak ve eleştirilmek önemli şeyler sonuçta. Yine de şu ana kadar kendi çevremin dışından da güzel değerlendirmeler aldım dediğim gibi. Benim için her şey yolunda. Öte yandan ilk kitaptan bağımsız, uzun süredir edebiyat çevreleriyle hemhal olduğumdan ortamın da nasıl bir ortam olduğunu görüyor, anlayabiliyordum.

Telif aldınız mı?

Evet.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?

Bahsettiğim o ilk dosyayı bozup öyküleri dergilere gönderme kararı almıştım, iyi bir kararmış. Beraber bir tema bütünlüğü oluşturmayan metinler tek tek beni iyi temsil ettiler diye düşünüyorum. Yeni öyküleri de katarsak, uzun bir süredir dergilere öykü gönderiyorum diyebilirim. Dergi editörlerinden bir öykü hakkında fikirlerini almak, bir yayınevi editöründen dosya hakkında fikir almaktan çok çok daha kolay. Hem mutfaktaki insanlar da sizin gibi edebiyattan zevk alıyorlar ve daha ulaşılabilirler. Dolayısıyla dergilerden insanlarla kısa sürede samimi ilişkiler kurabiliyorsunuz. Kısacası kitaptan önce dergilerde olabildiğince vakit geçirdim, avantajı çok fazla. Mesela Parşömen’de yayımlanan iki öyküm şu an Yapı ve Yasa’nın içerisinde.

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?

Yakın çevrem için beklenen oldu galiba. İnsanlarda böyle bir intiba bırakmış olmaktan memnunum. Bir dış çemberde ise bazı ilişkiler değişikliğe uğruyor. Çok detaya girmeden söyleyeyim, bu alan çalıştığımız alanlardan çok farklı, çevremdekilerden şaşkınlıkla karışık hoş tepkiler alıyorum ya da mesela öğrencilerim artık fikirlerini merak ettiğim okurlarım oldular.

Peki, bundan sonra?

Yazmaya devam edeceğim, bu uzun senelerdir belli olan bir şey. Ben biliyorum yani. İlk kitap önemli bir basamak, aşılacak bir sınırdı. Başta bahsettiğim yapıyı şimdi hem hacmi hem de içeriğiyle daha yoğun bir metinde kurmaya çalışıyorum. Novella denebilir belki buna, benim için bir deney. Tabii öykülerimdeki geleneksel anlatım çizgisinden çok sapmadan, deneyciliğin ölçüsünü kaçırmadan yapmaya çalışıyorum bunu. Bir yandan da yeni öyküler yazıyorum. Öyküler hep olacak gibi. Daha güzel işlerde görüşmek üzere diyeyim.