Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):
4 milyar 540 milyon 874 bin 673. yıl, 119. Gün:
MARQUİS (MARKİ) DE SADE
Şimdi müze olan Güney Fransa’daki Marquis De Sade Şatosu’nu Korona’nın eli kulağındayken gezdik. İçi ve dışı sanat yapıtlarıyla dolu şatonun bir zamanlar bizim bildiğimiz “sadist” yazara ait olduğuna inanmak için, manzarada bir zirve oluşturması dışında, neredeyse hiçbir sebep yoktu. Ne ki, elimize tutuşturulan broşüre göre doğru yerdeydik. İşte o broşürden derlediklerim:
“Donatien Alphonse Francois de Sade (1740-1814) yazar, filozof ve politikacıydı. Şiddet ve acımasızlık içeren erotik yapıtları nedeniyle uzun süre eleştiriye uğradı ve lanetlendi. Hayatı skandallarla geçen yazar, Rose Keller adlı 36 yaşındaki bir dula tecavüz ve işkenceden kralın mahkemesince yargılandı ve Marquis de Sade’ın ailesinden ona evlilik hediyesi olarak kalan 42 odalı, tiyatrolu ve şapelli Lacoste Şatosu’na sürgüne gönderildi. Eğer, bir kaç yıl sonra Marsilya’da bir skandal daha patlak vermeseydi, her şey unutulacaktı. Marquis de Sade 1778’de tekrar tutuklandı ve Vincennes Şatosu’nda 12 yıl hapisle cezalandırıldı. (Bu şekilde Marquis de Sade hapishanenin yazar yaptığı, sayıca hiç de azımsanmayacak olan ünlüler arasına girmiş oldu.)

Sodom’un 120 Günü Bastille Hapishanesinde kaldığı sırada yazıldı. Yapıtta geçen şato, Lacoste Şatosu’nun birebir benzeridir. Marquis de Sade’ın Şatosu Fransız Devrimi sırasında tamamen yıkıldı ve unufak oldu. İngilizce profesörü olan Andre Bouer, yıkıntıyı satın alarak 1943’den sonra yenilemeye girişti ise de bitiremedi. 2000 yılında Madam Bouer, Pierre Cardin’e bir mektup yazarak parasal yardım istedi. 2001 yılında yeniden başlayan çalışmalar 5 yıl sürdü ve Pierre Cardin kuleyi ayağa kaldırmayı başardı; çatı kaplaması, iç avlu, güvenlik binası, bahçe ve teraslar bitirildi.
Ömrünün yedi yılını savaşta geçiren, hapishanelerde ve akıl hastanesinde yatan Marquis de Sade, fırtınalı bir hayatın sonunda 74 yaşında öldü. Sonradan boşandığı eşi ve çocuğuyla yaşarken 4 kızı cinsellik artırıcı afrodizyak bir madde olan kantaritle zehirlemekten suçlanmasıyla ve sonrasındaki bitmeyen skandallarıyla tanınarak, tarihe ‘Sadizm’ sözcüğünü bırakan Sade, hiçbir zaman bir suçlu olduğunu kabul etmedi. Yazarın 1785 ile 1801 arasında yazdığı yapıtlarından bazıları: Sodom’un 120 Günü, Justine, Yatak Odasında Felsefe, Aşkın Suçları ve Erdemle Kırbaçlanan Kadın’dır.”
Bugün, Marquis de Sade Şatosu sıradışı bahçe heykellerinin, müzik, dans ve tiyatro festivalleri gibi kültür etkinliklerinin mekanı olarak ününü koruyor.
122. Gün:
MERHUMU NASIL BİLİRDİNİZ?
Robert McNamara, Vietnam savaşının en kanlı çatışmaları sırasında ABD Savunma Bakanı’ydı. Savaş karşıtlarınca haklı olarak hedef tahtası yapıldı. ABD bu savaşta ilk kez denenen kitle imha silahlarını kullanmıştır. Aradan yarım asır geçmesine karşın, hâlâ yer altında kalan patlamamış bombalar Vietnamlıları öldürmekte veya sakat bırakmaktadır. Sonraları Vietnam savaşının başarısından ümidini kesse de, McNamara kararlarıyla, savaşın tırmanmasına yol açmış ve Amerikan emperyalizmine karşı ülkesini savunan binlerce Vietnamlının ve Amerikalı askerin ölümüne neden olmuş bir kötülük sembolü idi.

Gene, aynı McNamara yüzde yüz hayat kurtardığı defalarca denenen bir buluşun sahibi olması nedeniyle bir iyilik sembolüdür de. McNamara otomobillerdeki emniyet kemerini bulan adamdır ve buluşu bugüne değin trafik kazalarında sayısız insanın hayatını kurtarmakla kalmamış, yaşanan her gün kurtarmaya da devam etmektedir. 2. Dünya Savaşının sonunda Hava Kuvvetlerindeki görevi biten Harvard mezunu McNamara, Henry Ford’un büyük torunu tarafından Ford Motor Şirketi’nde modern planlama, organizasyon ve yönetim kontrol sistemlerinden sorumlu yönetici olarak görevlendirilir. Onun, arabalarda emniyet kemerini bularak trafikte takılmasını zorunlu kılacak yasaların çıkartılmasına önayak olması Ford fabrikasındaki çalışma yıllarına rastlar. Daha sonra da Kennedy ve Johnson hükümetlerinin Savunma Bakanı olacaktır.
Bir insandaki iyiyi ve kötüyü ayrıştırmak olanaksızdır. İyi ve kötü iç içedir; iyisiz kötü, kötüsüz iyi olmaz; zamana ve koşullara bağlı olarak biri diğerine üstünlük sağlar. İşte, bu nedenle iyiliği kötülükten ve iyiyi kötüden ayıran ödül ve ceza düzenleri olan Cennet ve Cehennem tasavvuru yeryüzüne ait olsa ancak bir ütopya olurdu.
125. Gün:
PİŞMANLIK ÜZERİNE
Spinoza’ya göre pişmanlık, kendi içimizdeki bir nedenle ilgilidir. Utanca karşı gelen bir duygudur. “Utanç, başkaları tarafından yerildiğimizi sandığımızda ortaya çıkar. Başkalarının kanaati ile ilişkilendirilmediğinde ise hissedilen duygu pişmanlıktır.”
Zamanın en can alıcı dilimi ‘an’dır. An olmasa hiçbir canlı eylemi olamazdı. Geçmiş ve gelecek duyumsamalarımız bile yaşanan anla ilgilidir. Her şey anda şekillenir. Edebiyat yapıtı ve sanat eserleri anda vücut bulur.
En önemli özelliği geçiciliği olan an, canlılara zevk ve acı da verir. Fırtınalı bir havada bir asmanın ince sürgününün tepesine konup rüzgârda öne arkaya, aşağı yukarı salıncaktaymış gibi sallanarak eğlenmeye bıkmayan bir serçeye tanık olmuştum. Dalın ucuyla birlikte havada gidip gelirken mutlulukla ötüyordu da.
Onun, biz insanlar gibi sevinçli anlarında aklına getirdiği bir pişmanlıkla kendini rahatsız etmek gibi bir huyu neden yoktu? Kuş beyinli olmasından mı? Pişmanlık, yaşadığımız ânı çekilmez kılan zehirli bir duygu. Geçmişteki sayısız eylemlerimiz için pişmanlık duyabiliyor, keşkelerle, yaşadığımız ânı karartabiliyoruz. Bu da yetmiyor, eğer bunu yaparsam acaba ilerde pişman olur muyum, diyerek geleceğe de pişmanlık tohumları atılabileceği korkusunu yaşıyoruz.
Dahası, şimdideki eylemlerimiz ve eylemsizliğimizle ilgili (bir şeyi yapmamakla ya da yapar yapmaz veya bir sözü söyler söylemez pişman olmak gibi) etkisi altında kaldığımız pişmanlık, yalnızca kendimizle de sınırlı değil; yakınlarımızın pişmanlıklarını öğrenmeye fırsat arıyor ve onlarınkiyle dertlenebiliyoruz.
Pişmanlık, günde birkaç defa bilincimizin elinden kurtulup zihnimizde at koşturmuyor mu? O, hem geçmişimizi düşündüğümüzde bize keder veren, hem şimdide bize kendinden söz ettiren, hem de gelecekte bizi korkutacağından emin olduğumuz bir hortlak gibi. Ne zaman karşımıza çıkıp “Bööö!” diyeceği belli değil.
127. Gün:
Ne yazık! Apartmanlarımız, edebi metaforundan habersiz pencerelerle dolu.