19. Ağustos.21
T24’te Hasan Turgut’un Enis Batur ile yaptığı bir söyleşi yayımlandı. Batur, tüm söyleşilerinde olduğu gibi önemli, üzerine düşündüren şeyler söylüyor söyleşide. Deneme ve bilhassa Ece Ayhan şiiri üzerine… Nedir, söyleşideki bir cümle diğerlerinden daha çok kucakladı beni. Basit, herkesin söyleyebileceği bir şey aslında: “Şuna inanıyorum ki, insan çok sıkıştığı bir durumdan kurtulmak için elinden ne geliyorsa yapmalıdır.”

Enis Batur, kendini sıkışmış gibi hissettiği bir durumda yurtdışına çıkma kararı almış. Bu bağlamda söylüyor bu cümleyi.
Ben de 15 yıldır çalıştığım işten kurtulmak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Ekmek paramı farklı bir yerden kazanmak zorundayım. Yoksa sıkıştığım yerde pestilim çıkacak. Ruhum ziyan olacak.
22. Ağustos.21
Mesut Barış Övün ismine ilk rastlayışım 2012 ya da 2013 yılında olmalı. Algodón Edebiyat adlı sitesinde, sevgili arkadaşım Melisa Aymutlu, henüz kitabı yayımlanmamış “kitapsız” öykücülerle söyleşiler yapardı. Sanıyorum Mesut Barış’ın adına ilk orada rastladım. Tabii daha sonra öykülerini, yazılarını, çevirilerini ve hatta şiirlerini okudum. Parşömen’de ürünlerini yayımladım. Uzun lafın kısası: Uzun süredir dergilerde görünen, üreten, okuyan bir isim olan Mesut Barış Övün’ün artık “kitaplı” olmasını, başka okurlar gibi ben de bekliyordum. Fakat o bizi terse yatırdı [Övün futbolu sever, iyi bir Beşiktaşlıdır ve yazılarında futbol terimlerini kullanır. Biz niye kullanmayalım o halde?] ve karşımıza bir romanla çıktı.

Salınımlar’ı, işte bu yüzden, iyice meraklanarak okudum. Sonuç: İyi bir roman okudum. Sade, pürüzsüz bir dille yazılmış bir roman Salınımlar. Yazar anlatı içinde kesin bir tarih belirtmese de 1970’li yıllar ile günümüz arasında salınan bir kurgu. Anlatıcı Murat, yıllar önce, memleketin güney kıyılarının henüz otel istilasına uğramadığı bir zamanda, bir yaz boyunca çalıştığı Nevcihan Otel’e konuk ediyor bizi. Mesut Barış Övün, gençliğin o kendine has [kendi kendini kısıtlayan, zora sokan] ruh durumunu çok iyi anlatmış. Anlatı zamanı olan günümüzde Murat artık ünlü bir yazardır ve kendisiyle birlikte bizi de gençliğine götürür. Zamanda salınarak bugüne de döner.
Her biri birkaç sayfadan oluşan bölümlere ayrılmış Salınımlar. Bu da okuyucuya daha rahat bir okuma imkanı veriyor doğrusu. Ülkenin siyasi geçmişi de ele alınıyor romanda. Atatürkçü aydınların öldürülmeye başladığı, “derin” devletin sade vatandaşlara da görünür olduğu yıllara da götürüyor yazar bizi.
Kırık bir aşk hikayesi eşliğinde akan Salınımlar sakin, acelesiz, durmuş oturmuş bir dil eşliğinde keyifli bir okuma deneyimi sunuyor okura.
Bakalım bundan sonra ne yazacak Mesut Barış Övün? Bir sonraki kitabı öykü mü olacak roman mı?
24. Ağustos.21
M. Özgür Mutlu’nun yeni öykü kitabı Dönme Dolap Düşleri’ni okudum.
Özgür Mutlu’nun yazılarına, öykülerine aşina biriyim ve fakat bu kitabındaki öykülerle kendi öykücülüğü içerisinde bir sıçrama yaptığını söylemek hiç de abartılı olmayacaktır. Bu, dördüncü kitabı yayımlanan bir yazar için çok da kolay değil.
Tüm kitapta, ama bilhassa bazı öykülerde çok iyi bir atmosfer ve buna eşlik eden bir dil kurmuş Özgür Mutlu. Karakterler sahici, diyaloglar yapay değil. Tüm unsurları hakkıyla kotarılmış öyküler var Dönme Dolap Düşleri’nde.
Neden çekineceğim, hissiyatım budur: Son zamanlarda okuduğum en iyi “yerli” öyküler bunlar.

Yazdığımız öykülerin büyük [ama gerçekten büyük] yazarların öykülerini hatırlatması –kendi adıma söyleyeyim– bırakın rahatsız olmayı mutluluk verir bana. Doğrusu, Özgür’ün de böyle bir şeyden rahatsız olacağına ihtimal vermem. O nedenle rahatça yazıyorum: Dönme Dolap Düşleri’nde yer alan “Gökyüzünden Gelen Top” adlı öykü, bana Dino Buzzati’nin “Yumurta” öyküsünü hatırlattı.
Tek tek öykülerden bahsetmek istemem ama Kasap, Gar Aile Çay Bahçesi, Çayla Çalışan Makine, Fefulya, Antarktika Edebiyat Yıllığı… [Haydaa! Böyle giderse tüm öykülerin adını anmış olacağım.] çok çok iyi öyküler. Bir öykü kitabında çok iyi öyküler olur, daha az iyi öyküler olur, biraz daha az iyi öyküler olur. Normaldir bu. Nedir, Dönme Dolap Düşleri’ndeki öykülerin hemen hepsi çok çok iyi öyküler.
25. Ağustos.21
Fragmanına denk gelince ilgimi çekti Aden filmi. Çünkü karşımda apaçık bir Hz. İbrahim ve Sara göndermesi vardı. Eski Ahit’in Tekvin kitabında anlatılır: İbrahim, karısı Sara’nın kızkardeşi olduğunu söyler. Güzel bir kadındır Sara. Karısını elde etmek isteyenlerin, kendisini öldürüleceğinden endişelenir. İki kere tekrarlanır bu hadise. Kutsal Kitap’ta iki hadise de “tatlıya” bağlanır. Ve fakat Aden’de böyle olmuyor.
Onur Orhan’ın yazdığı, Barış Atay’ın yönettiği Aden [2018] zamanı ve mekanı belirsiz bir atmosferde geçiyor. Hz. Yusuf ve kuyu göndermesi de var Aden’de. Fakat daha geniş çağrışımlara da açık bir film. Göçmenlik, savaş, kadına şiddet, otorite, iktidar… birçok güncel meseleye dokunan bir hikâye. Sevdim Aden’i.
26. Ağustos.21
Dün benim doğumgünümdü. 38. yaşımdan gün almış oldum böylece. Eh, gelmiş bulunduk. Yaşıyoruz işte. Ha, unutmayalım, öleceğiz. [İnsan, “öleceğim” demek bile istemiyor, “hepimiz öleceğiz” demek daha kolay.]
Ben bir Cumartesi günü doğmuşum Bergama’da. Bir Cumartesi akşamüstü, Dr. Ali Alper’in [eski adıyla Ali Tilki’nin] muayenehanesinde. Sonra hemen Kınık’a gelmişim ve çok ağlamışım. Annem çalıştığından [nüfus memuruydu annem, şimdi emekli nüfus memuru, benim en büyük hayalim de emekli olmak, biz ailecek emekliliği severiz] Cumartesi’yi beklemişim doğmak için. Severim Cumartesileri. Belki de bu yüzden. Ama dünyadan çok korkardım küçükken, hâlâ da çok korkarım.
***
Dünyaya geliyor, belirli rolleri oynuyor ve sonra sahneden çekiliyoruz [Evet, Şekspir söylediydi, biliyorum. Olsun, ben de söylemek istiyorum]. Bizim için perde kapanmış oluyor. Yeni oyuncular giriyor sahneye, sonra onlar da rollerini tamamlayıp çıkıyorlar. Onlar için de perde kapanmış oluyor. Tıpkı bizden öncekilerde olduğu gibi, bizden sonrakilerde olacağı gibi biz de böyle yaşayıp gideceğiz işte. Oyunumuzu oynayıp sahneye elveda çekeceğiz.
Otuz sene önce annesinin iş yerine giden çocuk rolündeydim. Devlet dairesindeki çenesi düşük adam rolünde başka biri vardı, bana gazoz ısmarladı. Şimdi onun rolünü ben kaptım. Annesinin iş yerine gelen çocuk rolünü başkası aldı, şimdi ben ona çikolata alıyorum. [Yönetmen, abartmamak kaydıyla doğaçlamaya izin veriyor neyse ki.]
Rol dağılımını kim yapıyor?
Zaman, ah acımasız zorba, senin evin yıkılsın!
27. Ağustos.21
yazarın dertliği (1)
Sanki elimde zincir vardı, ne kadar zorlasam da yazamıyordum bazı sözcükleri, yetişmiyordu elim, zincir büyük bir engeldi. Zincirimi kırdım sonraları, elim havalandı sanki, uzaklara gitti, eskiden yazamadığım sözcükleri yazabilir oldum. Fakat şimdi de bazı sözcükler [bunlar benim ruhuma, dahası bedenime yakın sözcüklerdi] geride kaldı, içime erişemez oldum. Zinciri tekrar takmak istiyorum ama bulamıyorum.
***
Görünür olmak istemeyen bir yazar bilmiyorum ben. Öyle biri yok. Olsa olsa nüans var: Kimimiz daha usturuplu yapıyor bunu, kimimiz hayda bre zincirinden boşanmış gibi kendini ortalığa atıyor.
Enis Batur’un Alacakaranlıkta Elyordamı’ndaki içbükeylerden birinde dediğini de es geçmemeli: “Bir avuç görünmemeyi başaran çıkmıştır, onlar da, daha önce de yazmıştım, görünmemeleri nedeniyle aşırı görünme durumuna düşmüşlerdir!”
Barış Bıçakçı bile kaçamadı bundan, “fotoğrafı” bulundu, ortalığa saçıldı.
Onur Çalı