Ali Nurdoğan

Gözümü açtığımda yatakta yalnız olduğumu fark ediyorum. Yanımda bir ya da iki kadınla uyansam benim için bu kadar şaşırtıcı olmazdı. Ne zamandır sürüklendiğimi kestirmeye çalışarak beni buraya getiren şeylerin kafamda bir listesini çıkarmaya yelteniyorum. Her sabah aynı çabaya beş on dakika harcıyorum. Bunu o denli uzun zamandır yapıyorum ki çabanın kendisi sonuca ulaşmaktan önemli oldu. Bazı günler bir kedi ya da köpeğim olsa diye düşünüyor ardından hayvana yazık olacağını hissederek bu düşünceden vazgeçiyorum. Bugün de o günlerden biri. Etrafım çöllerle çevrili ancak benim hiçbirini görme fırsatım olmadı.

Adımla açılan kapılara doğru yürümem için yarım saatim var. Çirkin bir kahvaltı ve kömür siyahı bir kahve için yeterince vakit var. Gündelik işler yığınına her zaman vakit bulabildiğim bu anlamsız yaşam içimi çürütüyor. Afrika’nın batı kıyısında bir ülkede olduğumu bana hatırlatan turuncu tuhaf böcek, tavanda hiç ses çıkarmadan hareketsiz duruyor. Ölü değil. Ben de yaşıyor gibi değilim. Yaşam başka bir yerde… Bir an böceğin beni izlediğini sanıp paranoyaklaşıyorum. Beni buraya getiren şeylerin listesini çıkaramasam da götürecek olanlardan birinin bu böcekler olacağını biliyorum. Sıtma, burada varoluşsal bir problem. İşe gitmeden biraz kitap okusam diye düşünüyorum; ancak yeterli zaman yok. Kilimanjaro’nun Karları yeşil cildiyle mahzun bana bakıyor. Gece kesilen elektrikler hâlâ gelmemiş. Yoğun bir yağmur var. İstanbul’u anımsatan nem günleri. Yataktan kalkarken yerdeki viski şişesine ayağım çarpıyor. Eskiden böyle şeylere dikkat ederdim. Sesi giderek artan telefon sesi beynimi oyuyor. Şirket arıyor, beni buraya bırakıp unutan Şirket. Dolar üzerinden maaş verdiğinden benim burada herkesten iyi şartlarda olduğumu bana sürekli hatırlatan Şirket. İlk fırsatta onlara, söz konusu kıyasa tabi olan herkesin nerede olduğunu soracağım. Kimseyi görememem benim körlüğüm mü? İçimden söverek telefonu yanıtlıyorum.

“Alo! Evet Efendim, tabii. Siz öğleden sonra gelene kadar ben o işi halletmiş olurum. Biliyorum, merkezden sorarlar. Yok efendim, gece dışarıda değildim, çalışıyordum. Tabii, akşam Ayhan’la çıkarsak mutlaka sizi de çağırırız. Yok efendim, burada o işler o kadar kolay değil. Sağ olun. Görüşmek üzere.”

Senin de Ayhan’ın da… Eve gelen son genç kadının da para istemekte ısrarcı olması sonrası artık kimseyle buluşmuyorum. Telefonumdaki uygulamayı da sildim. Kendimi frenlememin güçlüğünden dolayı artık böyle maceraların içine girmek istemiyorum. Sabahın köründe bağlamakla uğraşmamak için hafta sonundan hazırladığım kravatlardan birini takıyorum. Biraz kısa geliyor ucu. Olsun, moda fuarına gitmiyoruz ya! Buradaki yerel halkın gözünde postmodern bir sömürge valisiyim. Cebim para dolu, alkol ve güneşten kızarmış bir tenim var ve onları anlamıyorum. Kendimi bile anladığım söylenemez. Eve temizliğe gelen kadın beni ayna karşısında kravatımla uğraşırken görüyor, gülümsüyor. Orta yaşın tam ortasında ve sanki ezelden beri aynı yaştaymış gibi. Kadın olduğu ancak kıyafetlerinden anlaşılıyor. Bana bakarken kravatıyla oynayan bir koca ya da bir oğul hayal ediyor belki. Otoparktaki 2003 model Toyota, artık beni kullanma der gibi bakıyor. Tamponda birkaç göçük ve çizikle, kirli farlarına şiddetle yağan yağmur bile derman olamamış; ağlamaklı bakıyor. Arabaya acıyacağına sen kendine acı deyip gaza basıyorum. Yolların durumu berbat, arabaların durumu ise acınası. Hiçbir ışıkta durmuyorum, kimse durmuyor. Buradaki kuralsızlık yüzünden Türkiye’ye döndüğümde büyük bir kaza yapacağımı düşünüyorum. Tabii eğer bir gün dönmek mümkün olursa… Şirket’in tarihinde böyle ani kararları vardır; ancak görünürde henüz böyle bir olasılık yok.

Bütün gün süren saçma sapan idari kovalamacalardan yazmam gereken rapora yine zaman bulamadım. Arabaya attığım bilgisayar ve birkaç dosya ile dönüş yoluna çıkıyorum. Karnım aç. Eve girdiğimde Françoise’ın henüz gitmemiş olduğunu görüyorum. Muhtemelen söylemesi güç bir yerel ismi vardır da kibarlık olsun diye ya da Fransızlara özendiğinden kendini böyle tanıtıyor. Marketten aldığım eti pişirmek için mutfağa geçiyorum. O çıkmak için hazırlanıyor. İsterse bana eşlik edebileceğini söylüyorum. Üç aydır, haftada üç gün evime gelen kadınla yapılacak ev işlerine dair olmayan ilk konuşmamız. Önce utanıp çekiniyor, ardından kabul ediyor. Yardımcı olmak için yanıma geliyor. Tamamen vakit geçirmek amacıyla hikayesini öğrenecek birkaç soru atıyorum ortaya. Yalnızlık, borçlar, çocuklara ilişkin kaygılar, dışlanmışlık, aldatılma… Yaşamının tüm zorlukları daha fazla sormama gerek kalmadan önüme seriliyor. Son erkek arkadaşı da onu dolandırınca hayatı epey zorlaşmış. Benim eve gelişinden ne kadar kazandığını bilmiyorum, Şirket ödüyor. Ödemenin kurumsallığı bir yandan büyük bir adam olduğum izlenimini doğururken bir yandan ise ikimizin de işvereninin Şirket olması sebebiyle aramızda sahte bir yakınlık doğuruyor. Bir müddet çocuklarını anlattıktan sonra benim yalnızlığımı sorguluyor. Genç, güzel bir kadın bulup evlenmememe aklı ermiyor. “Siyahi kadınları beğenmiyor musun?” diye sorup gülüyor. Yaşadıklarına rağmen içinde hep canlı bir mizah barındıran kadınlardan. Yemek yaparken epey şaka yapıyor ve çoğu komik. Daha önce bu kadar konuşkan olduğunu fark etmemiştim. Bazı sabahlarda, bu evden çıkan kadınların bir kısmını gördü. Kimseyi ikinci kez görmemesine çok şaşırıyor, muhtemelen içten içe benim sorunlu ya da sapkın bir tip olduğumu düşünüyor. Kendimi ona açmak istemiyorum yine de yalnız uyandığım sabahlar artık üstümde o kadar koyu bir ağırlık bırakıyor ki dayanamıyorum. Fransızca aksanı pek koyu değil, anlaşmakta zorlanmıyoruz. Ailemi soruyor. Aniden birkaç gün önce babamın vefat ettiğini; ancak işler nedeniyle gidemediğimi, zaten cenazeye yetişemeyeceğim için de acele etmediğimi anlatıyorum. Beni dinlerken ağzındaki lokmayı bir süre için yutmuyor. Gözleri şaşkın, odanın içinde ona yardımcı olabilecek bir ipucu arıyor. Konuşmaya yeniden hangi noktadan gireceğini bilemiyor. Kimseye karşı epeydir hissetmediğim merhamet, ona karşı uyanıyor.

Birikmiş borçlarının ne kadar olduğunu soruyorum. Euro cinsinden çok fazla olmayan bir miktar söylüyor. “Tümü bu mu?” diyorum. Evet anlamında başını sallıyor. Sofrayı topladıktan sonra evden çıkarken, elinize sağlık diyerek gülüyor. Elini sıkarmış gibi yaparken söylediği miktarda parayı avcunun içine bırakıyorum. Önce kabul etmeyecekmiş gibi birtakım mimikler yapıyor ardından gülümseyerek parayı cebine koyuyor. Uzun süre sonra gece deliksiz uyuyorum.

Sabah yolda Toyota’nın lastiği patlıyor. Yağmur hiç durmuyor. Çekiciyi beklerken telefonla kardeşimi arıyorum. Sesi solgun. Bildiğim kadarıyla bir erkek arkadaşı yok. Babası öldü ve abisi ondan çok uzakta. “Bir erkek arkadaş bul.” diyorum. Şaka yaptığımı düşünerek, “Aman abi.” diyor. Üsteleyince, “Erkek demek, başka bir sorun daha demek.” diyor. Kırılmamış gibi gülüyorum, tıpkı demin onun yaptığı gibi. Sağlık olsun. Birbirinin üzerine basa basa büyür kardeşler. Hayatta geldiğim noktada kardeşim bile sözlerimde ironi olup olmadığını eskisi gibi çıkaramıyor. Araç için çekici gelmiyor. Bir telefon numarası bırakıp taksi çağırıyorum ve Şirket ofisine gidiyorum.

Derya beni kapıda karşılıyor. Efendimiz’in sekreteri. “Efendimiz çok sinirli!” diyor. “Raporlar merkeze gitmediği için fırçalamışlar.” diye ekliyor. Raporları yollamıştım. Saçma bir durum. Derya’ya bir şey demiyorum. O en azından bir teşekkür bekliyor. Burada her davranış bir beklenti çevresinde gerçekleşiyor, Derya’da bana yardımcı olarak bu çölden kurtulabileceğini düşlüyor. Ona pek fazla fırsat vermiyorum. Ceketimin düğmesini ilikleyip kapıyı çalıyorum. Efendimiz’in beni görünce gözleri parlıyor. “Görüştüğümüz iş adamlarının projeye ilişkin onaylarını neden eklemedin rapora?” diye soruyor. Cevabı beklemeden, “Önce bana gönderseydin.” diyor. Halbuki birkaç gün önce, “Bana göndermene gerek yok, sen hazırla yolla.” demişti. Bunu hatırlatmak şimdi onu daha çok kızdırır. Ancak azar yediğinde işin önemini hatırlıyor. “Şirket, raporu bu haliyle kabul etmez, bu kez önce bana yolla.” diyor. Kuru bir sesle, olur diyerek beklemeye geçiyorum. Burada aynı zamanda tek arkadaşlık yapabileceği insanın ben olduğumu hatırlamasını sağlayacak bir süre kadar bekliyorum.

Ardından, “Kusura bakma sabah sabah sinirimi bozdu herif. Yükselecek diye bizi harcamaya çok meraklı.” diyerek merkezdekilerin dedikodusunu yapıyor. “Sen gençsin, ben yoruldum bunlardan diyor.” Telefonda benzer mahiyette cümleleri merkezdeki Efendisine söylediği, beni şikâyet ettiği çok açık. Yüzüne kusasım var. Anlayışlı bir şekilde gülümseyerek, “Bugün hallederiz Efendim.” diyorum. Durmadan sağda solda gördüğü birtakım kadınları soruyor, geçiştirmekten sıkıldığımdan bir ara ben de ona eşinin ne zaman geleceğini soruyorum. Aramızda insanlık kırılıyor, o bozuntuya vermiyor. Odanın ağır kapısından hiçbir şey olmamış gibi öğle yemeğine çıkışımıza, başta Derya olmak üzere herkes çok şaşırıyor. Buna şaşırdıkları için halen aynı konumda kalmaya devam ediyorlar. Efendimiz, hafta sonu katılacağı safariyi anlatıyor.

Eve epey geç dönüyorum. Françoise evde değildir. Kravatımı çözüp gömleğimin üst düğmelerini açıyorum. Soyunmadan bir sigara içmeliyim. Balkona çıkıyorum. Seyredecek pek bir şey yok Etrafta canlı varlık bırakmamaya yemin etmiş sıcak ve neme rağmen insanların bu ülkede hayatlarını sürdürme çabası beni kısa bir an utandırıyor. Bir utanç başka bir utancı hatırlatıyor. Efendimiz az kalsın öğlen yemeğinde bir skandala imza atıyordu. Eksik Fransızcasıyla gereksizce özgüvenli olduğu bu tip buluşmalarda hep bir pot kırar. Her seferinde güçlükle arkasını toplamaktan usandım. Şirket’e bu konuda onu şikâyet eden bir rapor yazsam sonuçlarının neler olabileceğini düşünüyorum. Yemek hazırlamak gerek, soyunmadan çıkıp alışveriş mi yapsam diye düşünüyorum. Gündelik kaygılar daha büyük meselelerle meşgul olmama bir türlü izin vermiyor. Sigaramı söndürürken içeriden, koridorun sonundaki odamdan bir ses geldiğini duyuyorum. Tanımadığınız sesler, tanıdığınız kimsenin olmadığı bir ülkede özellikle ürkütücüdür. Burası Efendimiz’in evi gibi korunan bir ev değil. Eve girip çıkan insan sayısını ve karakterlerini düşündüğümde pekâlâ bir hırsız girmiş olabileceğini değerlendiriyorum. Kendimi evden dışarı atmayı düşünsem de bunun pek mantıklı bir hareket olmayacağını anlıyorum. Ürkek adımlarla kafamı uzattığım odamda hiçbir hareket yok. Kilimanjaro’nun Karları bile aynı yerde bana bakıyor; yanında çıplak ve uzun bacaklarıyla uzanmış, bembeyaz dişleriyle bana gülümseyen Françoise ile birlikte. Odam o kadar loş ki siyah iç çamaşırlarının üzerinde olduğunun ayrımına varmam epey güç oluyor. Bana bakıp gülümsemeye devam ediyor. Kendince karşılık vermek istiyor. İçimdeki son merhamet kırıntısı siliniyor. Eliyle beni çağırıyor. Başka bir yere doğru yürümeye gücüm olmadığından yanına yürüyorum. “Çöller büyüyor…” Yaşam başka bir yerde. Sadece böceklerin sesleri duyuluyor. Kemerimi çıkarıyorum.

Ali Nurdoğan