Cabir Özyıldız

Gözümü açar açmaz yastığın altını kontrol ediyorum. Anam, sigara, simit parası koymuşsa ne âlâ koymamışsa yapacak bir şey yok. Anam karı uyanır diye korku filmlerindeki gözlüklünün ölmeden önceki sessiz şaşkınlığıyla giyinip usulca evden sıvışıyorum. Arkama bile bakmadan. Uyansa Allah muhafaza. Gelsin dualar, beddualar, yanıtı olmayan sorular. Köşeye kadar dörtnala, ondan sonrası rahvan. Doğruca parka.

Hemen her gün geliyorum bu parka. Önce birkaç iş başvurusuna gidiyorum. Deneyim, diploma filan soruyorlar. E onlardan bizde yok. Öyle olunca da gelip kuruluyorum bu devasa kauçuk ağacının altındaki tahta sıralara. Sonra da bizim takımın toplanmasını bekliyorum.

En birinci gelen benim. Benden sonra Fukara Dursun abi, ondan da sonra Kozanlı Abdi. Hürriyet mahallesinden Kürt Cemoyla Arapoğlu Tahsin öğleye doğru geliyorlar. Kimseler gelmeden kalkıp otobüs durağının önünden bir simit, param yeterse de küçük ayran… Artık kemir dur.

Onlar gelene kadar sağa sola bakınıyorum. Çoğunluğu adliyeye gelenler oluşturuyor. Onlardan başka, köyden kasabadan gelip dilekçe yazdıranlar, sıcaktan bunalıp ağaç altlarına uzananlar, gurbetçi olup etraftaki izbe otellerde kalanlar, emekliler, çükü buruşmuş kart zamparalar, dilenciler, okulu kıran yolsuz talebeler, selpak mendil satanlar, kopuklar, ne ararsan bu parkta. Ha bir de bu aralar Suriyeli çocuklar dadandı parka. Ama zararsızlar. En fazla ortadaki havuzda çimip duruyorlar. Utanmasam ben bile… Hava öldürmecesine sıcak, e haklı çocuklar çimmeyip ne yapacaklar. Gerçi onlara da huzur yok, zabıtası bir yandan güvenliği diğer yandan, durmadan tavşan kaç tazı tut.

Yok, takımdakilerin haricinde kimseyle ahbaplık kurmuyorum. Şehrin cümle düzenbazı, yalancısı, yancısı burada. Neme lazım, borç morç isterler. Olmadı sigara felan… Olsa sıkıntı yok da… Hem ben de sayılı içiyorum.

Hah Fukara Dursun abi de geldi işte. İri bir patlıcanı andıran burnunun üstündeki gözlüğü geriye atıp duruyor. Kozanlı Abdi’nin de gelmesi yakın. Birazdan ayağında yumurta topuk kunduralarıyla, kel kafasını kaşıya kaşıya gelir yamacımıza kurulur. Bunlar aralarında didişip durur gün boyu. Kozanlı Abdi, kim bir şeyden şikâyet etse, “Çıkart göster lan telefonunu” deyip durur. Bir gün Kürt Cemo bunu öfeleyecek ama dur bakalım ne zaman. Fukara Dursun abi de ne zaman parasızlıktan söz açılsa Yılmaz Güney’in Umut filmindeki Hasan’ın Cabbar’a tiradını bizi bıktırana kadar söyler durur: “Paran olunca her bir iş iyi olur. Paran olunca kebap yen, paran olunca tatlı yen, şarap içen, iyi yataklarda yatarsın. Parası olunca adam kuvvetli olur. Parası olunca adamın evi, avradı olur, evinde tenceresi kaynar, çocukları olur. Paran olmadı mı iyi değil…”

Aslına bakarsan eğlenceli mekân şu park. İşli güçlü, paralı olsan da şu arkadaki çay ocağına kurulsan, önüne de sade kahve, nargile… nelere nelere denk gelirsin de yok işte. Paran olmayınca gelip kuruluyorsun şu ağacın altına. Takımın keyfi yerindeyse vur feleğin gözüne gözüne. Yok değilse, işin yoksa (ki yok) öf pöf dinle. Hoş işli güçlü olsan, bu sefer de vaktin olmaz parka gelmeye ya, neyse.

Birazdan Kürt Cemo kavruk, çopur yüzüyle, etrafa şüpheli şüpheli bakarak, Arapoğlu Tahsin de çakmadan kehribar tespihini şıkırdatarak gelir ve çember tamamlanır. Kürt Cemo, Kozanlı Abdi’yi biti kadar sevmiyor. İkisi zıt partileri tutuyorlar. Kozanlı Abdi ne zaman ağzını açsa Kürt Cemo dişlerini gıcırdatıp, “Selo başkanın korkusundan altınıza sıçtınız da adamı mapusa tıktınız, gundiler” diyor. Arapoğlu Tahsin uyar oğlu. Kim ne derse he der geçer. Sessiz, tasasız. Emeklisi de var. Kokmaz bulaşmaz biri işte.

Dedim ya parka gelenler işsiz güçsüz takımı diye. Onlar pek değişmiyor. Asıl curcuna çay ocağında. Müvekkilini söğüşlemeye çalışan avukat mı dersin, miras davasında dul yengeye Alicengiz oynayan kayınlar mı, Conoların torbacı takımı mı dersin, hepsi burada. Hele boşanan çiftler, onlar ayrı bir âlem, her iki taraf almış yanına kardaşını karındaşını, uzaktan birbirlerini kesip duruyorlar. Ayrıca kavga da oluyor gün aşırı. Hep de adliye çıkışı. Sorsan herkes mağdur. Önce laflaşıyorlar, sonra içlerinden mutlaka sivri, cühela biri çıkıp tutuşmaya hazır ormana kibriti çakıyor. Artık gelsin sopalar, palalar, kemerler… Arada tabanca da patlatıyorlar ya, o her zaman olmuyor. Bu tip olaylarda polis nedense hiç görünmüyor. Fakat ne vakit (genelde öğlen) öğrenci, işçi, sendika felan toplansa kıyamet kadar oluyorlar. Zırhlısı, toması, çeviği, sivili parkı dolduruveriyor. Haliyle bizim takım ufaktan yol alıyor. Ben bir başıma kalıyorum.

Parka ne kadar doluşurlarsa doluşsunlar ben gitmiyorum. Hem polise inat olsun diye (sopaya sürtünmek de denilebilir) hem de gönlüm fakirden fukaradan yana diye. Diyeceksiniz ki sana ne bunlardan, en azından kafanı sokacak bir evin, bekleyen aşın var, gitsene. Gidemem ki. Niye mi? Erkenden eve gitsem anam karı dillenip saydıracak. Filancanın oğlu, falancanın işini tutmuş diye. İşin yoksa dinle dur. Sanki barikat kurulmuş gibi lokmalar kursağımda sıraya duracak. Sonra da lokma kursağından geçsin diye yutkun dur.

Mahalledeki kahveye gitsem bu sefer de dayım kesecek önümü. N’oldu o iş diye soracak? O iş dediği de sabahtan akşama bilfiil 13 saat manifaturacıda kumaş taşıyacaksın, karşılığında da asgari ücretin yarısını alacaksın. Bak şimdi hakkını yemeyeyim adamın, öğlen tavuk dönerin de benden dediydi. Dayıma kalsa cillop gibi iş. Bana sorarsan, enayiliğin dik alası. Ama işte dayıma söyleyemiyorum bunları. Ne desem, sus babası kılıklı deyip duracak. Ölmüş babamı da işe karıştıracak.

Mesai saati bitiminde bütün o kalabalık kırp diye kesiliyor. Park asıl sakinlerine kalıyor, yani erkenden eve gidemeyenlere. Birahaneye parası yetmeyenler gazete kâğıdına sarılı biralarını alıp parkın kuytu köşelerine, daha yoksullar el altından satılan boğma rakılarına, evi barkı olmayanlar da ağaç altlarına sığınıyorlar. Buruşuk orospular da arzı-endam eyleyince manzara tamamlanıyor. Kötü makyajları, çatlamış topukları, pullu, şıkırtılı elbiseleriyle ortalıkta salınıp duruyorlar. Çaresizler. Çoğu, otel kirasını çıkartmaya bile razı. Bir de kokoreç filan uydururlarsa ne âlâ. Müşteri mi? Var, olmaz mı? Her malın bir kör alıcısı olur elbet.

Güneşin batmasına yakın alıyor beni bir sıkıntı. Hâlbuki o vakte kadar iyi kötü oyalandıydım. Ama eve gidince işiteceklerimi bir ben biliyorum. Anam karı açacak ağzını yumacak gözünü. E haklı da kadıncağız. Babamdan kalan emekli maaşıyla ev çevirmek kolay mı? Anam karının söyleyecekleri şimdiden kulağımda; “Bak şu Niyazinin çocuklarına üç katlı ev diktiler iki senede. Sen daha otur.” Bana övdüğü adama bak. Niyazi dediği, topal baldızını kaçırıp, ondan üç de çocuk yapan müptezelin teki. Oğulları desen, köşede ona şuna torba tutuyorlar. Nasıl anlatacaksın şimdi bunları anama. Ben daha hık diyemeden hop, mevzu direkt Daltonlara geçiyor. (Dört erkek kardeş olur kendileri.) Onlar da bu yıl dördüncü katı çıkıyorlarmış. Ulan tek göz odada yaşıyordu ya bunlar, ne ara dört kat çıktılar. Hesapladım, demiri, çimentosu, sıvası boyası derken hayli yekûn tutuyor. Ne zaman, nerden buldu bu parayı bunlar.

Anamın akılları hariç bir de yan komşu Sarı Bedia gelip gidip kadını fiştikliyor. “Oğlan daha iş bulamadı mı? Bak Nebihe’nin oğluna belediyeye girmiş. Sigortası filan da var.” Anamı doldurur durur o fesat karı. Ayrıca Nebihe’nin oğlunun ne haltlar karıştırdığını da biliyoruz da, boş ver şimdi. Hem yalnız Sarı Bedia da değil, gelen giden kendi dümbelek oğullarına bakmadan beni anama fitliyor. Ulan gareziniz kime? Yahu bu ülkede on küsur milyon işsiz var. Bir ben mi gözünüze batıyorum?

İyice karanlık çöktü, kalkıp yola düşme zamanı, anamın diyecekleri, komşuların laf kondurmaları beni bekliyor. İşin yoksa dinle ha dinle.

Cabir Özyıldız