ONS Dergisi’nde (2. Cilt, Yaz 2018) Mesut Varlık’ın usta sanatçı Metin Akpınar ile yaptığı söyleşiyi yayımlıyoruz.

Mesut Varlık ve Metin Akpınar

Sahne tozuyla tanıştığınız dönemlerden bugünlere, genel olarak mizah, mizaha yaklaşımlar nasıl değişti sizce?

Aslında çok kısa bir dönemi anlatmamı istiyorsun. Halbuki ben henüz serbest aminoasit olarak dolaşırken de bunlar yine tartışılıyor, konuşuluyordu. Hatta Platon ve Aristoteles’e kadar giden bir olgudan bahsediyoruz. Bizim içinde yaşadığımız mizah ile evrensel mizah arasında ciddi farklar var. Öte yandan, gülmece kuramları bakımından baktığımızda onların da çok ileriye gidemediklerini, bize yansıyan gülmece kuramlarının bile çağımızda artık biraz “ayıp” olduğunu düşünenlerdenim. Bunlar herhalde, çağımızda, teknolojiyle birlikte gelişecek diye düşünüyorum, daha doğrusu ümit ediyorum. Gülmece ortaçağ baskılarına isyan olarak gelişme gösterdi. Biz onu yaşamadık maalesef, o yüzden bizde eksiktir. Doğu’da durum çok daha kötü. Satir yaptığı için, hiciv yaptığı için asılanlar, yakılanlar, derisi yüzülenler gibi “zarif ” hareketler var. Bunlar, kahredici şeyler.

Farklı şekillerde baş etme yolları bulunuyor sanırım?

Doğu’da, VIII ila XIII. asırlar arasında hem bilimin hem edebiyatın muazzam geliştiği bir ortam söz konusuydu. Önemli biliminsanları sayesinde Doğu’nun Rönesans’ı gelişebilecekken, bir alışkanlığımız ortaya çıkıyor. Bizim popülasyonumuzun, dışardan da gelen etkilerle birlikte, “medeniyet yeme” diye bir kırmızı karınca alışkanlığı, yapısı vardır. Hitit medeniyetini yedik yuttuk, yok. Selçuklu medeniyetini yedik yuttuk, yok. Osmanlıyı yedik yuttuk, Cumhuriyet desen direnmeye çalışıyor.

Yine de mizah, var olmaya devam ediyor…

Gene de o çirkinliklerin, yanlışların üzerine bizde de bir reaksiyon doğmuş ama o karanlıktan çıkmak için aşağıdan, halkın içinden gelip yükselen, fışkıran bir isyan, öyle bir yapı yok bizde. Hıristiyan bağnazları arasında bir fıçı nazariyesi vardır, çok enteresan. İnsanı bir şarap fıçısına benzetir. Fermantasyon hızlı gelişir veya yavaş gelişir ama gelişir. Eğer kapak sıkı kapalıysa, fıçı çatlar, yani insan patlar. Arada sırada kapağını açıp onun gazını almak gerekir. Sizi baskılayan her neyse, çevre, ekonomi, coğrafya, psikolojik çevre, yönetim, vs. Bir yerde boşaltmamız, soluk almamız lazım. İşte orada mizah imdadımıza yetişiyor, oradan çıkıp soluklanabiliyoruz.

Türkiye’de mizah nasıl imdadımıza yetişiyor? Biz nelere güleriz?

Gülmece kuramları açısından bakınca, birinci basamak, aksiyon esprilerine güleriz biz. Tabii onun da rafinesi var, avam olanı var. Özellikle İngilizlerin aksiyon esprisi bize göre daha zariftir. Bizde biraz abartılı olur. Örneğin, Peter Sellers en büyük komedyenlerden biridir ve abartılı hiçbir şeyi yoktur. Elinde süt bardağıyla, eğilip bakarken sütü döker ve hiç reaksiyon da göstermez ama güleriz. Bu mizahın ana tüketicisi güler. Bizde ancak güğümler asfalta dökülünce gülünür…

İkincisi de, insan salgılarına güleriz; tükürük, gözyaşı, çiş, bok, balgam, vs. Geleneksel Türk tiyatrosunda da var, bugün de var. Yani bu toplum, “Puh! Allah belanı versin!” diye tükürülünce güler. Nedense öyle bir küçümseyiş, dışlama hisseder. Burada bir nüansa da dikkat etmek gerekir: Başınızı vurursanız, gülünür ama çok kan akarsa üzülürsünüz, gülme yerine acıma gelir. Dolayısıyla, kahredici veya tiksindirici boyuta geçmemek lazım. Gözyaşı, tükürük iyidir de, balgam, bok, çiş daha kötüdür. İkisi de bence ilkel basamaklar. Artık belki de kullanılmaması gereken, kullanılacaksa da genel mizah içerisinde çok az yer tutması gerekir.

Üçüncüsü ise kusurlarla eğlenmek. Çok uzun, çok kısa, çok şişman, çok zayıf, kekeme, kambur, görme özürlü, işitme özürlü, vs. Bu da yine ilkel bir gülmece basamağıdır bence. Bunun da azalması gerektiği kanaatindeyim. Bir diğeri ise geleneksel tiyatromuzda da olan; etnik tiple eğlenmek. Laz, Kürt, Acem… onların toplumla yaşadıkları uyumsuzluklarla eğlenilir. Bunu daha rafine hale getirirsek, bugün de geçerlidir: Bireyin psikolojik, sosyolojik, ekonomik olarak toplumla uyumlu, ölçülü, dengeli olmayanına güleriz.

Bu esasında, bütün gülmece kuramlarını da tamamlayan ve kapsayan, iyi bir şemsiye. Daha rafine, daha entelektüel bazda ölçülü, uyumlu, topluma açık düşen bir gülmece, bugün için de geçerli bir gülmecedir.

Son gülmece başlığı da bence absürttür, abestir. Tanımlaması zordur. Üstatlardan Küçük İsmail Efendi, şöyle anlatırmış absürdü: “Büyük bir alan, her tarafında geçilebilir, sağından, solundan, yukarıdan. Ortada bir duvar var ama. Bu isterseniz tuğla, isterseniz çit, isterseniz beton. Bir duvar var. Her yerden geçilebiliyor ama. Bunun da ortasında bir kapı var. İşte o kapıdan işlemek, absürttür,” derdi. Abes olan bir şeyin, abartılı başka bir yorumu, belki kaba tarifi böyle olabilir. Bu da bizim gülmece basamaklarımızdan. Biz bunlara güleriz, bunlarla eğleniriz. Hâlâ da böyledir ve böyle de devam eder.

Taklit etmeyi de vazgeçilmezlerden sayamaz mıyız?

İlkel toplumlar, genelde, öykünerek gelişirler. Bunun içinde hayvan taklidi de vardır, lider taklidi de, muhtaç, imam, ağa taklidi de vardır. Dozunda olmak koşuluyla, onu küçümseyerek, reddederek yaptığımız eleştirilerdir. Popülasyon bunu algılayarak güler. Son derslerde izin verilen hoca taklitlerinde olduğu gibi. Temelde köyden gelen, köy seyirlik oyunlarından gelen bir olaydır bu.

Hatta antik dönemlerden…

Mitolojiyi pek sevmeyiz, reddederiz ama esasında iyi bir kaynaktır. Örneğin Zeus, ölümlü bir hanımefendiyle, Thebai prensesi Semele ile beraber oldu, ondan da bir çocuğu oldu; Şarap tanrısı Dionysos. Mizah tanımlamasıyla, piç! Sonra ilah Zeus, hanımefendiye kıyamadı ve onu ölümsüz yaptı ama oğlan kaçtı… Dionysos şölenlerine, bağbozumu şenliklerine atfedilir tiyatronun, mizahın kökeni. Yıkanılır, temizlenilir, güzel giysilerle hazırlanılır, yeme içme elbette…

Bir de o şölenlerde, şölene daha önce katılıp da sonradan aramızdan ayrılmış olanların ruhlarının da o şölene dâhil olması vardır. Üremeye müteallik semboller, çekinmeden, aşina olarak büyük ebatlarla sunulur. Gocunacak, üzülecek bir şey de yoktur; zaten özde o vardır, diye.

Bu anlamıyla “şölen”e biraz yabancıyız sanırım?

Bizim bayramlarımız, özellikle dini bayramlarımızda da benzer bir yapı vardır aslında: ev temizlenir, camlar silinir, yerler tahtaysa tahta fırçasıyla geçilir, en güzel elbiseler giyilir, hatta başucunda ayakkabısını saklama gibi güzel öyküler de vardır. Dolmacı teyze, börekçi teyze gelir, mevsimine göre güzel yemekler hazırlanır. Eğlencemiz de vardır ama ruhların gelmesi meselesi yoktur; bizde kabristana, ziyarete gidilir. Ziyaret, bayramlaşma ve özellikle kurban ritüelinden sonra, şölene benzer bayram yerlerimiz vardır.

Bayram yerinde çok ciddi eğlenceler vardır. Bizim yetiştiklerimiz başka, bizden evvelkiler çok başka. Orada, ateş yutanlar olduğu gibi, simit ve turşu satanlar da vardır. İspirto üfleyen vardır; bakalım nereye kadar nefesin çıkıyor? Telden kayma vardır; o zamanlar su kayağı yok, bir yükselti yapılır, iki direk arasında tel gerilidir, telde bir makara vardır. Merdivenlerden çıkarsınız oraya, adam bacaklarınızdan sizi tutar, bırak dersiniz ve piiuuuuu diye kayarsınız. Karşıdan da biri karşılar, düşmeyesiniz diye, sarılır. Eğer kayan kişi kızsa, orada bir temas da oluşur tabii. Mevsimine göre değişir, ipek entari giyerse başkadır, eşofman giyerse başka.

Bizdeki bayram yeri edebiyatı da etkinlikleri de aşağı yukarı şölenler gibidir. Orada da mizahı yakalamak, rahatlamayı yakalamak, bir soluk almayı yakalamak, rutini kırmak gibi güzellikler vardır.

Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet tiyatrosunun dışında kalan teatral etkinlikler, bizde geleneksel Türk tiyatrosu diye tanımlanır. Bunun içinde Karagöz var, ortaoyunu var, hokkabaz, perendebaz, cambaz, curabaz, vs. Bunlar, geleneksel eğlence kültürümüzün parçalarıdır.

Tiyatro ve mizah tarihimiz içerisinde çok özel bir yere sahipsiniz. Haldun Taner, Zeki Alasya ve Ahmet Gülhan’ın ardından, bugün kabare tiyatrosunun yaşayan en önemli ismisiniz.

Kabare tiyatrosunu, içinde büyüyerek öğrendim. Sanat tüketicimiz de bilmiyordu, içinde yoğrularak öğrendi. Mizah yazarlarımız da aynı şekilde. 1967’den 1992’ye kadar süren Devekuşu Kabare Tiyatrosu, hiç tevazu göstermeyeceğim, tarihe altın sayfalarla geçmesi gereken bir olaydır. Bunun yaratıcısı, bize taşıyıcısı, uygulayıcısı ve önereni; Haldun Taner’dir.

Gene büyük üstad, rahmetli Muhsin Ertuğrul, şöyle tanımlardı: “Türk tiyatrosu ne zaman tıknefes olsa, Haldun oksijen yetiştirir!” Müthiş! Onunla birlikte Brechtyen okulun bize taşınması, Keşanlı Ali Destanı, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım gibi baş yapıtlarla birlikte, bir de kabare tiyatrosu. Shakespeare, sahneyi dünyanın aynası, diye tanımlar.

Haldun Bey de kabare tiyatrosunu dev aynası diye tanımlardı. O da bir aynadır, aynı şeyi gösterir bize ama kabare tiyatrosu biraz büyütür, abartır. Sivilceyi çıban yapar, pis kokuyu burnuna burnuna üfler ki ondan rahatsız olasın. Bir kontrol mekanizmasıyla kendini sorgularsın, onarırsın. Paradigma öğrenirsin; “Biz” paradigmasını, kendini karşındakinin yerine koymayı öğrenirsin. Tiyatro, empati kültürünün mabedidir. Kabare tiyatrosunda biz bunu yapmaya çalıştık.

Üstelik çok çeşitli ve farklı ekolleri de içeriyor sanırım kabare tiyatrosu.

Kabare tiyatrosu aynı zamanda bir şaka tiyatrosudur, alay tiyatrosudur. Trajikomik olaylar da vardır, o zaman ironi tiyatrosudur. Müstebit bir yönetime karşı çıktığı için, bir başkaldırı, isyan tiyatrosudur ve hep öyle olacaktır. Zaman’da, yer’de, konu’da bildik bir kuralı yoktur kabare tiyatrosunun. Bir başlık üzerinden her şeyi irdeleyebilirsiniz. Birbirine ekli vagonlar halindedir. Çıkarıp ekleme yapabilirsiniz. Görsel malzemesi daha boldur, müziği vardır, şansonu vardır, ritim duygusu vardır. Bizim gibi müzikal kültürü olmayan bir toplumda, operet kültürüne daha yakın, hem görselliği hem dansı hem de esnek yapısıyla, özgürlüğüyle büyük kalabalıkları yakalayan, sağlıklı ve doğru bir formattır Kabare Tiyatrosu.

Toplumla da muazzam bir buluşma yakaladığını yakinen hatırlıyorum.

Kabare tiyatrosunda orta ve alt-orta gelirdeki kültürle daha rafine bir kültür birleşir. Biz biraz Haldun Bey’i aşağıya çektik, o biraz bizi yukarı çekti. Bu da toplumumuzla örtüştü ve özdeşleşti.

Ve yıllardır da kabare tiyatrosu dersleri veriyorsunuz üniversitede.

Ben burada, üniversitede çocuklarıma kabare tiyatrosu, kabare oyunculuğu dersi vermeye çalışıyorum. Sezon sonunda da bir oyun çıkarıyoruz. Genellikle bizim oyunlarımızdan biri oluyor. Seyirci karşısına çıktığı zaman bu amatör çocuklar, profesyonel boyutta reaksiyon alıyorlar. Bu da bu formatın ne kadar doğru olduğunu vurguluyor. Bugün ülkemizde kabare tiyatrosu yok. Bir ara, bizden sonra 18 tane olmuştu. Sonra giderek çekildi, kayboldu. Bu sadece kabarenin kaybolması değil. Kültür tüketicisinin bu tür etkinliklere verdiği paraları değerlendirme yöntemlerinin zaman içerisinde çok çağdaş şekilde olmayışını da gösteriyor.

Kültüre, sanata ayırdığımız bütçeler, hemen ilk kesintiye uğrayan bütçelerdir. Kolaylıkla vazgeçebiliyoruz.

Halk günleri, kadın günleri, öğrenci günleri derken az parayla çok hizmet alma mantığı gelişti maalesef. Bunun karşısına televizyon çıkınca ve televizyonun oyunculara yaptığı ödemeler yükselince, tiyatro da kabare tiyatrosu da geri çekildi. Biter mi? Bitmez. En müstebit yönetimlerde de çalışmış, yaşamayı becermiştir. Tiyatronun, mizahın, kabarenin dilinde şiddet ve korkuya yer yoktur. Üzerinde kabul etmez, uymaz. Mizah; dizginlenmiş, ıslah edilmiş bir saldırıdır. Şiddet olmaksızın yapar bunu. Sadece sizi doğru düşünmeye, kendinizi sorgulamaya yönlendirir. Siz de sorgular, vicdanlı insan olursunuz. Sorgulamazsan, kara vicdanlı olursun.

Kabare tiyatrosu, bir toplumun vazgeçilmezidir. Belki bugün yok ama yarın olacak, bu dönem de geçecek. İnsan var oldukça, tiyatro da var olacak. Onu yasaklayacak, yok edecek bir yönetim icat olmadı. Zorladığın zaman yeraltına girer ama yine var olur. Kimse şarap fıçısı gibi patlamak istemez; nefes alacak bir yer mutlaka bulur. İşte o zaman o şarabın içimi de iyi olur. Bu değişmeyen bir kuraldır.

Televizyonun ardından, bugün artık tiyatronun belki de iyice geri çekilmesinin nedenlerinden biri online mecralarda gelişmekte olan yeni mizah anlayışları sanırım. Sizce tiyatronun yerini doldurabilir mi?

Tiyatronun en kısa tarifi, malum; insanı insana insanla anlatma sanatı. Bu tarif cama da yazılır ama bir şeyleri eksiktir. Onun illa canlı ve kolektif rezonans içinde olması gerekir; teriyle, kanıyla, kokusuyla, beyniyle. Televizyonda başka, sinemada başka, dijital ortamda başka etkisi olur elbette ama insan insana doyuruculuğu yoktur, diye düşünüyorum.

Devekuşu Kabare’de, onu hâlâ unutulmaz kılan, toplum ile arasında önemli bir dengeyi yakalamasıydı. Bugün bu ayar bulunabiliyor mu sizce?

Çok çeşitli nedenler sayılabilir ama bence en önemlisi etken göç. Göç olmalıydı tabii, hepimizin hakkıdır. Bununla birlikte rahmetli Muhsin Ertuğrul’un bölge tiyatroları projesini de, rahmetli Ecevit’in köyden kalkınma projesini de gerçekleştiremedik. Ama bugün yaşadığımız olay budur bizim. Bugün aşağı yukarı nüfusumuzun yarısı 12 kentte yaşıyor. Bu, her şeyin talebini de pazarlamasını da değiştirdi.

Bir de kapitalizmin getirdiği “Halk bunu istiyor” yalanı var mesela. Hiç öyle değildir. Siz bir buzdolabı yapacaksanız, Ahmet Bey istiyor diye yapmazsınız. İyi bir buzdolabı yaparsınız, sonra onun reklamını yaparsınız, insanın tüketim duygusunu gıdıklarsınız, o da parasını getirir, o ürünü alır. Sonra o buzdolabının geniş hacimlisini yaparsınız, kapısından şerbet akanını yaparsınız. Hiç böyle bir talep yoktur. O yüzden, “Bizim seviyesizliğimiz, halkın isteğidir” lafı yanlıştır.

Tiyatronun en önemli özelliklerinden biri de popülasyonu, sanat tüketicisini belli bir seviyeye çekmeye çalışmaktır. Rahmetli Ulvi Hocam derdi: “Espriyi atacaksanız; belden aşağı atarsanız herkes alır. Bel hizasında atarsanız yine mutlu olurlar. Yukarı çıktıkça, sayı düşer” derdi, “ama siz asla aşağılarda kalmayın. Baş hizasında, çok de geçmeyin, başını kaldırıp espriyi yakalamaz. Onu alnından yakalayacaksın.”

İzleyenleri alnından yakaladığınız, oyunlardan çeşitli sahneler geliyor aklıma. Üstelik dini figürleri, sembolleri kullanarak rahatlıkla espriler yapabiliyordunuz. Din ile mizah arasındaki dengede de bir değişim oldu mu sizce?

Orada belki şöyle şeyleri mırıldanmak mümkün. Biz kutsal-kırıcılığı hiç yapmadık, ona özen gösterdik. Eleştiriyorsak da bir yanlışı vurgulayarak, siz de bu yanlışa düşmeyin, anlamında yaptık.

Uygulamada karşılaşılan bazı sorunlar gözüyle baktınız yani.

Yani bir Arap, kendi ülkesindeki yasaktan soluk almak için Ramazan’da İstanbul’a gelip içki içiyorsa, biz onu eleştirdik. Yoksa Allah inancına, dine, anneye çok dokunulmaz. Hatta ölüm bile. Mesela çok severek çalıştığım, Beşikten Mezara serimizden bir “Mezarcı Mahmut” hikâyemiz vardı, gasilhanede geçiyordu. Ayşen de (Gruda) vardı, ne helvalar yaptık, neler ettik ama olmadı, üç günde kaldırmak zorunda kaldık o skeçi oyundan. Doğumhanede gülmekten bayılırken ölümhanede aynı reaksiyonu alamadık! O yüzden belli şeyler zaten ellenmez. Anca minik, rafine göndermeler yapıp insanları her kavramı, inanç mekanizmasını, etnik kimliği, mezhebi bir daha gözden geçirmesini, tanımlamasını öğütleyebilirsiniz. İsterse kabul eder, isterse etmez. Ama sizin bir dayatmanız yoktur. Şiddet unsuru kullanmazsınız.

Ortaya koyarsınız, isteyen alır, istemeyen almaz. Konya’da taşlandığımız da oldu, Urfa’da kovulmaktan beter edildiğimiz de. Gişede “Karı var mı, dansöz var mı?” diyenler de oldu bu ülkede. Başka yerlerde değildik, yine buralardaydık. Böyle davrananları da katiyen suçlayamıyorum. Doğru, güvenilir bilgiye ulaşamadılar, belli bir ekonomik seviyeye ulaşamadılar, günah da onların değil. Bu bağlamda, bu bağnaz tutuculukların da, bir hak olmamakla beraber, saygı duyulması gereken bir unsur olduğunu hep düşündük.

Devekuşu Kabare’nin dünya tiyatrosuyla, mizahıyla nasıl bir alışverişi vardı?

Devekuşu Kabare, geleneksel Türk tiyatrosu ile çağdaş kabare tiyatrolarının sentezidir. İngiliz mizahı, İskandinav, Arap, Çin, Japon mizahı diye reddetmeden, hepsinden belli bir şeyler almış ve bize uyarlamışızdır. Bence doğru olan budur.

500 senedir, Japonya’daki geleneksel Kabuki tiyatrosunda oyun başlamadan evvel, tiyatronun yöneticisi ya da öndegeleni sahnenin önüne gelir, seyirciyi selamladıktan sonra, “Sizden 90 cm. yüksekte olduğum için özür dilerim,” der. Bu zarafet evrenseldir ve herkesin uyması gerekir. Biri Japonca söyler, biri İngilizce söyler, biri hiçbir şey söylemeden duruşuyla bunu hissettirir.

Bu 90 cm.’nin üzerine çıkmak kimseyi mafevk yapmaz, kimseyi mağdur etme şansını da vermez. Tam tersine, halka bir hizmettir. Onlardan alırsınız buraya, sahneye koyarsınız, üzerine bir ışık yakarsınız sadece; daha net görür. Bütün mesele budur.

Son soru, artık klişe haline gelen soru: Sizin tiyatro yaptığınız yıllardan sonra, politik mizahın da tiyatroyla birlikte giderek ortadan kaybolduğu yorumlarına ne dersiniz?

Hiçbir siyasi otorite, insanın bu soluk alma yöntemini ve geleneksel olarak taşıdığı güzellikleri yok etme gücüne sahip değildir, diye düşünüyorum.

Ben artık 77 yaşına geldim, yarın terk-i diyâr edip gideceğim. Sabit eser bıraktık, çok şükür ama bunun bitmeyeceği kanaatindeyim.

Tarih boyunca, felsefeden, bilimden, edebiyattan güç alarak insan, kendisine soluk alacağı bu yapıyı kurmuştur. Bu yapı artık insanın bünyesine yerleşmiştir. Hiç de çıkmayacaktır!