Doğuş Benli

Resul, üniversite sınav sonuçlarının açıklandığı gün erkenden ilçenin yolunu tuttu. Minibüsten inince terminalde çayla simit söyledi. İki ayda simidi bile özlemişti. Yavaş yavaş yükselen güneş, az evvel İstanbul’a hareket eden otobüsün ardında bıraktığı su birikintilerinden yansıyıp gözünü aldı. Yıkamacı hortumu yere atmış, ilerideki salkım söğüdün altına çöküp sigara yakmıştı. Resul son lokmasını çiğnedi, ılımış çayını yudumlayıp yürümeye başladı. On dakika sonra okulu asıp sık sık uğradığı, akşamüstleri minibüs kalkış saatine kadar takıldığı internet kafenin önündeydi. Sınav sonucuna bakanlar girip çıktığından kafe normalden kalabalıktı. Her zamanki yerinin boşalmasını bekledi. Sonucu öğrenmek için acele etmedi. Önce birkaç saat oyun oynadı. Etraf biraz sakinleyince sayfaya bağlandı. Beklediği gibi, kazanamamıştı. Ekrana bakarken aklına gelen fikirle gülmeye başladı. Lise karnesinde yaptığı küçük müdahaleler gibi olacağını düşündü. Sonuç ekranını kaydedip yazıları hızlıca değiştiriverdi. Biraz daha oyun oynadı, sonra çıktı alıp terminale geri döndü.

Babası, “Nasıl olur,” dedi, “kazanmış mı bizim serseri?” Bir yanlışlık olup olmadığını hece hece kontrol etti. Mar-ma-ra Ü-ni-ver-si-te-si İ-le-ti-şim Fa-kül-te-si Ga-ze-te-ci-lik. İsim doğru, numarası da tutuyor. “Gerçekten tutuyor,” dedi. Kâğıda bakıp bakıp hayret ediyordu. Akşam kahvede çayları o ısmarladı. Az şey mi, oğlu üniversitede okuyacaktı. Tebrik edeni kadar, şaşıranı da çok oldu. “Gazetecilik mi?” dediler” haberleri izlerken, “Televizyona mı çıkacak mezun olunca?” Ekrana bakıp “Ali Kırca gibi olacak inşallah,” dedi babası. “İnşallah inşallah,” dediler hep birlikte. “O zaman bizim buraların haberini de yapsın,” dedi bazıları, “Kaç yıldır yolu düzeltemediler. Haberini yapsın da utansın o kaymakam.” Bir süre hep birlikte kaymakama söylendiler.

Annesi duyunca, “Ben biliyordum zaten,” diye anlattı komşulara, “kazanacağından emindim. Küçüklükten beri çok soru sorardı, hep meraklıydı. Bu yüzden gazeteciliği seçti.” “Bizle de röportaj yapar belki ilerde,” dedi komşular. “Tabii, yapar elbet,” dedi annesi, “hele o zamanlar bir gelsin.” Akşam, “Bey,” dedi, “çocuk ünlü olmadan evi elden geçirelim. En azından dıştan bir sıva, üstüne de badana ister. Sıvasız ev uğursuzluk getirir. Bak şehit haberlerine, ne kadar ev varsa hep sıvasız.” “Aman Allah korusun,” dedi peşinden. Sonra “Sıvayı yaptırınca kolay, ben yaparım badanayı, ne olacak,” diye ekledi.

Ertesi gün evlerine ilk kez Cumhuriyet girdi. Dört gün öncesinin gazetesiydi. Üzerine sigara kokusu sinmiş, kat yerleri parlamıştı. Bulmacası yarım, sayfa kenarlarında tükenmez kalem karalamaları vardı. Babası kahveden alıp gelmiş, “Köşe yazıları için,” demişti, “belki derslerine faydası olur.” Başında bekliyordu. Resul o sessiz gerginlikte gazeteyi eline aldı. Ortalardan bir yerden açtı. Toktamış ne biçim isim, diye düşündü. Gözü köşe yazısında, babasının kahvede nasıl gururla anlattığını hayal etti. Öyle serseri göründüğüne bakmayın, zeki çocuk aslında. Hiç çalıştığını görmedim. Demek çalışsa belki doktor olacaktı. Köyden başka kazanan çıkmamış, olsun. Seneye sizinki de kazanır. Resul aklına bunlar gelince güldü. Onu izleyen babası, “Ne oldu,” dedi, “komik bir şey mi var?” “Yok,” dedi Resul gazetenin arkasını çevirdi. Spor sayfasını aradı. Spora ayrılan tek sayfanın çoğunu tenis ve voleybol haberleri kaplıyordu. Bir yerde Fener arması görünce o kısmı okudu. Fenerbahçe kürek takımı genç erkeklerde Türkiye kupasını almıştı. Sessizliği bozmak için, “Belki de,” dedi, “spor sayfasında yazarım.” “Eski topçular orayı sana bırakmaz,” dedi babası, “sen daha doğru dürüst top bile sektiremiyorsun. Köşe yazısı ya da televizyon, televizyon olursa en iyisi. Ali Kırca gibi haber sunarsın.” Resul sayfayı çevirmeden Martina Hingis’in bacaklarına baktı. Alnı geniş ama güzel kadın, diye düşündü.

Olaylar birkaç gün içinde Resul’ün kontrolünden çıkıverdi. Coşku selini durdurmak artık mümkün değildi. Eve gelen gidenin haddi hesabı yoktu. Uzak akrabalara kadar hemen herkes duymuş, tebrik için anne babasını arıyordu. Resul’den ziyade, böyle bir evlat yetiştirdikleri için tebrikleri onlar alıyordu. Yıllardır dargın olan amcası bile geldi, “Bir tane yeğenimiz var” derken, babasının gözündeki yaşları gördü Resul. Yalanından artık dönemeyeceğini o zaman anladı. Aksine ortaya çıkmaması için elinden geleni yapacaktı. Postacı haftada bir gün, Salıları gelirdi. Resul Salıları erkenden bir bahane bulup evden çıktı, köyün girişinde postacıyı bekledi. Dört hafta üst üste adamı durdurup adına bir belge olup olmadığını sordu. Postacı her defasında bezgince bisikletinden indi, şapkasını eline alıp cebinden çıkardığı mendille alnının terini sildi. Zarf dolu çantasına şöyle bir bakıp, “Yok,” dedi. Dört kısa ve net cevap aldı Resul. Yok, yok, yok, yok. Dördüncü “yok”tan sonraki Salı erken kalkmak zor geldi. Yatakta gözünü açtı, belgenin postada kaybolduğunu düşündü. Yoksa çoktan gelirdi, dedi kendi kendine, postacıyı beklemeyi bıraktı.

Babasının, en azından okul kaydına gelmek isteyeceğinden korkuyordu. Ama dört yıl boyunca ne babası ne de annesi İstanbul’a geldi. Bunun sözünü dahi etmemişlerdi. Kayıt zamanı Resul’ü terminalden uğurladılar. Resul cam kenarındaki koltuğa yerleşti. Yıkamacının tuttuğu su, camdan süzülüp akşam güneşinin kızıllığı içindeki anne babasının görüntüsünü hareketlendirdi. Resul ertesi sabah İstanbul’a varınca valizini babasının asker arkadaşına bırakıp kayda gitti. Elindeki belgeyle okulun güvenliğini kandırması zor olmadı. Okulun havasını soludu, binalara girdi çıktı, sınıfları dolaştı. Sınıfın birinde boş bir sandalyeye oturup elindeki sonuç kâğıdına baktı. Üzerinde oynandığını anlamak çok güçtü. İyi iş çıkarmışım, dedi. İlk zamanlar özel bir yurtta kaldı. Sonra panolardaki ilanları arayıp okula yakın bir öğrenci evine üçüncü oldu. Ev arkadaşları derslere girerken o tembel öğrenci rolünü oynayarak çoğu zaman okula gitmiyordu. Bazen sabah derse diye çıkıyor, Kadıköy’den vapura atlayıp karşıya geçiyor, saatlerce İstiklal’de, Karaköy’de dolaşıyordu. Askerliğini sonraki sene açık öğretime kayıt yaptırarak erteledi. Kimsenin soracağı yoktu ya, dersler hakkında memlekete dönünce anlatacak kadar yüzeysel bilgiler edinmeyi de ihmal etmedi. Kız arkadaşları oldu, sinemaya, tiyatroya gitti, gece yarısı Taksim meydandan Kadıköy dolmuşlarına çok kez sarhoş bindi. Bir öğrenci neler yaparsa onları yaptı. Sıradan bir öğrenci gibi yaşadı. Üstelik sınav stresi de yoktu. Satılan tarla sayesinde, amcasının da desteğiyle dört yıl boyunca para sıkıntısı çekmedi. Zaman bolluğundan farklı işler denedi. Matbaa işine girdi. Mürekkep kokusunu ve makine gürültüsünü sevemedi. Zincir mağaza bir kitapçıya girdi ama o dönem bahar geliyordu ve gününü mağazada geçirmek istememişti. İşlere girerken hem çalışıp hem okurum demişti evdekilere. Sonra işten ayrılınca, derslerle bir arada yürümediğini söyledi. Evdekiler okulla ilgili hiç soru sormuyordu. Babası, belki de Ali Kırca’nın patlayan seks skandalı nedeniyle, artık onun gibi olmasını istemiyordu. Yine de okulla ilgili hiçbir şey sormamalarını, mezuniyet sonrası hayallerinden artık hiç bahsetmemelerini garipsiyordu Resul. Bu yüzden kimse sormadan anlatıyordu. Sınıfın çoğunun kaldığı dersi nasıl da başarıyla geçtiğinden, hocaların onu nasıl sevdiğinden bahsediyordu. Anlatırken öğrenci olduğuna inanıyor, gerçekten kazanmış olsa dersleri başarıyla vereceğinden en ufak bir kuşku duymuyordu.

Okulun son döneminde ev arkadaşları gibi o da ders çalışmak için memlekete döndü. Birkaç günü boş geçirdikten sonra notlarını koyduğu dolabı açtı. Dolabın diplerinde çocukluk albümü gözüne çarpınca eline aldı. Üstündeki tozları temizledi. İlk fotoğraflar dördüncü yaş günündendi. Masada tepeleme muz ve mandalinayla dolu meyve kâsesi, yanındaki tabakta fırından yeni çıkmış sıcacık peynirli poğaçalar. İstanbul’a gittikten sonra koptuğu çocukluk arkadaşları masanın kenarına dizilmiş. Kimisinin gözü makine yerine önündeki Fanta’da. Resul’ün üzerinde mavi kırmızı kilim desenli kazağı. Ne kadar saf ve temiz bakıyor mumları yanan pastaya. Albümün sayfasını çevirdi. Sırt sırta iki fotoğraf arasındaki kabarıklık dikkatini çekti. Bazen yer kalmayınca beğenilmeyen fotoğraflar üst üste, aralara konur ya, öyle. Ama bulduğu ince, uzun, hafif sararmış bir zarftı. Üstünde adı yazılı ve kenarı yırtılmış. İçindeki kâğıdı eli titreyerek çıkardı. O gün ekranda gördüğü, “Bir yükseköğretim kurumuna yerleştirilemediniz,” cümlesini tekrar okudu. Bir süre elinde kâğıt parçasıyla kalakaldı. Soğuk soğuk terliyordu. Kâğıdı içine yerleştirip zarfı iki resmin arasına, bulduğu yere geri koydu. Albümü dolaba kaldırdı. Notlarını alıp cam kenarındaki masaya geçti. Uzunca bir süre dışarıyı seyretti. Yol ağzında, kavak ağaçlarının dibinde askerlikleri haricinde köyden hiç çıkmamış iki yaşıtı vardı. Sigara içip bir şeyler konuşuyorlardı. Orta yaşlı duruyorlardı, tıpkı babaları gibiydiler. Kavakların yaprakları ani bir rüzgârla hışırdadı. Resul ders notlarını önüne çekti. Okumaya başladı.

Doğuş Benli