
A.
Kitaplığımdan elime daha önce okumadığım bir kitap aldım ve okumaya başladım. Sürüklüyor. Bir sayfalık oyunvari bir epigraf, okuru gerçekle düş arasındaki benzerliğe, daha da cesaretle, aynılığa götürüyor. Sonra, Ön ve Sonsöz’de -yazara göre- gerçek olduğu kadar da düş olan bir kenti dünya edebiyatının devlerinden birkaçını anımsayarak, şiirsel bir dille tanımaya başlıyoruz. Yazarın kente ait duyguları edebiyatın iç ısıtan anlatı olanaklarıyla okura aktarılıyor. Ön ve Sonsöz’ün İkinci Bölümünde, Nuh’un Gemisi’nin ağır gövdesinin Ağrı Dağı’na oturması gibi (efsaneler gerçek mi yoksa düş müdür?), kent resmiyete bürünmeye ve şekillenmeye başlıyor. Okumazlık edilemeyecek bir metin elimdeki. Kitabın yazarı Ferit Edgü; kitabın düşünülen ilk adı “Doğu’m”, sonraki adı “O” veya bilinen ismiyle de Hakkâri’de Bir Mevsim.
B.
Birinci Bölüm’ün I’indeyim. Roman kahramanı, “O” kente nasıl geldiği hakkında durumunu sorguluyor. Ne ki, II’de dil yavaş yavaş değişiyor. III’de anlatı, beni yalın bir gerçeğin (belki de bir düşün) içine çekiyor; yoksulluğun, yoksunluğun, yokluğun gerçeği öyle güçlü ki şiirsellik son buluyor, dil sinematografik bir özellik kazanıyor, anlatım yalınlaşıyor.
Sonra yine sayfalara dönüp okumayı sürdürüyorum. Metin belirsizliklerden ve söz boşluklarından, sözsüzlükten besleniyor; gerçekler düşe, düş başka bir düşe dönüşüyor. Ama, nerede yaşamın gerçeği ağır bassa, anlatım düşten sıyrılıyor; gerçekliğin amansızlığını okura çokça monologlarla duyuruyor. Söylenenler içe dokunuyor.
İkinci Bölüme damga vuran Halit’in öyküsünde, Doğudaki feodal düzenin işleyişi bütün çıplaklığıyla veriliyor. Ağalık düzeni, hayatta kalmasını sağladığı bireyi maddi ve manevi bir borçlandırma ve borç ödetme kısır döngüsünün içine sokar. Durum, bugünün kapitalist toplumunda yaşayan bireyin içine düşürüldüğü durumun benzeridir: Ölene dek borç ödemeye katlanmak. İşte size, insan çaresizliğinin zamansız ve mekansız evrenselliği.
C.
1982’de sinemaya uyarlanan Hakkâri’de Bir Mevsim’in filmi yapılmadan önce yönetmen Erden Kıral, kitabın yazarıyla görüşür ve iznini ister. Edgü, kitabın fantastik bir roman olduğu ve filme elverişli olmadığı görüşündedir, lakin Kıral senaryoyu Onat Kutlar’ın yazacağını söyleyince kabul eder[1]. Hakkâri’de Bir Mevsim, aslında yazarın resim öğreniminden gelen ve görselliği ön plana çıkaran anlatımıyla, sinemalaştırma isteğini kışkırtan bir metin, bu nedenle filminin birkaç kez çekilmiş olması şaşırtıcı değil. Romanda, gerçeklerin bazen düşsel anlatıldığı bazen de düşlerin gerçek yerine konulduğu doğru olsa da, okur, yalın gerçekliği kavrıyor ve zihninde görselleştirebiliyor.
D.
Yaşadığı çevreden kopmuş, yaban ellerde yaşam süren -adı ister sığınmacı ister göçmen ya da romandaki gibi sürgün olsun- yeni çevrelerinde tanınmayan insanlarda gözlemlenen ve yabancı ülkelerde yaşayanların bol bol deneyimlediği, ‘kendine bir geçmiş uydurma’ yalancılığı ilginç bir olgudur. Kitapta, roman kahramanı benzer bir yönelmeyle kendine bir denizci geçmişi yaratır ve bunu gerçekmişçesine sık sık dile getirir. Bu ise, akla, Nuh efsanesini ve kaderimizin denizlerle bağlantısını anımsatarak, okuru, kahramanın kendine yalan olsa bile özünde ‘yalan olmayan’ bir geçmiş kurduğu düşüncesine götürüyor. Kitapta Nuh’un Gemisine birden fazla gönderme yapılmış olması ve kahramanın bir kazazede olarak kendini -nerdeyse ansızın- dağlık bir bölgede bulması bu tarz bir düşünceyi güçlendiriyor; kadim bir dönemden, yaşanan zamanın görüntüsündeki başka bir erken döneme ayak basmanın tuhaflığı.
E.
Gidilen ve yaşanan yerler, insanı değiştirir. Hakkari’deki günlerini bir milat olarak görecek kadar oradan etkilenen yazarın, askerlik görevini yedek subay öğretmen olarak yapmak üzere Hakkari’ye atanmasından önce resim öğrenimi için gittiği Paris’te yaşamış olmasının[2], “O”nun ‘Doğu’şuna’ Hakkari’nin Pirkanis köyü kadar etkisi olduğu düşünülebilir.
Anlatıda Pir. adıyla geçen Pirkanis o zamanlar, yani 1960’ların ortalarında 13 haneli 114 nüfuslu bir köydür. Edgü, orada geçirdiği bir kış mevsiminin anılarını tek kitapla bırakmayıp yazı hayatının merkezine almış olmasına karşın, gördüklerini ve yaşadıklarını ancak 10 yıl sonra bir belgesel fotoğraf tarafsızlığıyla edebiyata kazandırmıştır. Bilinç Akışı dahil bir çok farklı anlatım tekniklerinin yer aldığı anlatıda (çünkü bir romandan söz etmek de iddialıdır), müdahaleci yazar, yazar anlatıcı, anlatıcı kahraman ve farklı zaman kiplerinin peşpeşeliği dikkat çekicidir.
F.
Adını, Rimbaud’un Cehennemde Bir Mevsim’inden esinlenen Hakkâri’de Bir Mevsim’in okura ve yazar-okura düşündürdüğü en önemli konu, edebiyatın acı gerçekler karşısındaki tutumuyla ilgili; bir yazar edebiyatın içinde kalarak dayanılması zor kederleri okura nasıl aktarmalıdır? Edebî bir dilden uzaklaşarak bunu yapmak kabul edilemeyeceğine göre, her yazar kendine göre bir yol, bir biçem bulmak zorunda.
Italo Calvino, Hafiflik başlıklı yazısında dünyaya farklı bir açıdan bakarak, farklı bir mantık ve yenilikçi yöntemlerle yazmak gerektiğini söyler. Çünkü gerçekler, yaşanan gerçeklik ağırdır. O gerçekleri betimleyen sözcükler ağırdır. Bu ağırlık ve ciddiyet bizi ezer ve baskılar, ama hafiflik ağır duygulardan kaçmak için yepyeni yollar açar. Calvino, yazarlara, dille ve sözcüklerle öykünün dokusundaki ağırlığı hafifletmeyi önerir.
İspanyolca yazan yazarların, diğer dillerde yazan yazarlara göre yaşamdaki dramı edebiyata daha başarılı aktarabildikleri Cervantes’in Don Kişot’undan beri sır değildir. Gabriel Garcia Marquez de bu yazarlardan biri: Türkiye’deki ilk basımı 1974 yılına rastlayan Yüz Yıllık Yalnızlık’ı yazmadan önce nasıl yazacağını düşünmesi yıllar almış ve sonunda gerçekliği sanatsal bir dille anlatmanın yolunu büyükannesinin gerçek hikayeler karşısında takındığı duygusuz tavrında ve imge zenginliğinde bulmuş. Böylece Büyülü Gerçeklik doğmuş.
Benzer bir yazar endişesine Latife Tekin’de tanık olduk. 70’lerin sanayi kentlerine göç ve gecekondulaşma gerçeğini 80’lerde edebiyata en güzel örnekleriyle kazandıran yazar, gerçekliğin ağırlığını ve dayanılmazlığını dili zenginleştirerek ve anlatılanı yepyeni bir biçeme büründürerek anlatmayı başarmıştı.
Ferit Edgü ise, toplumsal gerçekçiliğin rüzgarlarının estiği 70’lerin ortasında (1976) yazdığı Hakkâri’de Bir Mevsim’de Doğudaki sert yaşam koşullarının, umarsız resmî düzenin, kaçakçılıkla beslenen feodal toplumun içinde ve yabancı bir dil konuşan insanların, yaşayamadan ölen bebeklerin yok olan hayatlarının, okul görmemiş çocukların arasında geçirilen bir kış mevsiminin “çıldırtıcı” gerçeğini düşlere sararak anlatmayı seçmiş.
Edgü’de gerçekliğin, ne Marquez’deki gibi gerçeğe yaslanan fantazyaya yakınlığı ne de Tekin’deki gibi, açığa çıkmak için bir okur zihnine gereksinmesi var: Gerçeklik, yazarın, anlatımdaki düş ve sanrı bulutlarını bilerek aralamasıyla ortaya çıkan ve bakmaktan rahatsızlık duyulan güneşi andırıyor.
Bir kez daha anlıyoruz ki; gerçeklik, sesini -bu ses sözcüklerin dünyasında özgünlüğünü kaybetse de- biraz olsun duyurabilmek için sanata olduğu kadar edebiyata da muhtaçtır.
Nazmi Özüçelik
[1] Erden Kıral’la Söyleşi (Sunucu: Hülya Koçyiğit), TRT 2, 2021.
[2] Paris’ten Pirkanis’e, Leyla Burcu Dündar, Notos Edebiyat Dergisi, 69. Sayı, Nisan-Mayıs 2018.